Irak savaşı öncesinde, Türk askerlerinin bu savaşta yer almasını ve ABD’nin de Irak’a müdahalesinde Türkiye topraklarını kullanılmasını öngören 1 Mart 2003 tarihli savaş tezkeresinin TBMM’de reddedilmesinin üzerinden 21 yıl geçti. Bu tezkerenin reddedilmesinden bugüne AKP-Erdoğan iktidarının ABD ile ilişkileri önemli bir tartışma konusu olageldi. Bugün ABD motoruyla çalışan Türk savaş uçağı KAAN’ın deneme uçuşunu bile ABD emperyalizmine meydan okumak olarak göstermeye çalışanlar, iktidarın ABD emperyalizmi ile ilişkilerinin tarihini de “ABD emperyalizmine kafa tutan güçlü Türkiye” propagandası üzerinden yeniden yazmaya çalışıyorlar.

Oysa 1 Mart tezkeresinden bu yana AKP-Erdoğan’ın ABD emperyalizmi ile inişli-çıkışlı ilişkilerine bakıldığında bu ilişkilerde, ABD emperyalizminin öncelik ve beklentileri ile bunların AKP-Erdoğan iktidarı tarafından karşılanma biçimi/düzeyinin belirleyici olduğu görülecektir.

Bugün 1 Mart tezkeresinin yıl dönümünde iktidar medyasının ABD emperyalizmi ile ilişkilerde pompaladığı yalanlara karşı gerçekleri yeniden hatırlatmak, antiemperyalist mücadelenin gerçek sahiplerinin ve bu mücadelenin nereden ve nasıl büyütülebileceğinin anlaşılması bakımından önem taşıyor.

Bugün Danıştayın ‘FETÖ’den ihraç edilen 387 hakim ve savcı hakkında verdiği göreve iade kararı sonrasındaki tartışmalar bakımından da önemli olan şu noktaya dikkat çekerek başlayalım: ABD’li Siyaset Bilimci Huntington’un ‘medeniyetler çatışması’ tezinin bir devamı olarak ABD gizli servisi CIA’nın Ortadoğu Şefi Graham Fuller, Batı ile İslam dünyası arasındaki çatışmanın önüne geçmenin yolunun İslam ülkelerinde “laisizm” ısrarından vazgeçilmesi ve bu ülkelerde neoliberal sistemle uyumlu “ılımlı İslamcı” rejimlerin kurulmasından geçtiğini söylüyordu. Fuller, Fethullah Gülen ve AKP’yi (Erdoğan ve arkadaşlarını) “Desteklenmesi gereken liberal ve reformist İslamcılar” olarak tanımlıyor ve ABD emperyalizmi için Türkiye, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı “ılımlı İslamcı” güçler üzerinden dizayn etmeyi amaçlayan büyük/genişletilmiş Ortadoğu projesinin (BOP) “model ülkesi” haline geliyordu -ki, bilindiği gibi Erdoğan da o dönem kendisini “BOP’un eş başkanı” ilan etmişti.

Dolayısıyla tartışmamız bağlamında altı çizilmesi gereken ilk nokta, AKP-Erdoğan ve Gülencilerin (FETÖ) iktidara geliş/getiriliş sürecinde ABD emperyalizminin Ortadoğu politikası ve bu politikada Türkiye’ye biçtiği rol ile Erdoğan’da “Yeni bir Özal ruhu” gören Sabancı gibi iş birlikçi tekelci burjuvaların desteğinin belirleyici bir rolü bulunduğudur.

Öte yandan ortaya çıkışları ve aralarındaki ilişkiler, ‘FETÖ’nün siyasi ayağının neden AKP içinde aranması gerektiği sorusuna da yanıt veriyor.

1 Mart tezkeresi, AKP-Erdoğan’ın ABD emperyalizmi ile ilişkilerinde ilk önemli sınavıydı. 25 Şubat 2003’te Meclise gönderilen tezkere, Türk askerlerinin Irak müdahalesinde kullanılmasını ve ABD emperyalizminin de Irak müdahalesini Türkiye üzerinden gerçekleştirmesini öngörüyordu. Daha tezkere Meclisten geçmeden müdahalede kullanılması amaçlanan 60 bin Türk askeri sınır bölgelerine gönderilmiş ve başta Mersin ve İskenderun limanları olmak üzere ABD askerlerinin Türkiye’ye gelişi için gerekli hazırlıklar yapılmıştı. Yani AKP-Erdoğan hükümeti, tezkerenin Meclisten geçeceğinden emindi- ki, Erdoğan daha sonraki dönemlerde de bu tezkereyi doğru bulduğunu söylemeye devam etmişti. Ancak Türkiye’nin ABD emperyalizmiyle birlikte Irak müdahalesine katılmasına karşı oluşan toplumsal muhalefetin baskısı -ki, bu muhalif güçler arasında o dönem kimi İslamcı çevreler de vardı- bazı AKP’li vekillerin de “hayır” oyu vermesi ya da “çekimser” kalmasına yol açmış ve salt çoğunluk için gerekli olan 267 “kabul” oyunu alamayan (264 evet ve 250 hayır) tezkere reddedilmişti.

Bu sonuç, AKP hükümeti ve Erdoğan’ı tezkerenin arkasında kararlı bir duruş göstermemekle eleştiren ABD’yi öfkelendirmiş ve aynı yılın temmuz ayında Irak Kürdistan bölgesindeki Süleymaniye kentinde ABD askerleri tarafından Türk askerlerinin başına çuval geçirilmesi, bu öfkenin dışa vurumu olarak gerçekleşmişti.

O dönem ‘çuval olayı’ nedeniyle ABD’ye ‘nota’ verilmesini isteyen CHP Lideri Baykal’a Erdoğan’ın verdiği “Ne notası veriyorsun? Müzik notası mı bu?” yanıtı, AKP-Erdoğan hükümetinin ABD emperyalizmi karşısındaki pozisyonunu ortaya koyuyordu.

Ancak o dönem AKP-Erdoğan hükümetinin ABD emperyalizmi karşısındaki pozisyonunu en çarpıcı biçimde ifade eden Başbakan Erdoğan’ın Danışmanı Cüneyd Zapsu olmuştu. Zapsu, ABD’li think tank kuruluşu AEI’nın 2006’daki bir toplantısında Erdoğan için “Onu deliğe süpürmeyin, kullanın” ifadelerini kullanmıştı.

Tam da bu dönemde Irak müdahalesi üzerinden bütün bölgeyi yeniden dizayn etme hedefi tutmayan ABD’nin Irak’taki askeri güçlerini çekmesi tartışması yapılıyor ve bu amaçla hazırlanan Baker-Hamilton raporunda bu süreçte Türkiye’ye yeniden rol biçilmesi gerektiği vurgulanıyordu.

Bu temelde 2007’de yapılan Bush-Erdoğan görüşmesiyle ABD emperyalizmi, Türkiye ile ilişkilerin stratejik önemine vurgu yapmış ve Erdoğan iktidarı yeniden “bölgesel ortak” ilan edilmişti. O güne kadar Irak Kürdistan Bölgesi’nin hava sahasını Türkiye’ye kapatan ABD’nin buradaki PKK kamplarına karşı hava operasyonlarına onay vermesi de Erdoğan iktidarının iç kamuoyunu bu role ikna etmesinin bir aracı olarak devreye sokulmuştu.

2009’da Obama’nın başkan olarak ilk yurt dışı ziyaretini Türkiye’ye yapması ve Mecliste konuşma yapması da ABD’nin AKP-Erdoğan iktidarına verdiği önemin bir göstergesiydi. Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan, bölge ülkeleri arasında adeta ‘ABD büyükelçileri’ gibi mekik dokuyor, kendilerine biçilen rol üzerinden bölgesel liderlik hayalleri kuruyorlardı.

Bu süreçte ABD emperyalizminin bölgesel politikaları ekseninde Irak Kürdistan bölgesel yönetimi ile de ilişkiler geliştirilmiş ve bu temelde Kürt sorununun iktidarın bölgesel rolü önünde engel olmaktan çıkartılması amacıyla ülke içinde de ‘açılım’ politikası gündeme getirilmişti.

2011’deki Libya ve Suriye müdahalelerinin ilk dönemlerinde de AKP Erdoğan iktidarı, ABD ile uyum içinde yayılmacı emeller ve yeni Osmanlıcı hayaller peşinde koşuyordu. Nitekim Libya müdahalesinde NATO kuvvetlerinin merkezi İzmir olmuş ve devamında da AKP-Erdoğan, Suriye müdahalesinin öncülüğüne soyunmuştu.

Suriye müdahalesi öncesinde Erdoğan iktidarının ve Dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun tutumu için Esad’ın söylediği “Türkiye’den gelenler Obama’nın sözcüsü gibi davranıyor. Oysa ki ABD’nin Şam’da büyükelçisi var” sözleri yeterince açıklayıcıdır.

Burada her biri başlı başına bir yazı konusu olduğu için Suriye müdahalesi sürecinde Esad rejiminin devrilmesi beklentisinin gerçekleşmemesi sonrasında ABD’nin ve Türkiye’deki iktidarın önceliklerinin değişmeye ve bölge politikası bakımından aralarındaki makasın açılmaya başladığını belirtmekle yetinelim. ABD ‘IŞİD ile mücadele’ adını verdiği politika ile bölgedeki enerji kaynaklarının güvenliğini sağlama ve bölgesel pozisyonunu koruyabilmek için iş birlikçi bölge rejimlerini kendi etrafında birleştirmeye yönelik bir politika benimserken AKP-Erdoğan gerek tehdit olarak gördüğü Rojava’da Kürt özerk yönetimini ortadan kaldırabilmek ve gerekse bölgedeki paylaşım mücadelesinde pozisyon alabilmek amacıyla cihatçı gruplarla iş birliğini sürdürmüştü.

ABD ile ilişkilerde bugüne kadar devam eden gerilimin anlaşılması bakımından şu hatırlatmayı yapmak gerekiyor: Erdoğan iktidarı 2016’da hem Irak’ta Musul’un IŞİD’in elinden alınmasına ve hem de Suriye’de IŞİD’in merkezi Rakka’ya yönelik operasyonlarda rol almak için çabaladı. Erdoğan, bu operasyonlara katılabilmek için defalarca ABD’ye çağrı yaptı. Ancak ABD’nin değişen öncelikleri ve bölgedeki çıkarları nedeniyle Türkiye bu operasyonların dışında bırakıldı. Dolayısıyla Erdoğan iktidarının zaman zaman ABD karşısında çıkışlar yaptığı ve kendisini “Antiamerikan, antiemperyalist” gibi göstermeye çalıştığı bu dönemde de ilişkilerin sınırını belirleyen ABD’nin öncelikleri ve çıkarlarından başka bir şey değildi. Dolayısıyla Erdoğan’ın anti Amerikancılık gibi gösterilen çıkışları aslında Amerika’dan talep ettiği görevlerin kendi iktidarlarına verilmemesinden kaynaklanıyordu.

Bir yandan 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi ve öte yandan Rusya’nın 2015’teki müdahalesiyle Esad rejiminin devrilmesi hesaplarını sona erdirmesi, Erdoğan iktidarının bölgedeki paylaşım masasında yer alabilmek için Rusya ile iş birliğine yönelmesine yol açtı. Elbette NATO üyesi Türkiye’yi bölgede ABD’nin karşısına çıkarmak, Rusya için de oldukça kullanışlı bir politikaydı.

Sonuç olarak, özellikle Ukrayna savaşından sonra daha belirginleşen ve bir tarafında ABD ve AB’nin öte tarafında Rusya ve Çin’in yer aldığı emperyalist paylaşım mücadelesi, Türkiye gibi iş birlikçi bölgesel güçlerin de bu çelişkileri kendi çıkarları temelinde kullanması için belli bir hareket alanı yaratsa da gerçek değişmiyor.

Tezkereden bu yana geçen 21 yıl boyunca AKP-Erdoğan, ülkedeki ABD ve NATO üslerini hiç tartışma konusu yapmadığı gibi Türkiye’yi NATO içinde daha aktif bir pozisyona getirmeye yönelik girişimlerden de geri durmadı. ABD’nin 23 milyar dolar karşılığında Türkiye’ye 40 F-16 uçağının satışına onay vermesi bile iktidarın ABD ile ilişkilerde iyimserlik havasını yaymasına ve ABD’den yeni roller beklemesine yetiyor.

Demek ki, halkın emperyalizme karşı tepkilerini zaman zaman yedeklemeye çalışsa da aslında AKP-Erdoğan iktidarı hiçbir zaman emperyalistler arasındaki çelişkileri kullanmanın ve bu temelde emperyalistlerden yeni roller kapmaya çalışmanın ötesine geçemedi. Çünkü bu ülkede antiemperyalist mücadelenin gerçek sahipleri iş birlikçi iktidarlar değil, 6. Filo’yu denize dökenlerden 1 Mart tezkeresine karşı Meclis kapısına dayananlara kadar halk güçleridir.

QOSHE - 1 Mart tezkeresinden bu yana ABD ile ilişkilerde yalan ve gerçekler! - Yusuf Karadaş
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

1 Mart tezkeresinden bu yana ABD ile ilişkilerde yalan ve gerçekler!

36 54
01.03.2024

Irak savaşı öncesinde, Türk askerlerinin bu savaşta yer almasını ve ABD’nin de Irak’a müdahalesinde Türkiye topraklarını kullanılmasını öngören 1 Mart 2003 tarihli savaş tezkeresinin TBMM’de reddedilmesinin üzerinden 21 yıl geçti. Bu tezkerenin reddedilmesinden bugüne AKP-Erdoğan iktidarının ABD ile ilişkileri önemli bir tartışma konusu olageldi. Bugün ABD motoruyla çalışan Türk savaş uçağı KAAN’ın deneme uçuşunu bile ABD emperyalizmine meydan okumak olarak göstermeye çalışanlar, iktidarın ABD emperyalizmi ile ilişkilerinin tarihini de “ABD emperyalizmine kafa tutan güçlü Türkiye” propagandası üzerinden yeniden yazmaya çalışıyorlar.

Oysa 1 Mart tezkeresinden bu yana AKP-Erdoğan’ın ABD emperyalizmi ile inişli-çıkışlı ilişkilerine bakıldığında bu ilişkilerde, ABD emperyalizminin öncelik ve beklentileri ile bunların AKP-Erdoğan iktidarı tarafından karşılanma biçimi/düzeyinin belirleyici olduğu görülecektir.

Bugün 1 Mart tezkeresinin yıl dönümünde iktidar medyasının ABD emperyalizmi ile ilişkilerde pompaladığı yalanlara karşı gerçekleri yeniden hatırlatmak, antiemperyalist mücadelenin gerçek sahiplerinin ve bu mücadelenin nereden ve nasıl büyütülebileceğinin anlaşılması bakımından önem taşıyor.

Bugün Danıştayın ‘FETÖ’den ihraç edilen 387 hakim ve savcı hakkında verdiği göreve iade kararı sonrasındaki tartışmalar bakımından da önemli olan şu noktaya dikkat çekerek başlayalım: ABD’li Siyaset Bilimci Huntington’un ‘medeniyetler çatışması’ tezinin bir devamı olarak ABD gizli servisi CIA’nın Ortadoğu Şefi Graham Fuller, Batı ile İslam dünyası arasındaki çatışmanın önüne geçmenin yolunun İslam ülkelerinde “laisizm” ısrarından vazgeçilmesi ve bu ülkelerde neoliberal sistemle uyumlu “ılımlı İslamcı” rejimlerin kurulmasından geçtiğini söylüyordu. Fuller, Fethullah Gülen ve AKP’yi (Erdoğan ve arkadaşlarını) “Desteklenmesi gereken liberal ve reformist İslamcılar” olarak tanımlıyor ve ABD emperyalizmi için Türkiye, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı “ılımlı İslamcı” güçler üzerinden dizayn etmeyi amaçlayan büyük/genişletilmiş Ortadoğu projesinin (BOP) “model ülkesi” haline geliyordu -ki, bilindiği gibi Erdoğan da o dönem kendisini “BOP’un eş başkanı” ilan etmişti.

Dolayısıyla tartışmamız bağlamında altı çizilmesi gereken ilk nokta, AKP-Erdoğan ve Gülencilerin (FETÖ) iktidara geliş/getiriliş sürecinde ABD emperyalizminin Ortadoğu politikası ve bu politikada Türkiye’ye biçtiği rol ile Erdoğan’da “Yeni bir Özal ruhu” gören Sabancı gibi iş birlikçi tekelci burjuvaların desteğinin belirleyici bir rolü bulunduğudur.

Öte yandan ortaya çıkışları ve aralarındaki ilişkiler, ‘FETÖ’nün siyasi ayağının neden AKP içinde aranması gerektiği sorusuna da yanıt veriyor.

1 Mart tezkeresi, AKP-Erdoğan’ın ABD emperyalizmi ile ilişkilerinde ilk önemli sınavıydı. 25 Şubat 2003’te Meclise gönderilen tezkere, Türk askerlerinin Irak müdahalesinde kullanılmasını ve ABD emperyalizminin de Irak müdahalesini Türkiye üzerinden gerçekleştirmesini öngörüyordu. Daha tezkere Meclisten geçmeden müdahalede kullanılması amaçlanan 60 bin Türk askeri sınır bölgelerine gönderilmiş ve başta Mersin ve İskenderun limanları olmak üzere ABD askerlerinin Türkiye’ye gelişi için gerekli hazırlıklar yapılmıştı. Yani AKP-Erdoğan hükümeti, tezkerenin........

© Evrensel


Get it on Google Play