Bugünkü yazımda iki dostumdan söz edeceğim size. Onların bana bıraktığı anılarından keyifli olanları paylaşmak yerinde olur diye düşünüyorum. Okurlarımın da tanıdığı kültürlü, dürüst, sevecen iki gazeteci. Biri Yılmaz Öztürk öteki de Niyazi Dalyancı. Her ikisiyle de arkadaş olmak, dost olmak gerçekten bir ayrıcalıktı. Beni, sevdiklerini artlarında bırakıp çekip gittiler. Ama o güzel insanların sevecen bakışları ve gülümsemeleri sürekli belleğimde yaşayacak. Gelin önce Yılmaz’dan söz açalım. İstanbul Erkek Lisesinden okuldaşımdı. Ama hiç aynı sınıfta olmadık. Gazeteciliğe aşağı yukarı aynı dönemlerde başladık. Yılmaz, Nezih Demirkent’in çok sevdiği, yanından ayırmak istemediği gazetecilerden biriydi. Hayatın nimetlerine boş verdiği ve herkese yardım etmekten büyük bir keyif aldığından olacak “Komünist Yılmaz” lakabını takmışlardı. Gazeteden ayrıldıktan sonra “Ajans 70” adıyla bir iletişim şirketi kurdu. TGC’de genel sekreter olduğumda Yılmaz’la daha sık görüşmeye başladık. Bu görüşmeler bir süre sonra sarsılmaz bir dostluğa dönüştü. Bazen telefon ederdi, konu önemli değildi. Birbirimizin hatırını sormak gibi, bir iki yoklama. O gün de ola ki kendimi iyi hissetmediğim bir güne denk gelir bu konuşma. Birdenbire sözü keser Yılmaz,

“-Sen iyi değilsin neyin var?

–Yok, yok bir şeyim Yılmaz’cığım iyiyim.

Yılmaz gayet sakin seslenir telefondan. - Bak ben şimdi çıkıyorum. Divanyolu’da türbenin önünde bekliyorum hemen gel.

– İnan ki yok bir şeyim.”

Ben çıktım bile der ve çıkardı. Sorunum neyse Yılmaz’a anlatırdım. Bir süre sonra yeniden işimin başına dönerdim.

Bir sonbahar günü Yılmaz her zaman olduğu gibi destursuz girdi odama. Telaşlı bir hali vardı.

“-Turgay’cım sana haber vereyim diye geldim, ben şimdi Çorum’a gidiyorum.

Ben şaşkınlıkla bakıyorum

-Ne işin var bu yağışlı soğuk havada Çorum’da?

-Söz verdim İsmail Beşikçi’yi göreceğim.

-Peki, neyle gideceksin.

-Kendi arabamla, arabamın durumundan korkuyorum” dedi. Sarıldık, öpüştük ama aklım Yılmaz’da. Atladı gitti ve Çorum’da çok sevdiği askerlik arkadaşı Yazar, Felsefeci İsmail Beşikçi’yi cezaevinde ziyaret etti. Yılmaz’ı daha iyi tanımanız için bir anıyı daha anlatıp bitireceğim Yılmaz’a ayırdığım bölümü. Eskiler anımsar TÜYAP Kitap Fuarı bir zamanlar Tepebaşı’da açılırdı. Çok da kalabalık olurdu. Kitap Fuarına Yılmaz’la gittik. Çıkışta bize Necati Güngör ve adını anımsayamayacağım 6-7 kişilik bir grup da katıldı. Hep birlikte Nevizade’de bir meyhaneye gittik. Yedik, içtik son derece eğlendik. Tabii Yılmaz her zamanki gibi içki yerine, önündeki portakal suyunu yudumluyordu. Yılmaz’ı iyi tanımayanlar “Herhalde portakal suyunun içinde votka vardır diye düşünmüş olmalılar” çünkü rakıları deviren bizden, çok daha fazla eğleniyordu Yılmaz. Ama ben Yılmaz’ın ağzına ne içki, ne sigara koymadığını bilenlerdenim. Muhabbet bittikten sonra hesabı istedik. Garson geldi “Hesap ödendi efendim” dedi. Şaşırmıştık. Baktım Yılmaz hemen çıkışa hazırlanıyor. “Parayı kim verdi” diye sordum garsona. Garson Yılmaz’ı işaret etti. Herkes teşekkür etti. Dışarı çıktık. Yılmaz’a “Oğlum ne biçim adamsın, hem doğru dürüst yemiyor, içmiyorsun hem de hesabı ödüyorsun.” Kahkahayı bastı. “Oğlum ben patronum” dedi. 3-4 kişiyi çalıştırdığı, ajansın patronu olarak bize o güzel akşamı yaşatmak Yılmaz’ın en büyük keyiflerinden biriydi. Dostlarına bir şeyler yapmak, dostlarına bir şeyler vermek onun özelliğiydi.

Nezih Demirkent’in zaman zaman “Son Mohikan” diye seslendiği Yılmaz Öztürk’ü 23 Mart 2009’da yitirdik.

Unutulması mümkün olmayan bir ikinci güzel insan da Niyazi Dalyancı’ydı. Yılmaz’la bir hayli ortak noktaları vardı. Ama Niyazi öncelikle insanın içine her durumda pozitif enerji veren gülümsemesiyle öne çıkar. Çok bilgili bir gazeteci, yazar ve çevirmen olmasına rağmen son derece alçak gönüllüydü. Bazen bu tutumuna kızar söylenirdim: “Mütevazı olma sahi zannederler” sözünü hatırlatırdım. Boş ver anlamında tatlı tatlı gülümserdi. Robert Kolejde okumuş daha sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesini bitirmişti. ’60’lı yıllarda Behice Boran’ın genel başkanı olduğu TİP’in üyesi oldu. Yunanistan’ın Girit Adası’nda katılımcı olarak bulunduğu bir toplantıda yaptığı bir konuşma nedeniyle Barış davasından tutuklandı. Cezaevindeki anılarını anlatırken, beraber kaldığı Türkiye’nin seçkin ve değerli insanlarının adeta birer portresini çizerdi. O zorlu dönemde de yüzündeki gülümsemeyi hiç eksik etmemişti. Çok özel bir insandı. Türk Haberler Ajansında başladığı gazetecilik serüveni ise dış haberlerde onu ustalık düzeyine eriştirdi. Pek çok insanın yetişmesine katkıda bulundu. Burgazada’ya taşındığımda Niyazi’yle gezerken Niyazi’nin de neden bu kadar sevildiğinin ayırdına vardım. Çünkü Ada’daki pek çok dostunun çocuklarının öğrenci velisiydi Niyazi. Kiminin yurt dışına gitmesinin yolunu açtı, kiminin okul sorunlarını çözdü. Hatta bir kadın arkadaşımızın “Niyazi’yle balığa çıkacağız, Niyazi’yle denize gideceğiz” dediği zaman Niyazi’yi tanımıyormuş. Onun bir okul arkadaşı olduğunu zannediyormuş. Sonra bir gün çocuk çarşıda Niyazi’nin arkasından “Niyazi” diye bağırınca. Annesi azarlamış. “Niye kocaman adamın arkasından Niyazi diye bağırıyorsun. Ayıp değil mi” demiş. Çocuğun yanıtı ise ilginç. “Yok anne Niyazi benim arkadaşım” demiş. Kısaca Niyazi çocukla çocuk, büyükle büyük olmayı beceren ender insanlardan biriydi. Sevgi taşardı gözlerinden. Dalyancı benim hem dostum, hem de sırdaşımdı. Bu sıfatlar bazı anılarını paylaşmaktan alıkoyuyor beni. Burgazada halkını din, dil, köken ayrımı yapmadan birleştiren mozağin en büyük parçalarından biriydi kanımca Niyazi. Erken ayrıldı aramızdan onu hiç unutmayacağız.( 25 Mart 2023) Niyazi için Halim Bulutoğlu ve Mehmet Sağnak’la birlikte bir armağan kitap hazırladık. Sonuçta Türkiye’den, Yunanistan’dan, İngiltere’den yazı gönderen insanların Niyazi’ye olan katıksız sevgisi ortaya çıktı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu “Niyazi Dalyancı Barış Gazeteciliği Ödülü” nü koyarak Dalyancı’nın emeklerine, basına yaptığı hizmetleri taçlandırmış oldu. İşte size iki güzel insan portresi…

Bahar geldi umuyorum ki, ülkemde yavaş yavaş ileriye dönük umutlar da tomurcuklanıp yeşerecek. Artık sevgiden, kardeşlikten, dostluktan söz etmeye başlayacağız ve de elbette şiirden, sanattan. Bu yazıyı da bir aşk şiiriyle bitirelim. Özdemir Asaf’ın bütün zamanlarda çok sevilmiş bir şiiri: Lavinia

Sana gitme demeyeceğim.
Üşüyorsun ceketimi al.
Günün en güzel saatleri bunlar.
Yanımda kal.

Sana gitme demeyeceğim.
Gene de sen bilirsin.
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim,
İncinirsin.

Sana gitme demeyeceğim,
Ama gitme, Lavinia.
Adını gizleyeceğim
Sen de bilme, Lavinia.

QOSHE - İki güzel insan - Turgay Olcayto
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

İki güzel insan

14 13
27.03.2024

Bugünkü yazımda iki dostumdan söz edeceğim size. Onların bana bıraktığı anılarından keyifli olanları paylaşmak yerinde olur diye düşünüyorum. Okurlarımın da tanıdığı kültürlü, dürüst, sevecen iki gazeteci. Biri Yılmaz Öztürk öteki de Niyazi Dalyancı. Her ikisiyle de arkadaş olmak, dost olmak gerçekten bir ayrıcalıktı. Beni, sevdiklerini artlarında bırakıp çekip gittiler. Ama o güzel insanların sevecen bakışları ve gülümsemeleri sürekli belleğimde yaşayacak. Gelin önce Yılmaz’dan söz açalım. İstanbul Erkek Lisesinden okuldaşımdı. Ama hiç aynı sınıfta olmadık. Gazeteciliğe aşağı yukarı aynı dönemlerde başladık. Yılmaz, Nezih Demirkent’in çok sevdiği, yanından ayırmak istemediği gazetecilerden biriydi. Hayatın nimetlerine boş verdiği ve herkese yardım etmekten büyük bir keyif aldığından olacak “Komünist Yılmaz” lakabını takmışlardı. Gazeteden ayrıldıktan sonra “Ajans 70” adıyla bir iletişim şirketi kurdu. TGC’de genel sekreter olduğumda Yılmaz’la daha sık görüşmeye başladık. Bu görüşmeler bir süre sonra sarsılmaz bir dostluğa dönüştü. Bazen telefon ederdi, konu önemli değildi. Birbirimizin hatırını sormak gibi, bir iki yoklama. O gün de ola ki kendimi iyi hissetmediğim bir güne denk gelir bu konuşma. Birdenbire sözü keser Yılmaz,

“-Sen iyi değilsin neyin var?

–Yok, yok bir şeyim Yılmaz’cığım iyiyim.

Yılmaz gayet sakin seslenir telefondan. - Bak ben şimdi çıkıyorum. Divanyolu’da türbenin önünde bekliyorum hemen gel.

– İnan ki yok bir şeyim.”

Ben çıktım bile der ve çıkardı. Sorunum neyse Yılmaz’a anlatırdım. Bir süre sonra yeniden işimin başına dönerdim.

Bir sonbahar günü Yılmaz her zaman olduğu gibi destursuz girdi odama. Telaşlı bir hali vardı.

“-Turgay’cım sana haber vereyim diye geldim, ben şimdi Çorum’a gidiyorum.

Ben şaşkınlıkla bakıyorum

-Ne işin var bu yağışlı soğuk havada Çorum’da?

-Söz verdim İsmail Beşikçi’yi göreceğim.

-Peki, neyle gideceksin.

-Kendi arabamla, arabamın durumundan korkuyorum” dedi. Sarıldık, öpüştük ama aklım Yılmaz’da. Atladı gitti ve Çorum’da çok sevdiği askerlik arkadaşı Yazar, Felsefeci İsmail Beşikçi’yi cezaevinde ziyaret etti. Yılmaz’ı daha iyi tanımanız için bir anıyı daha anlatıp bitireceğim Yılmaz’a ayırdığım........

© Evrensel


Get it on Google Play