Sevgili Okur,

Evrensel’de yayımlanan 100. yazımı okuyorsunuz. Size ilk mektubumu gönderdiğim 50. yazımdayazılarımın şekillenme dinamikleri ve önceliklerim hakkında dertleşmek istiyorum” demiştim. Türkiye’nin yoğun ve karmaşık gündemi içinde yakıcı bulduğum konularda gönlümden geçenleri -köşe yazısı kalıbı dışında- paylaşmak için, her 50 yazıda bir ‘mektup’la kapınızı çalmaya devam edeceğim.

* * *

Geçen hafta yaptığım şehirler arası yolculukta, yanımdaki koltukta oturan delikanlı, kolektif güncel hallerimizin pek çok boyutunu temsil eder gibiydi. Baş üstü rafa sırt çantasını yerleştirip, cam kenarındaki koltuğuna oturmadan önce, yol boyunca okuyacağı kitabı birkaç kitaplık bir desteden seçtiğini görünce mutlu oldum. “Kitap okuyan bir yol arkadaşım olacak, ne kadar şanslıyım” dememle başlayan sohbetimiz geride hâlâ üzerinde düşündüğüm izler bıraktı.

Yol arkadaşım Türkiye’nin en iyi bilinen kamu üniversitelerinden birisinde, sıkı bir zeka düzeyi gerektiren bir bölümünde öğrenciydi. Türkçesi duru, cümleleri derindi; düzenli olarak kitap okuduğu ve kendisiyle barışık olduğu her halinden belliydi. Ancak konu gelecek planlarına gelince sesindeki öz güven kayboldu; “Acaba yapmam gereken bu mu, doğru olanı yapıyor muyum?”a denk gelen cümleler arka arkaya gelmeye başladı. Eski bir akademisyen olmanın çokbilmişliğiyle, 20’li yaşlarının hemen başındaki bu zarif ve yakışıklı gencin, pek de başarılı biri olmadığını düşündüm ilk anda.

Konuşmamız ilerledikçe dünyada tek olan, herkese staj şansı verilmeyen bir araştırma merkezinde iki kez yaz stajı yapmış, bölümünde başarılı, fırsat buldukça köklerinin uzandığı memleketine ekip biçmeye giden ve bundan bahsederken gözleri parlayan çok yönlü bir kişiyle tanıştığımı anladım. Hoş sürprizleri neredeyse unuttuğumuz bir dönemde varlığıyla içimi ısıttı. Ancak sakin konuşmasıyla, olgun hal ve tavrıyla bağdaşmayan varoluşsal tedirginliği kısa bir yolculuk sohbetinde bile fark edilecek kadar belirgindi. Mezuniyetine az bir süre kalmasına rağmen eğitimini tamamlayıp tamamlamaması gerektiği konusunda kararsızdı; çünkü eğitim sonrası için zihinsel olarak hazırlıksızdı. Memleket meselelerinde kendini konumlandırdığı ama bundan pek de hoşnut olmadığı siyaseten işlevsiz hali, niteliklerinin yüksekliğine ve kendisiyle barışık haline rağmen, gelecek hakkında konuşurken ki tedirginliği aklımdan çıkmadı.

Bu delikanlının zihnimde bu kadar yer etmesinin nedeni, onda gördüğüm tedirginliğin pek çok düzey ve ortamdaki yaygınlığıydı. Ülke çapında tanınmış eski akademisyen yakınımda, şu anda aktif siyaset içinde olan gençlik arkadaşımda, yakın olmasak da karşılaştığımızda hâl hatır sorduğumuz komşumda, üç kuruş beş paraya günde on saat çalışan eski öğrencimde de tanık olduğum bir durum bu; kolektif bir tedirginlik içindeyiz.

Dünyanın ve ülkenin geleceği ile ilgili kaygı duyanlar olarak her birimiz çareler üzerine konuşuyoruz, “Ne yapmalı?” sorusunun cevabı peşinde koşuyoruz. Ancak çoğunluğu bir sonuca bağlanmadan sonlanan ‘çıkış sohbetleri’ne kronik bir öz güven eksikliği egemen. Yürürken sık sık durup sağına soluna baktığı için yol alamayanlar gibiyiz. Seçilmiş hedefe kilitlenip, süreçlere yoğunlaşmamız gerekirken, zihnimize yerleşmiş ‘acaba?’dan kurtulamıyoruz.

* * *

Erdoğan rejiminin giderek artan baskısı bu durumu doğuran ve genişleten nedenlerin başında geliyor. Toplumun mümkün olan en geniş kesiminin rızasını almaktan çoktan vazgeçmiş, kendi kitlesini memnun edip, geri kalanları her yöntemi kullanarak baskı altında tutmaya kararlı Erdoğan rejimi temel sorunumuz. Sınır tanımayan bir eşitsizlik, derin bir yoksulluk ve buna eşlik eden yaygın bir güvensizlik ortamında yaşıyoruz.

Frantz Fanon, Siyah Deri, Beyaz Maskeler kitabının başlangıcında; “Ben mutlak hakikatleri dillendiren biri değilim” diyor. Bunu söylerken bir düşünür ve eylemci olarak kendisinin dünya hali üzerine serbest görüşler üreten biri olmadığını, tanrısal bir edayla, boş bir kağıda çizer gibi fikir üretmediğini, eylemlerinin çevresel koşullardan ortaya çıktığını belirtiyor.

Gri alanın genişliğiyle yorduğu, biriktirdiğimiz toplumsal düğümlerin bizi yavaşlattığı bir dönemden geçiyoruz. Bu kesitte tıpkı Fanon’un ifade ettiği gibi, diyalektik bir sürecin parçası olduğumuzun bilinciyle, gelecek güzel günleri, onları mücadele içinde bekleyenlerin yaklaştıracağı fikrine uygun yaşamaktan başka çaremiz yok.

Çıkış için elde hazır bir reçete mevcut değil. Örgütlü yanıtların sadeleştiği ve kitleselleştiği, kafamızın daha az karışık olduğu günler çok yakın görünmüyor. Dolayısıyla “Biz kimiz?” ve “Ne yapmak istiyoruz?” sorularını yanıtlamada zorluk çektiğimiz bu kesitte, belki de işe “Biz ne değiliz?” ve “Neye katlanmak istemiyoruz?” sorularıyla başlamak gerekiyor.

Haftaya buluşmak umuduyla…

QOSHE - 100. Yazı - İkinci Mektup - Yücel Demirer
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

100. Yazı - İkinci Mektup

15 16
18.11.2023

Sevgili Okur,

Evrensel’de yayımlanan 100. yazımı okuyorsunuz. Size ilk mektubumu gönderdiğim 50. yazımdayazılarımın şekillenme dinamikleri ve önceliklerim hakkında dertleşmek istiyorum” demiştim. Türkiye’nin yoğun ve karmaşık gündemi içinde yakıcı bulduğum konularda gönlümden geçenleri -köşe yazısı kalıbı dışında- paylaşmak için, her 50 yazıda bir ‘mektup’la kapınızı çalmaya devam edeceğim.

* * *

Geçen hafta yaptığım şehirler arası yolculukta, yanımdaki koltukta oturan delikanlı, kolektif güncel hallerimizin pek çok boyutunu temsil eder gibiydi. Baş üstü rafa sırt çantasını yerleştirip, cam kenarındaki koltuğuna oturmadan önce, yol boyunca okuyacağı kitabı birkaç kitaplık bir desteden seçtiğini görünce mutlu oldum. “Kitap okuyan bir yol arkadaşım olacak, ne kadar şanslıyım” dememle başlayan sohbetimiz geride hâlâ üzerinde düşündüğüm izler bıraktı.

Yol arkadaşım Türkiye’nin en iyi bilinen kamu üniversitelerinden birisinde, sıkı bir zeka düzeyi gerektiren bir bölümünde öğrenciydi. Türkçesi duru, cümleleri derindi; düzenli olarak kitap okuduğu ve kendisiyle barışık olduğu her halinden belliydi. Ancak konu gelecek planlarına gelince sesindeki öz güven kayboldu; “Acaba yapmam gereken bu mu, doğru olanı yapıyor muyum?”a denk gelen cümleler arka arkaya gelmeye başladı. Eski bir akademisyen olmanın çokbilmişliğiyle, 20’li yaşlarının hemen başındaki bu zarif ve yakışıklı gencin, pek de başarılı biri olmadığını düşündüm ilk anda.

Konuşmamız ilerledikçe dünyada tek olan, herkese staj şansı verilmeyen bir araştırma merkezinde iki kez yaz stajı........

© Evrensel


Get it on Google Play