Niyazi Dalyancı dostumu yitireli bir yıl oldu. Zaman hızla tükeniyor, hiçbir şeyin farkına varamadan geçip gidiyor günler. Niyazi’nin “Bu hafta onu yazarım” diye geçirdim kafamdan. Karşılıklı bir konuşma çerçevesinde bir yazıydı düşündüğüm. Oysa şimdi de Ali Sirmen’i yitirdik. Bizim ‘60 kuşağına kıran giriyor bu aralar. Ali Sirmen ile Niyazi Dalyancı Barış Derneği davasında yargılanmışlar ve kendilerine verilen yersiz ve haksız cezalardan ötürü üç yılı aşkın cezaevinde aynı koğuşta kalmışlardı. Türkiye garip bir ülke, dönem geldi 10 yılda bir askeri darbeler yaşadı. Dönem geldi, askeri darbeler sivil darbelere evrildi. 12 Mart 1971’de başlayan ülkeyi çağdaş demokrasiye yasaklayan bir gidiş var. O gidiş günümüzde de hız kesmeden sürüyor. Toplumun iyi insanları, aydınlık yüzleri bilime dönük çalışkan bireyleri ya sürgüne gönderiliyor ya da cezaevlerine konuluyor. Toplumlarını zorbalıkla yöneten dünyanın totaliter ülkelerinin belli konularda hassasiyetleri vardır. Mesela totaliter ülke yöneticileri barış sözcüğünden hiç hoşlanmazlar. Çünkü kan dökmek onların fıtratında vardır. Bu tür yöneticiler özgürlük sözcüğünü, halkların kardeşliği tümcesini, kadın erkek eşitliğini, sevgiye, aşka da iyi gözle bakmazlar. Ne yazık ki ‘70’li yıllardan sonra Türkiye de o totaliter ülkeleri örnek almaya başladı. Düşünce, ifade özgürlüğü engellendi. Haklarını arayan, eğitim düzeyinin iyileşmesini isteyen gençler iktidarların potansiyel tehlikesi olarak görülmeye başlandılar. Ne çok değerli genç öğrenci öldürdük hep birlikte. Artık üniversitelerimizde bilime kapalı, ezberci, din temelli bir kuşak yetiştiriliyor. Sanki bunca derdi olan ülkemizde tek eksik şey cehaletmiş gibi.

Aslında sık sık yinelediğim gibi bizim kuşak her geçen gün eksilip duruyor. Bu arada Niyazi Dalyancı’ya ayrı bir parantez açmalıyım. Bu dünyadan çekip gidivermesiyle beni gerçekten çok yalnız bıraktı. Toplumsal siyaset içeren ama en çok da insan sevgimizi birbirine aktaran iki güzel dosttuk. Şimdi bu düzeyde dertlerimi, gizlerimi paylaşabileceğim dostum kaldı mı? Emin değilim. Ali Sirmen ve Mine’yi ise hukuk fakültesinin ilk yılında amfide tanımıştım. Onlar çalışkan öğrencilerdi. Okul döneminde de dışarıda çalıştığım için fakülteye her gün uğramıyordum. Sonraları gazetecilikte yollarımız kesişti. Öyle sık sık birbirimizi aradığımız bir arkadaşlığımız yoktu. Ama ikimiz de eşlerimizi kaybettikten sonra daha sık görüşür olduk. Niyazi de o bağlantıyı sağlayan arkadaşlarımızdan biriydi. Cumhuriyet gazetesinin uzun yıllar ayrılmaz bir parçası oldu Ali Sirmen. Her ne kadar görüşlerimiz birbirine çok uyuşmasa da en azından Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı ve cumhuriyetin kültürü üzerine birleştiğimiz kesindi.

İşte böyle hayat yanlışıyla, doğrusuyla geçip gidiyor. Ve bir yaşa ulaştıktan sonra, geriye dönüp bakınca gördüğüm, kaybettiğim dostlarım ve sadece yalnızlığım.

Sevgili Niyazi, gittin gideli bir yılda hiçbir şey değişmedi ülkede. Üstelik her gün biraz daha kötüye gidiyor. Adalet sistemimiz bildiğin gibi. Aydınlık insanlarımız hâlâ cezaevlerinde çile dolduruyor. Siyaset sen bıraktığın günden bugüne iyice yozlaştı. Gazeteciliği soruyorsan, orada da olumlu bir görüntü yok. Emekçiler, memurlar, emekliler yoksulluk sınırında geçinmeye uğraşıyorlar. Varsılların kasaları doluyor buna karşılık. Kısaca diyeceğim seni çok özledim. Ama diyebilirim ki bu toplumdan erken gitmekle pek bir şey kaybetmiş değilsin. Sevgiyle kal benim güzel arkadaşım.

Bu yazıyı Niyazi Dalyancı’nın da çok sevdiği bir şairin şiiriyle bitirmek istiyorum. Nâzım Hikmet’ten “Yaşamaya Dair”.

Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani, o derecede, öylesine ki
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken
hem de en güzel, en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak, yani ağır bastığından.

QOSHE - Yalnızlığımız - Turgay Olcayto
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Yalnızlığımız

9 3
20.03.2024

Niyazi Dalyancı dostumu yitireli bir yıl oldu. Zaman hızla tükeniyor, hiçbir şeyin farkına varamadan geçip gidiyor günler. Niyazi’nin “Bu hafta onu yazarım” diye geçirdim kafamdan. Karşılıklı bir konuşma çerçevesinde bir yazıydı düşündüğüm. Oysa şimdi de Ali Sirmen’i yitirdik. Bizim ‘60 kuşağına kıran giriyor bu aralar. Ali Sirmen ile Niyazi Dalyancı Barış Derneği davasında yargılanmışlar ve kendilerine verilen yersiz ve haksız cezalardan ötürü üç yılı aşkın cezaevinde aynı koğuşta kalmışlardı. Türkiye garip bir ülke, dönem geldi 10 yılda bir askeri darbeler yaşadı. Dönem geldi, askeri darbeler sivil darbelere evrildi. 12 Mart 1971’de başlayan ülkeyi çağdaş demokrasiye yasaklayan bir gidiş var. O gidiş günümüzde de hız kesmeden sürüyor. Toplumun iyi insanları, aydınlık yüzleri bilime dönük çalışkan bireyleri ya sürgüne gönderiliyor ya da cezaevlerine konuluyor. Toplumlarını zorbalıkla yöneten dünyanın totaliter ülkelerinin belli konularda hassasiyetleri vardır. Mesela totaliter ülke yöneticileri barış sözcüğünden hiç hoşlanmazlar. Çünkü kan dökmek onların fıtratında vardır. Bu tür yöneticiler özgürlük sözcüğünü, halkların kardeşliği tümcesini, kadın erkek eşitliğini, sevgiye, aşka da iyi gözle bakmazlar. Ne yazık ki ‘70’li yıllardan sonra Türkiye de o totaliter ülkeleri örnek almaya başladı. Düşünce, ifade özgürlüğü engellendi. Haklarını arayan, eğitim düzeyinin iyileşmesini isteyen gençler iktidarların potansiyel tehlikesi........

© Evrensel


Get it on Google Play