Bu hafta da Evrensel’in ve de tarihin akışına kapılıyorum. “Bir ‘imkansız’ hayali” serisine katılacak Antakya yerine, bu kez de kentleşmeyi merkeze alacağım...

1 Mayıs’ın meydanlarda kutlanması meselesi kentsel alanla kurduğumuz bağları yeniden hatırlatıyor. Kadim yerleşimlere de referans veren endüstriyel üretim öncesi “şehir”den, kente nasıl geldik? Kapitalist üretim ilişkileri bu geçişin bugün neresinde duruyor?

İnsanlık asırlar süren göçebe-avcı-toplayıcı yaşam biçiminin ardından, küresel iklim değişiklikleri, toprağın işlenmeye başlaması vb. çeşitli etmenlerle zaman içinde yerleşik hayata geçti. Yerleşik hayatla birlikte toprak bir ilk birikim, mülk olarak “çitlendi” ve buradan doğan toplumsal ilişkiler, ihtiyaç fazlası artık-ürünün depolanması, teknik ve teknolojik gelişmeler ile üretim ilişkilerini dönüştürdü.

Avrupa’da, özellikle de İngiltere’de 18. yüzyılın ortalarına kadar endüstriyel dönüşüm için gerekli önkoşullar hazırlanmıştı. 1760’lardan itibaren, üretimi sağlayan insan, hayvan, su ve rüzgar gücü gibi organik ve inorganik güç kaynakları değişmiş, 1780’li yıllarda da, buhar gücü ve buhar makineleri kullanılmaya başlanmış, ücretli işçilerin çalıştıkları fabrikaların inşası ile üretim ilişkileri dönüşmüştü.

İngiltere’de başlayan bu dönüşüm, 19. yüzyılın başlarından itibaren Fransa, Almanya gibi diğer Avrupa ülkeleri ile ABD’ye de yayıldı ve doğrudan yünlü dokuma, kömür üretimi, demir-çelik gibi sanayi kollarına yansıdı. Bu dönemde başlayan teknik dönüşüm, tarımsal üretimle geçinen toplumların artan bir hızla sanayi toplumuna dönüşmesine ve yeni yapılaşmaların doğmasına neden oldu.

Tarımsal faaliyetlerin azalması ve makine kullanımının yoğunlaşması ile, topraklarından koparak mülksüzleşmiş emekçi ordusu haline gelen halklar, ücret karşılığında çalışmak üzere kitleler halinde kentlere göç etti. Kırlardan kentlere akan bu göçler, kır-kent dengesini kentler lehine dönüştürdü. Artık yoğun yerleşimli kentlerin siluetlerinin önemli bir bölümünü, fabrika bacaları oluşturmaya başladı. Böylelikle antik dönemden itibaren zaman içinde dönüşen kent dokusu, artık çok daha hızlı bir biçimde, ölçek değiştirerek ve geri adımı olmayacak köklü bir biçimde dönüşüme uğradı.

F. Engels’in 1872’de kaleme aldığı Konut Sorunu adlı eseri sanayinin bu hızlı dönüşümünü ve işçi sınıfının yaşam koşullarını çok çarpıcı bir şekilde resmeder. Engels’in şu sözleri ise, 19. yüzyıldaki kentleşmenin bugün de süregittiğini gösterir; “Büyük modern kentlerin genişlemesi, bu kentlerin belirli kesimlerine, özellikle merkezi konumlu bölgelere yapay ve çoğu kez çok büyük ölçüde artan bir değer vermiştir… Sonuç olarak, işçiler, kentlerin merkezinden dış mahallelere sürülmekte; işçi meskenleri ve genel olarak küçük meskenler nadir, pahalı ve çoğu kez bütünüyle elde edilemez bir hale gelmekte, çünkü bu koşullar altında daha pahalı konutlar ile çok daha iyi bir spekülasyon alanına kavuşan yapı sanayii, ancak istisnai olarak işçi konutu yapmaktadır.

Endüstrideki bu dönüşümü II. Dünya Savaşı’ndan sonra bilgisayarların kullanımı, otomasyona geçiş, petrokimya alanında ilerleme, termonükleer enerjinin elde edilmesi izler. Kentsel dönüşüm dünyanın erken kapitalistleşmiş ülkelerinden her yere yayılır ve 21. yüzyılda küresel boyuta ulaşır.

D. Harvey’in ifadesiyle; “Kentleşme her zaman sınıfsaldır. Kapitalizmde kentleşme bir artı-ürünün harekete geçirilmesine dayalı olduğundan kapitalizmin gelişimi ile kentleşme arasında yakın bir bağlantı ortaya çıkar. Sürekli yeniden yatırımın sonucu kapitalizmde kentleşmenin büyüme çizgisiyle paralel olarak artı-üretimin bileşik oranda genişlemesidir.”

Kentleşme, sermaye birikiminin üst sınıflar için inşa edilen kentlere akıtılmasını sağlar. Kentlerde kimlerin yaşayabileceği veya yaşayamayacağı sermayenin yönlerdirmesine tabii kılınır. Özellikle sanayinin çözüldüğü yerlerde, işçi sınıfının kentle kurduğu yaşam ilişkileri de dağılır. Yeniden bir çitleme başlar. Ve sınıf mücadelesi artan bir biçimde kentlerde vücut bulmaya başlar.

Başlığı kenti üreten ve yeniden üretmeye devam eden emekçiden, kentin metalaşmasına bağladım. Zira artık metalaşmış bir ürün olarak kent, ulusal veya uluslararası pazarda yer bulabilmek amacıyla 20. yüzyılın sonlarına doğru bir “dünya kenti”, “marka kent”, “yarışan kent” vb. yeni isimler alır. Bu isimleri “hak etmek” için de kapitalist modernitenin yaratıcı-yıkımı mütemadiyen süreklilik gösterir ve kentler sürekli dönüşür. Dolayısı ile bu döngü sistemin bekası için süregider. Bu durum kaçınılmaz olarak kendi içinde çelişkiler ve bu çelişkilerden doğan çatışmalar üretir. Bir yanda piyasada hızın, yeniliğin, akışın yoğun olduğu metropoller pazarlanırken, diğer yandan “Citta slow - yavaş kent”, “tarihi kent” gibi sıfatlarla yavaşlığı, tarihi değeri ve sükuneti ile küçük ölçekli kentlere değer atıfları yapılır, bunlar kültür turizmi piyasasına sunulur.

Yine D. Harvey’in ifadesiyle; “Bugün kentler, kendilerini kültürel anlamda eşsiz ilan ederek yüksek bedeller istemeye çalışıyorlar. 1997 yılında Bilbao’da Guggenheim Müzesi’nin inşa edilmesinden sonra dünyanın her yanından kentler bu örneği takip ettiler ve simge projeler geliştirmeye başladılar. Amaç şunu söyleyebilmek: “Bu kent eşsiz ve burada bulunmak için özel bir fiyat ödemenizin gerekmesinin nedeni bu.” Sadece müzeler değil, Olimpiyat Oyunları, futbol dünya kupaları ve çeşitli festivaller kentlerin piyasada konum almalarına imkan tanıyor. Rant yaratıldığı oranda piyasa da dönüyor.

Tam da bu nedenle, rant yaratmayan kentleşmeyi talep etmek gerekiyor. Kentin dönüşüm değerine karşı çıkan, kullanım değerini talep eden radikal kent hakkında da ısrarcı olmamız elzem...

QOSHE - Kentlileşen emekçiden, metalaşan kente - T. Gül Köksal
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Kentlileşen emekçiden, metalaşan kente

24 1
27.04.2024

Bu hafta da Evrensel’in ve de tarihin akışına kapılıyorum. “Bir ‘imkansız’ hayali” serisine katılacak Antakya yerine, bu kez de kentleşmeyi merkeze alacağım...

1 Mayıs’ın meydanlarda kutlanması meselesi kentsel alanla kurduğumuz bağları yeniden hatırlatıyor. Kadim yerleşimlere de referans veren endüstriyel üretim öncesi “şehir”den, kente nasıl geldik? Kapitalist üretim ilişkileri bu geçişin bugün neresinde duruyor?

İnsanlık asırlar süren göçebe-avcı-toplayıcı yaşam biçiminin ardından, küresel iklim değişiklikleri, toprağın işlenmeye başlaması vb. çeşitli etmenlerle zaman içinde yerleşik hayata geçti. Yerleşik hayatla birlikte toprak bir ilk birikim, mülk olarak “çitlendi” ve buradan doğan toplumsal ilişkiler, ihtiyaç fazlası artık-ürünün depolanması, teknik ve teknolojik gelişmeler ile üretim ilişkilerini dönüştürdü.

Avrupa’da, özellikle de İngiltere’de 18. yüzyılın ortalarına kadar endüstriyel dönüşüm için gerekli önkoşullar hazırlanmıştı. 1760’lardan itibaren, üretimi sağlayan insan, hayvan, su ve rüzgar gücü gibi organik ve inorganik güç kaynakları değişmiş, 1780’li yıllarda da, buhar gücü ve buhar makineleri kullanılmaya başlanmış, ücretli işçilerin çalıştıkları fabrikaların inşası ile üretim ilişkileri dönüşmüştü.

İngiltere’de başlayan bu dönüşüm, 19. yüzyılın başlarından itibaren Fransa, Almanya gibi diğer Avrupa ülkeleri ile ABD’ye de yayıldı ve doğrudan yünlü dokuma, kömür üretimi, demir-çelik gibi sanayi kollarına yansıdı. Bu dönemde başlayan teknik dönüşüm, tarımsal üretimle geçinen toplumların artan bir hızla sanayi toplumuna dönüşmesine ve yeni yapılaşmaların doğmasına neden oldu.

Tarımsal faaliyetlerin azalması ve makine kullanımının yoğunlaşması ile, topraklarından koparak mülksüzleşmiş emekçi ordusu haline gelen halklar, ücret karşılığında çalışmak üzere kitleler halinde kentlere göç etti. Kırlardan kentlere akan bu göçler,........

© Evrensel


Get it on Google Play