43. İstanbul Film Festivali dünya sinemasının en yeni örnekleri, kült yapıtlar, usta yönetmenler ve genç yeteneklerin son filmlerinin de aralarında olduğu 132 uzun metrajlı ve 12 kısa filmden oluşan zengin bir program sunuyor. Festival, 12 gün boyunca, film gösterimlerinin yanı sıra konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla yapılacak söyleşiler, özel gösterimler ve etkinliklerle sinema dolu günler yaşatacak. Fil’m Hafızası ekibi olarak sizler için festivali takip edip filmler hakkında görüşlerimize yer vereceğimiz 43. İstanbul Film Festivali Günlüklerinin üçüncüsüyle karşınızdayız. Keyifli okumalar.

Mutfak / La Cocina (Yön. Alonso Ruizpalacios, 2024)

Mutfak ismi, daha önce birçok türevini izlediğimiz; tabaktaki yemeğin nasıl bir hünerle yapıldığını, tadının ne kadar enfes olduğunu, yemeğin bir sanat olduğunu anlatan filmlerden biri olduğunu düşündürüyor. Lakin Manhattan’ın oksijenin bile girmekte zorlandığı, yüksek binalar nedeniyle gökyüzünün dahi görünmediği bir cadde üstündeki restoranda geçen hikâye, oldukça politik bir yapıya sahip. Tıpkı New York’un kasvetli havasına uyum sağlarcasına siyah-beyaz bir renk paleti tercih eden, zaman zaman kameranın bakış açısını alışık olunmayan bir yöne çeviren Alonso Ruizpalacios, neredeyse tek mekânda çektiği filmde restoranın hiçbir köşesini kutsamıyor. Sıradan bir mutfak, sıradan tabaklar, özensiz sunumlar, rastgele yapılan servisler, kaos, seks, yıkım, sinir krizi, kavga, kan, göz yaşı, kayıp ve stop! Bir hırsızlık şüphesiyle başlayıp gittikçe tansiyonunu yükselten Mutfak, yemek dışında nerdeyse her şeye alan açıyor. Zira filmde restoran da yemek yemek de sadece bir araç. Anlatılmak istenilenler pekâlâ bambaşka bir mekânda da çekilebilirdi.

Filmin en çok odaklandığı mevzulardan biri göçmenlik meselesi aslında. Her biri farklı ülkelerden, farklı sebeplerle gelip güvencesiz, çalışma izni olmaksızın çalışanların özel yaşamlarındaki sıkıntılar; mutfağın atmosferini de haliyle etkilemektedir. Fakat her an patlamaya hazır durumda olan, tabiri caizse adeta bir düdüklü tencereyi andıran mutfak; Meksika göçmeni Pedro’nun çılgın ruh hâli ve yine aynı restoranda birlikte çalıştığı, çocuğuna hamile olan Julia ile aralarında yaşananlar üzerinden yıkıma uğruyor. Pedro, tüm güvencesiz koşullarda çalıştırılan, sömürülen, hunharca suçlanan, sadece arka kapıdan girip-çıkabilen herkes adına sisteme başkaldırır. Kişisel öfkesini de sisteme yönlendirerek yapar her şeyi. Pedro, beyaz bir Amerikalının mutfağının fişini çekerek, filmin en önemli metaforlarından biri olan restorandaki ıstakoz akvaryumunun temsil ettiği sınıf farkına itiraz eder. Hem de oldukça sert bir yerden yapar bunu. Neticede Pedro’nun bir homeless’a artan yemekler yerine ıstakoz hazırlayıp vermesi, yaklaşan başkaldırının habercisi değil miydi?

Filmi bugün 16.00’da Atlas 1948’de, 22 Nisan Pazartesi 21.30’da Kadıköy Sineması’nda veya 24 Nisan Çarşamba 16.00’da Cinewam City’s 7’de izleyebilirsiniz.

Tuba BÜDÜŞ

Dahomey (Yön. Mati Diop, 2024)

Afrika toprakları yıllarca Avrupalı ülkeler tarafından sömürüldü. Topraklarına, kültürlerine, kaynaklarına el konuldu, saldırıldı, yozlaştırıldı. Kendi kültürünü, kendi dilini empoze eden sömürgeciler, “medeniyet” kisvesi altında nice medeniyeti talan etti. Amerika kıtasına yerleşen kolonicilerin Afrikalıları adeta bir mal gibi gemilere bindirip köle olarak taşımasıysa apayrı bir mevzu. Avrupa “medeniyet”inin özellikle Güney Amerika ve Afrika halklarına neler yaptığı ne bu yazının ne de tek başına bir belgeselin baş edebileceği bir meseledir. Prömiyerini yaptığı Berlin Film Festivali’nde Altın Aslan’ı kazanan Dahomey, sömürünün sadece bir tarafına bakıyor. Lakin çok da önemli bir tarafına…

Sömürgeciler; yıllarca halkların kültürünü tırpanlamakla kalmamış, tarihi kalıntılarını da çalmıştır. Fakat Fransa Hükümeti nasıl olduysa binlerce sanat eserinden yirmi altı tanesini Benin’e iade eder. Yönetmen Diop, bu eserlerin Fransa’dan Benin’e taşınmasını, Benin’in bu eserler için bir müze inşa etmesini kayda alıyor. Fakat belgeseli ilginç kılan ve Altın Ayı almasına sebep olan kısmı çok daha başkadır. Benin’de yaşayan halkların kutsal saydığı Tanrılarına ait eserlerin getirilip müzeye konulmasının ardından bir grup öğrenci bir araya gelerek süreci tartışır. İşte bu tartışma esnasında sanık sandalyesine oturtulan Fransa ve bu sömürüyü hâlâ sessizce kabullenen Benin halkı yargılanır. Diop’un hiçbir müdahalesi olmayan bu tartışma sahnelerinin yanında bir diğer etkileyici şey ise Diop’un belgesele yaptığı tek kurgu hamlesidir. Benin’e getirilen yirmi altı parçanın sesi, bir üst ses olarak belgeselde oldukça etkileyici bir misyonu yerine getirmektedir. Yer yer aklıma Ahmet Ümit’in kaleme aldığı Kayıp Tanrılar Ülkesi sayesinde geniş kesimlerin de haberdar olduğu Berlin’deki Pergamon Müzesi ve o müzedeki eserlerin Bergama’dan getirilmiş olması geldi. Elbette Afrika ülkelerinde yaşanılanların yanında lafı bile olmaz ama mevzu kültürün çalınmasıyla ortaklı kurmamak mümkün değil. Tabii bu tartışmalardan ortaya çıkan en önemli soru da şu: “Peki, bu eserler yerinde kalsaydı korunabilir miydi?” Diop, asla bu sorulara yanıt vermek gibi bir niyet içerisinde değil. Koca koca soruları seyirciye sorarak perdeden çekiliyor. Geriye seyircinin bu sorularla boğuşması baki kalıyor.

Filmi 25 Nisan Perşembe 13.30’da Atlas 1948’de izleyebilirsiniz.

Tuba BÜDÜŞ

Zamanın Dışında/ Suspended Time/ Hours Du Temps (Yön. Olivier Assayas, 2024)

Olivier Assayas imzalı Zamanın Dışında, hepimizin şahit olduğu küresel salgını merkezine alan docudrama tarzında bir film olarak dikkat çekmektedir. Assayas’nın dış ses olarak kendisini konuşlandırdığı hikâyede pandeminin pik yaptığı döneme gitmekteyiz. İzolasyon sürecini çocukluk yıllarının geçtiği evde geçirmeye karar veren Paul (Olivier Assayas’ın temsili karakteri), kardeşi Etienne ve hayat arkadaşları Morgane ile Carole’u görmekteyiz. Her şeyin en ince ayrıntısına kadar dezenfekte edildiği, sosyal mesafelerin önemli rol oynadığı bu dönemi birtakım obsesyonlarla yürütmeye çalışan Paul öte yandan da sinemanın neye evrileceği, film izleme pratiklerinin değişimi hakkında çevimiçi toplantılara katılmaktadır. Kardeşi Etienne ise Paul’ün tamamen zıttı olan bir karakterdir. İnsanlık tarihinin ilk kardeş kavgasını ve ihanetini başlatan Kabil’den beri süregelen kardeş çatışması, Assayas’nın kurmaca otobiyografisinde iki küçük erkek çocuğu motivasyonuyla ele alınmaktadır. Zararsız, ancak oldukça gereksiz bu kardeş kavgaları film boyunca amaçsız bir iradeyle tekrarlanmaktadır.

Bir eve tıkılıp kalan dört kişi, dört farklı hayat, dört farklı bakış açısı; ancak hepsini burada kalmaya devam ettiren ortak bir nokta: sevgi. Hayranı olduğu David Hockney’den sık sık alıntılar yaparak iç motivasyonunu aktive eden Paul dünyayı sosyal mesafenin, hijyenin ve sevginin kurtaracağına olan inancı bir an bile yitirmez. Yine aynı şekilde pandeminin en yoğun ve tedirgin yaşandığı 2020 yılı ortalarında Baharın Gelişi, Normandiya sergisini açan David Hockney “sakın unutmayın, baharı iptal edemezler” mesajıyla davetlileri karşılıyordu. Tıpkı Assayas’da hayranı olduğu Hockney gibi aynı dertten muzdarip olan pandemi insanlarına umudun asla tükenmeyeceğine dair bir ümit vadediyor. Bu bağlamda zaten filmin kendi içinde çözülmeyen, eksik kalan, umutsuzluğa kapılan bir düğüm ya da çözülme noktası bulunmuyor. Paul ile ailesinin birkaç aylık izolasyon süreçlerine ve gündelik hayatlarına şahit oluyoruz sadece. Bu yakınlık Assayas objektifinden o kadar titiz bir anlatıyla aktarılıyor ki seyirci tüm filmi evdeki beşinci kişi bakışıyla izliyor.

Fransız sinemasının anlatı yapısıyla her zaman sorunları olan Assayas, Zamanın Dışında’da adeta bir süreliğine zamanı durdurmayı başarmaktadır. Sadece anda olan ana odaklanan sonraki sahnenin ne olacağının tedirginliğini yaşamayan saf bir sinema deneyimine şahit oluyoruz. Dünya prömiyerini Berlin film Festivali’nde yapan film, sakin çizdiği rotasıyla kaçırılmaması gereken bir yakın dönem filmi olarak seyirciyle buluşuyor.

İrem YAVUZER

Cennette Savaş/ Battle in Heaven/ Batalla En El Cielo (Yön. Carlos Reygadas, 2005)

Cennet imajı genelde mavi gökyüzü, beyaz bulutlar, ırmaklar, ışık demetleriyle tasvir edilir. Neredeyse hiç kimse cennet için Meksika, seks işçiliği, kaos ve sınıf çatışması örneğini vermez. Ancak söz konusu film bir Carlos Reygadas yönetimindeyse her şey anında tersine dönebilir.

2005 yılında vizyona giren Cennette Savaş, bu yıl restore edilmiş versiyonuyla İstanbul film Festivali’nde yerini aldı. Aradan geçen onca yıla rağmen filmin yarattığı rahatsız edici etki hâlâ geçerliliğini korumakta. Film devam ettiği süre boyunca hayata dair tüm gerçeklikleri sert bir tokat gibi insanların yüzüne vuruyor. Filmin gerçekçiliği ele aldığı konunun ya da başarılı oyunculuk performanslarının oldukça ötesinde. Güvenlik görevlisi Carlos ve patronunun kızı Ana’nın gizli ilişkisi oldukça rahatsız edici detaylarla veriliyor. Bu ilişkiyi masum bir aşk hikâyesi olarak okumak hayli zor. Carlos ve Ana’nın yakınlaşması bir sırrın ortaya çıkmasıyla başlıyor. Bu sırrın asıl sebebi de zengin kininden ve fakir halkın isyanından kaynaklanıyor.

Film ilk gösterime girdiği dönemde de sinema dünyasında büyük yankı uyandırmıştır. Sinemanın etiği üzerine geliştirilen onlarca kuramdan ve eleştiriden sonra Carlos Reygadas’ın kendine has üslubu yeni bir akım yaratmıştır diyebiliriz. Hatta neredeyse istismar sineması olarak sayabileceğimiz Cennette Savaş, oldukça yoğun seks sahneleri barındırmaktadır. Ancak bu sahnelerdeki ilişki tamamen gönüllü rızaya dayansa da filmin çatısında romantik bağlamda ele alınmaz ve klasik anlatının oldukça dışında bir yerden eylemini gerçekleştirir. Bu eylemlerin hepsi günlük rutinde tamamlanması gereken herhangi bir görevden farksızdır. Film barındırdığı şiddet ve yoğun cinsel içerikli görüntülerle pornografik okumalara da bakış atmaktadır. Arka planda varlığını hissettiren yoğun temalardan devlet, otorite, yalnızlaşan mutsuz bireyler bütün karakterleri ortak paydada toplamayı başarmış. Din sömürüsünden aile dinamiklerinin kopuşuna kadar uzanan bu çok yönlü kaos, hiç kuşku yok ki eril tahakkümden payını sert bir biçimde alıyor. Meksika’nın boğucu siyasal iklimi, trafikte sıkışan insanlar, her an kavga etmeye hazır erkekler hem ülke hem de karakterler hakkında bilmemiz gereken bütün detayları aşamalı bir şekilde yansıtıyor. Filmlerinde seyircisini rahatsız etmekten bir an bile çekinmeyen Reygadas, Cennette Savaş ile yine bütün eleştiri oklarını üstüne çekmeyi başarıyor.

Filmi 22 Nisan Pazartesi Atlas 1948’de izleyebilirsiniz.

İrem YAVUZER

The post 43. Uluslararası İstanbul Film Festivali Günlükleri -3 appeared first on Fil'm Hafızası.

QOSHE - 43. Uluslararası İstanbul Film Festivali Günlükleri -3 - Film Hafızası
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

43. Uluslararası İstanbul Film Festivali Günlükleri -3

8 0
20.04.2024

43. İstanbul Film Festivali dünya sinemasının en yeni örnekleri, kült yapıtlar, usta yönetmenler ve genç yeteneklerin son filmlerinin de aralarında olduğu 132 uzun metrajlı ve 12 kısa filmden oluşan zengin bir program sunuyor. Festival, 12 gün boyunca, film gösterimlerinin yanı sıra konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla yapılacak söyleşiler, özel gösterimler ve etkinliklerle sinema dolu günler yaşatacak. Fil’m Hafızası ekibi olarak sizler için festivali takip edip filmler hakkında görüşlerimize yer vereceğimiz 43. İstanbul Film Festivali Günlüklerinin üçüncüsüyle karşınızdayız. Keyifli okumalar.

Mutfak / La Cocina (Yön. Alonso Ruizpalacios, 2024)

Mutfak ismi, daha önce birçok türevini izlediğimiz; tabaktaki yemeğin nasıl bir hünerle yapıldığını, tadının ne kadar enfes olduğunu, yemeğin bir sanat olduğunu anlatan filmlerden biri olduğunu düşündürüyor. Lakin Manhattan’ın oksijenin bile girmekte zorlandığı, yüksek binalar nedeniyle gökyüzünün dahi görünmediği bir cadde üstündeki restoranda geçen hikâye, oldukça politik bir yapıya sahip. Tıpkı New York’un kasvetli havasına uyum sağlarcasına siyah-beyaz bir renk paleti tercih eden, zaman zaman kameranın bakış açısını alışık olunmayan bir yöne çeviren Alonso Ruizpalacios, neredeyse tek mekânda çektiği filmde restoranın hiçbir köşesini kutsamıyor. Sıradan bir mutfak, sıradan tabaklar, özensiz sunumlar, rastgele yapılan servisler, kaos, seks, yıkım, sinir krizi, kavga, kan, göz yaşı, kayıp ve stop! Bir hırsızlık şüphesiyle başlayıp gittikçe tansiyonunu yükselten Mutfak, yemek dışında nerdeyse her şeye alan açıyor. Zira filmde restoran da yemek yemek de sadece bir araç. Anlatılmak istenilenler pekâlâ bambaşka bir mekânda da çekilebilirdi.

Filmin en çok odaklandığı mevzulardan biri göçmenlik meselesi aslında. Her biri farklı ülkelerden, farklı sebeplerle gelip güvencesiz, çalışma izni olmaksızın çalışanların özel yaşamlarındaki sıkıntılar; mutfağın atmosferini de haliyle etkilemektedir. Fakat her an patlamaya hazır durumda olan, tabiri caizse adeta bir düdüklü tencereyi andıran mutfak; Meksika göçmeni Pedro’nun çılgın ruh hâli ve yine aynı restoranda birlikte çalıştığı, çocuğuna hamile olan Julia ile aralarında yaşananlar üzerinden yıkıma uğruyor. Pedro, tüm güvencesiz koşullarda çalıştırılan, sömürülen, hunharca suçlanan, sadece arka kapıdan girip-çıkabilen herkes adına sisteme başkaldırır. Kişisel öfkesini de sisteme yönlendirerek yapar her şeyi. Pedro, beyaz bir Amerikalının mutfağının fişini çekerek, filmin en önemli metaforlarından biri olan restorandaki ıstakoz akvaryumunun temsil ettiği sınıf farkına itiraz eder. Hem de oldukça sert bir yerden yapar bunu. Neticede Pedro’nun bir homeless’a artan yemekler yerine ıstakoz hazırlayıp vermesi, yaklaşan başkaldırının habercisi değil miydi?

Filmi bugün 16.00’da Atlas 1948’de, 22 Nisan Pazartesi 21.30’da Kadıköy Sineması’nda veya 24 Nisan Çarşamba 16.00’da Cinewam City’s 7’de izleyebilirsiniz.

Tuba BÜDÜŞ

Dahomey (Yön. Mati Diop, 2024)

Afrika toprakları yıllarca Avrupalı ülkeler tarafından sömürüldü. Topraklarına, kültürlerine, kaynaklarına el konuldu, saldırıldı, yozlaştırıldı. Kendi kültürünü, kendi dilini empoze eden sömürgeciler, “medeniyet” kisvesi altında nice medeniyeti talan etti. Amerika kıtasına yerleşen kolonicilerin Afrikalıları adeta bir mal gibi gemilere bindirip köle olarak taşımasıysa apayrı bir mevzu. Avrupa “medeniyet”inin özellikle Güney Amerika ve Afrika halklarına neler yaptığı ne bu yazının ne de tek başına bir belgeselin baş edebileceği bir meseledir. Prömiyerini yaptığı Berlin Film........

© Film Hafızası


Get it on Google Play