Neil Postman “Teknolojiye karşı yenilgimizi” kanaatimce ölümsüz eseri “Teknopoli ” kitabını yazarak ilan etmişti. Kitabın kapağında, “ Kültürün Teknolojiye Teslim Oluşu “ yazıyordu. Bu yazı kitabın bir nevi özeti gibiydi. Kitap gerçekten tavsiye edilebilecek bir eser. Postman kitabında bir eğitimci, bir sosyolog, bir kültür tarihçisi, bir filozof, ya da bir entelektüel olarak karşımıza çıkar. Sanki kitap yazmamış, bilakis bizlere sorular sormuştur. Kitabı okurken de bu soruları cevaplamaya kendimizi mecbur hissederiz. Ayrıca zihnimiz bu kitapla yetinmez, yazarın diğer eserlerine de yönelir. Oralardan çareler aramaya girişiriz. Karşımıza “ Çocukluğun Yitimi” çıkar. Bu eseri de en az “Teknopoli “ kadar değerlidir. Bu iki kitap ile ilgili olarak maalesef üzücü bir gerçeği söylemek zorundayım; ne “Teknopoli “ne de “Çocukluğun Yitimi “ kitaplarının baskısı şu an yok. Teknopoli, raflardaki son gölgesini 2020 yılında görmüştür. Kitapçılarda artık “Çocukluğun Yitimi” gibi o da olmayacaktır. Neil Postman kitapları adına elimizde sadece ayrıntı yayınlarından çıkmış olan ve henüz sevindirici şekilde baskısı devam eden “Televizyon Öldüren Eğlence“ kitabı kalmıştır.

Bahsi geçen kitaplar günümüzü, medya kapitalizmini, gösteri toplumunu anlamak adına çok değerlidir. Neil Postman, Jean Baudrillard, Guy Debord dünyanın başına gelecekleri kronolojik olarak en az 40 yıl öncesinden söylemişlerdi. Kapitalizmin gösterisi ve bilhassa televizyonun kullanımıyla insanların, toplumların ayartılışlarını görmüşlerdi. Özellikle eğitim alanında nasıl kaybedildiğini anlatmışlardı. Fakat bu büyük insanların; okuyanı, dinleyeni pek fazla olmadı. Kitapları dahi tam anlamıyla entelektüel ortamlara ulaşamadı. Dünya 1960’lı yıllardan sonra toptan bir medya kapitalizminin esiri olmaktan kurtarılamadı. Bu kaybediliş en çok eğitim alanında yaşandı. Faşizmin klasik Avrupa’da özellikle Almanya ve İtalya’da tükenmesi ulus devlet paradigmasının gerilemesine sebep oldu. Eğitimin; ulus devlet döneminde kurucu babaları, kurucu iradeleri önceleyen “devlet için vatandaş yaratılması teorisi “; Avrupa birliği idealleri, liberalizm sayesinde zayıfladı. Ardından yaşanan 2. Dünya savaşının korkunç yıkımı öngörülenin aksine insanı güçlendirdi. Birey ilk kez en güçlü kıvamını yaşıyordu. Sadece soğuk savaşın ideolojik duvarları bireyleri engelleyebiliyordu. O da aşıldı. Hem de Doğu-Batı Berlin Duvarı’nı yıkmaya bizzat katılan M. Gorbaçov’un vurduğu çekiç darbeleri ile soğuk savaş da görünürde yok oluyordu.

Devir tamamen liberal ekonomiler devriydi. İnsanın önündeki bütün engeller kaldırılmalıydı. İnsan yüceliyordu. Fakat bu yücelmenin kapitalist zihin açısından fırsatlar yarattığını da görmemiz gerekir. Artık insandı, medya kapitalizminin kurbanı. İnsan; satış, pazarlama ve üretim unsuru oluyordu. “Çocukluğun Yitimi” derken dönüşen toplumu anlatan Neil Postman, “Normal insan kurgudur “diyen M. Foucault kadar haklıydı.

Medya kapitalizminin ürünlerini izliyorduk artık. Birinci Irak savaşını canlı yayında izleyen ve izleten kapitalizm, el yükselterek insanların bir ortamdaki yaşamlarını “pornografik” bir dürtüyle “ Biri Bizi Gözetliyor “ evlerini dikizliyordu. Bu programların ardından daha lümpenleri de doğdu. Kameralar önünde gelin seçen kaynanalara denk geliyorduk, evlilik konulu en aşağılık düzeyde televizyon programlarına maruz kalıyorduk. Kamera cam ekranın el uzuvlarıydı ve kamçılarıyla asalak haline getirdiği insanları sürülere katıyordu. Sürüler, sürülerin eğlenceleri ve gösteri toplumunun yakıtlarıydı. Herkes zengin olmalı, güzel olmalı, genç olmalı, giyimi de güzel olmalıydı. Güzellik dayatması ile güzel kavramının da içi boşalıyordu. “ Güzeli “ bulmak için yapılan aramalar, çabalar kapitalizmin ekmeğine yağ sürmekti. Bu bağlamda anlatımıma en güzel desteği Jean Baudrillard sunabilir : “ Sistem sadece zenginlik ve yoksulluk üreterek, tatminler kadar tatminsizlikler, ‘ilerleme’ kadar zararlar üreterek ayakta kalır “ .(1) Güzel olmak, fit olmak, çekici olmak dayatılması ile B.Chul Han’ın “ Performans Toplumu” (Yorgunluk Toplumu) dediği,” herkesin aslında kendine işkence ettiği” bir toplum oluşuyordu. (2)

Foucault’un bahsettiği eski devlet, kapitalizm ile evrilmişti. Devletin vatandaşını kendi anlayışına göre yetiştirmesi için; tımarhanelere, askeri kışlalara, okullara, hapishanelere ihtiyacı yoktu. Bunlar M. Foucault’a atfen “Disiplin Toplumunun “ kurumlarıydı. Modern birey dev plazalarda kariyer yapmak, yükselmek uğruna, kendisi için bir nevi “ödül kazanmak” uğruna kendini cezalandırıyordu. Kendi gücünün üstünde çalışıyor, bedenini güçlü hale getirmek için spor yapıyor, çekici olabilmek adına güzellik salonlarında emek, zaman ve para harcıyordu. Bunları yaparken “daha iyi” için kendini cezalandırıyordu. Bu cezalandırma yöntemini seçenler; kentte yaşayan biraz eğitim görmüş kişilerdi. Orta sınıfın nimetlerine ulaşmak için bu yolu tercih ediyorlardı. Nietzsche’nin dediği gibi ““ Var olma savaşı” ; bu formül sıra dışı bir durumu tanımlar, kural daha çok iktidar mücadelesi, “daha fazla” ya ve “daha iyisi “ne sahip olma ve “daha hızlı “ ,” daha sık “ sahip olma istencidir.” (3) yaşadığımız çağ isteklerin hiç bitmediği doyumsuzluk zamanlarıdır.

Yaşanan hayat bizden ya da aldığımız eğitimden çok büyüktü. Bu nedenle lisans mezunu olmak, taşra üniversitelerini bitirmenin bir işe yaramadığı çok oluyordu. Lisans öğrenimi esnasında bile KPSS sınavını düşünen genç için üniversite; KPSS’ ye hazırlık okuluna dönüşüyordu. Bitmiyordu hikâye, bu sefer KPSS sonrası mülakatlar ve umudunu yitiren genç, sanayilerde adına “patron” denilen hiç mürekkep yalamamış, kendi kazancından başka bir şeyi önemsemeyen taşralı bir faydacının eline düşüyordu.

Böyle çetrefilli bir yolu yürüyen ayakların çok sağlam olması gerekir ve çok zordur günümüz şartlarında bir işin ucundan tutmak, bir baltaya sap olmak. Bunları gören genç ister istemez kentli olmak, orta sınıfa yaklaşmak adına medya kapitalizminin avuçlarına düşebilir. Gençleri, şarkıcı olabilmek için ya da meşhur olabilmek adına; şov programlarında jüri üyelerine; tanrılara sunaklar sunar gibi yalvarışlar, yakarışlar, en basit isteğini dahi bir şov dürtüsüne kurban ederek ağlayarak anlatmalarla izliyorduk ekranlarda. O jüri üyeleri en az medya kapitalizmi kadar, gençlerin duygularını sömürdükleri ve sisteme bu gençleri kurban ettikleri için suçludurlar. Biyolojik yapısı nedeniyle bile saygıdeğer varlık olan insan, İsa’nın trajedisi gibi tekrar çarmıha geriliyor, Âdem misali tekrar tekrar cennetten kovuluyordu. Aztekler insanları dinleri uğruna “kurban” ederken medya kapitalizmi daha çok reyting, daha çok şöhret uğruna insanı kurban ediyordu.

Kurban edilme ritüellerinin üstündeki küfe üflenince görülen manzara; açık zihinler için gerçek kolay anlaşılsa bile, ölümü anlama konusunda bir o kadar cahilleştirilmiş kitleler için o kadar da kolay değil. Hatta ölümleri kutsuyoruz, iyi ölüler, kötü ölüler yaratıyoruz, makul ölüler ve makul diriler yarattığımız gibi. Medya bu konuda arzu edilen algının yayılımı ve mesajı için uygun zeminleri de oluşturuyor. Ölümleri, sonsuz tekrarlı bölümlerini, balık hafızalı yanımızla izliyoruz. Hannah Ardent’in “Kötülüğün Sıradanlığı” dediği gibi “ölümlerin sıradanlığını” yaşıyoruz. Beyaz perde de sanat düşüncesi ile değil, cam ekranlarda ölüyor artık insanlar. Hem de rol icabı değil, canlı yayınlarda alıyorlar son nefeslerini. Medya alıştırıyor, sıradanlaştırıyor. 1900’lerin başında doğal afetlerden ya da savaşlardan nasıl ölüyorsak şimdide aynı sebeplerden ölüyoruz. Bütün hayatta kalmalar ve ölümü sıradanlaştırmalar için medya kendini her gün yeniliyor. Kapitalizm için müşterinin varlığı ve algısının alt üst edilişi her şeyden daha önemli.

Medya kapitalizmi için her şey metalaştırılabilme oranında değerli. Bir şeyin insani olması, vicdan barındırması, erdemin yükünü taşıması, bunların hiçbiri medya kapitalizmi için önemli değil. Önemli olan ne olduğun değil; ne kadar görünür olduğun. Tüketimin içinde olman ile ilgilidir her şey. Ürünler yaratılıyor, bunları satın almak kitlelere kalıyor. Tüketim toplumunu anlamak adına en yakışır tanımı Jean Baudrillard’dan alırsak: “ Tüketim toplumu, aynı anda hem bir ilgi toplumu ve bir baskı toplumu hem de barışçıl ve bir şiddet toplumudur. “ (4)

Tüketim toplumunda ürünlerin iyi ya da kötü olması önemli değildir. Yetiştirilmesi, sunulması, satılması yeni ürün geldiğinde gözden düşürülmesi gereklidir. Medya kapitalizminin yarattığı nesneler birbirinin aynı dönemlerinde olmasalar bile kardeşleridir. Yaratılan bu nesneler sadece medya kapitalizminin ürünü olamazlar. Algıyı yönetmeyi ve toplumu yönlendirmeyi iyi bilen, içinde karanlık bir oligarşiyi barındıran, suç kardeşliğine bağlı yapılar bu yaratımda elbette vardır. Fakat unutulmamalıdır ki anneleri ortaktır. Beyaz bereli Ogün Samast denilen katil de, Dilan- Engin Polat çifti de kardeşlerdir. Bunlar daha öncekiler gibi üreticilerinin çizdiği senaryonun basit figüranları ve kurbanlarıdır. Asıl bundan sonra sorulacak sorulardan en önemlisi; “ yeni kurbanlar” ya da bataklık için “sinekler ” kimler olacaktır?

Televizyonun oluşturduğu bulanık zemine bakarak televizyonun etkisiz yanları ile etkili halinin bir bütünsellik oluşturduğunu anlarız. Sadece bal reklamı yapan bir kanal ile gerçeği manipüle etmesi için yaratılan kanalın fark edilişi aynı olamaz. Manipüle edeni bulabilmek için özel bir birikim gereklidir. Bunu anlamak için okumak şarttır. Hele ki medyayı ve kapitalizmi, onların üretimi olan televizyonu, sosyal medyayı iyi bilmek gerekir. Televizyon için Neil Postman’ ın ve Guy Debord’un önemli tespitleri vardır. Bunları konunun anlaşılması adına okumak faydalı olacaktır. “ Televizyon okuma-yazma kültürünü geliştirmez ve pekiştirmez. Tersine okuma-yazma kültürüne saldırır. Televizyon herhangi bir şeyin devamıysa eğer, 15.yy da matbaanın değil 19.yy ortasında telgraf ile fotoğrafın başlattığı geleneğin devamıdır.” (5) Televizyon tek başına asla bir bilgi edinme aracı olamaz. Neil Postman televizyonu basitleştirerek, espri ile karışık; “elektrikli pano olmak adına faydalıdır “ demiştir. Bir konu hakkında bilgisi olan kişilerin tek kaynakları televizyon ise o kişi için üzülmek hatta endişelenmek yerinde olacaktır.

“ Otomobilden televizyona kadar, gösteri sisteminin seçtiği bütün mallar aynı zamanda ‘ yalnız kalabalıkların’ tecrit koşullarını sürekli güçlendirmek için kullandığı silahlardır. “ (6)

Medya kapitalizmi çok ışıltılı yaşamları “gösteri” ile sunarak bireyi hem nesne, hem de tüketen olarak konumlandırdığı için; bireyin gerçeklerden tecrit edilmesi gerekir. “Bilmek en acı şeydir “ diyen Montaigne’nin kastettiği de bu değil midir? Kapitalizm işte bu basit gündelik bilgi ile yaşayan kitleler sayesinde hayatını rahatlıkla idame ettirebilir. Bunu ancak ve ancak elektriğin karanlığı ile başarabilir.

Kaynakça

1- J. Baudrillard Tüketim Toplumu sayfa 60 Ayrıntı Yayınları

2-“ Performans Toplumu” “ disiplin toplumu” nun yerine ikame olan işler versiyonudur. B. Chul Han’dan önce J. Baudrillard şunu söylemiştir. “ Yeni şiddetin “nesnesiz ” olması gibi yorgunlukta “nedensiz” dir. Bu yorgunluğun kas ve enerji yorgunluğuyla hiçbir ilgisi yoktur. Yorgunluk fiziksel sarfiyattan kaynaklanmaz.” J. Baudrillard Tüketim Toplumu sayfa 237 Ayrıntı Yayınları

3- J. Baudrillard “Tüketim Toplumu” sayfa 43 Ayrıntı Yayınları

4- J. Baudrillard “Tüketim Toplumu” sayfa 225 Ayrıntı Yayınları

5- Neil Postman “Televizyon Öldüren Eğlence” sayfa 108 Ayrıntı Yayınları

6- Guy Debord “Gösteri Toplumu” sayfa 43 Ayrıntı Yayınları

QOSHE - Ekranın Karanlığı ve Medya Kapitalizmi - Murat Alan
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Ekranın Karanlığı ve Medya Kapitalizmi

8 0
06.12.2023

Neil Postman “Teknolojiye karşı yenilgimizi” kanaatimce ölümsüz eseri “Teknopoli ” kitabını yazarak ilan etmişti. Kitabın kapağında, “ Kültürün Teknolojiye Teslim Oluşu “ yazıyordu. Bu yazı kitabın bir nevi özeti gibiydi. Kitap gerçekten tavsiye edilebilecek bir eser. Postman kitabında bir eğitimci, bir sosyolog, bir kültür tarihçisi, bir filozof, ya da bir entelektüel olarak karşımıza çıkar. Sanki kitap yazmamış, bilakis bizlere sorular sormuştur. Kitabı okurken de bu soruları cevaplamaya kendimizi mecbur hissederiz. Ayrıca zihnimiz bu kitapla yetinmez, yazarın diğer eserlerine de yönelir. Oralardan çareler aramaya girişiriz. Karşımıza “ Çocukluğun Yitimi” çıkar. Bu eseri de en az “Teknopoli “ kadar değerlidir. Bu iki kitap ile ilgili olarak maalesef üzücü bir gerçeği söylemek zorundayım; ne “Teknopoli “ne de “Çocukluğun Yitimi “ kitaplarının baskısı şu an yok. Teknopoli, raflardaki son gölgesini 2020 yılında görmüştür. Kitapçılarda artık “Çocukluğun Yitimi” gibi o da olmayacaktır. Neil Postman kitapları adına elimizde sadece ayrıntı yayınlarından çıkmış olan ve henüz sevindirici şekilde baskısı devam eden “Televizyon Öldüren Eğlence“ kitabı kalmıştır.

Bahsi geçen kitaplar günümüzü, medya kapitalizmini, gösteri toplumunu anlamak adına çok değerlidir. Neil Postman, Jean Baudrillard, Guy Debord dünyanın başına gelecekleri kronolojik olarak en az 40 yıl öncesinden söylemişlerdi. Kapitalizmin gösterisi ve bilhassa televizyonun kullanımıyla insanların, toplumların ayartılışlarını görmüşlerdi. Özellikle eğitim alanında nasıl kaybedildiğini anlatmışlardı. Fakat bu büyük insanların; okuyanı, dinleyeni pek fazla olmadı. Kitapları dahi tam anlamıyla entelektüel ortamlara ulaşamadı. Dünya 1960’lı yıllardan sonra toptan bir medya kapitalizminin esiri olmaktan kurtarılamadı. Bu kaybediliş en çok eğitim alanında yaşandı. Faşizmin klasik Avrupa’da özellikle Almanya ve İtalya’da tükenmesi ulus devlet paradigmasının gerilemesine sebep oldu. Eğitimin; ulus devlet döneminde kurucu babaları, kurucu iradeleri önceleyen “devlet için vatandaş yaratılması teorisi “; Avrupa birliği idealleri, liberalizm sayesinde zayıfladı. Ardından yaşanan 2. Dünya savaşının korkunç yıkımı öngörülenin aksine insanı güçlendirdi. Birey ilk kez en güçlü kıvamını yaşıyordu. Sadece soğuk savaşın ideolojik duvarları bireyleri engelleyebiliyordu. O da aşıldı. Hem de Doğu-Batı Berlin Duvarı’nı yıkmaya bizzat katılan M. Gorbaçov’un vurduğu çekiç darbeleri ile soğuk savaş da görünürde yok oluyordu.

Devir tamamen liberal ekonomiler devriydi. İnsanın önündeki bütün engeller kaldırılmalıydı. İnsan yüceliyordu. Fakat bu yücelmenin kapitalist zihin açısından fırsatlar yarattığını da görmemiz gerekir. Artık insandı, medya kapitalizminin kurbanı. İnsan; satış, pazarlama ve üretim unsuru oluyordu. “Çocukluğun Yitimi” derken dönüşen toplumu anlatan Neil Postman, “Normal insan kurgudur “diyen M. Foucault kadar haklıydı.

Medya kapitalizminin ürünlerini izliyorduk artık. Birinci Irak savaşını canlı yayında izleyen ve izleten kapitalizm, el yükselterek insanların bir ortamdaki yaşamlarını “pornografik” bir dürtüyle “ Biri Bizi Gözetliyor “ evlerini dikizliyordu. Bu programların ardından daha lümpenleri de doğdu. Kameralar önünde gelin seçen kaynanalara denk geliyorduk, evlilik konulu en aşağılık düzeyde televizyon programlarına maruz kalıyorduk. Kamera cam ekranın el uzuvlarıydı ve kamçılarıyla asalak haline getirdiği insanları sürülere katıyordu. Sürüler, sürülerin eğlenceleri ve gösteri toplumunun yakıtlarıydı. Herkes zengin olmalı, güzel olmalı, genç olmalı, giyimi de güzel olmalıydı. Güzellik dayatması ile güzel kavramının da içi boşalıyordu. “ Güzeli “ bulmak için yapılan aramalar, çabalar kapitalizmin ekmeğine yağ sürmekti. Bu bağlamda anlatımıma en güzel desteği Jean Baudrillard sunabilir : “ Sistem sadece zenginlik ve yoksulluk üreterek,........

© Fikir Coğrafyası


Get it on Google Play