Kişinin biri günün birinde huzurlu bir ânı hatırlamanın derdine düşer. Bu huzurlu ânın ona getirdiği iç açıcı ifade, gündeliğin ya da yaşamın içinden gelen yıkıcı oluşları unutturmanın yarattığı ‘şey’ çoğu zaman paha biçilmezdir. Dünyanın birçok kez yıkıldığı gerçeği, sırasıyla sesleri/harfleri, kelimeleri, cümleleri ve tüm yapıyı birleştiren şeyleri yaratanın sıkça aklındadır. Bazı bazı dünyadan kaçmak gereğinin ya da onu sürekli “ekranından/perdesinden” çıkarmamanın savaşında sinema ona kalkabilme dayanağı olur. Bu dayanak zamanı geldiğinde sarsıcı bir alanın da yerini gösterir. Kalkabilen kişinin bir zamanlar düştüğü gerçeği onun baktığı, gördüğü çoğu yere sinmiştir. Bizler bir şekilde sinema olmadan yaşayamayan kişileriz, onun her şeyimiz olmadığı gerçeğini unutmadan. Burada gördüğünüz filmler, yaratılar metnin yazarının sinema deyince aklına gelenlerden [1] sadece birkaçıdır. Yaşarken, yaşamak çokça tıkanmışken veya şeyler yok olmanın ucuna gelmişken bir şekilde sığındığı ya da onunla sarsıldıklarıdır. Sözün özü burada konuştuklarımız, Amour’un (2012) Georges’unun “filmi hatırlamıyorum ama hissettirdiklerini hatırlıyorum” dediği (ona yakın olan) filmlerdir.

Çocukluğumun sıkıcı yazlarından birinde sokağın ortasında öylece yatan bir kediyi hatırlıyorum. Cansız bedeniyle tüm ifadeleri (ya da ifadesizliği) kendinde toplamıştı. Senelerce kâbusum oldu. Dünyanın en trajik imgelerinden biriyle karşılaşmış olmak hâlâ unutamadığım şeylerden biri. Unutmamış olacağım ki seneler sonra sürekli tekrarladığım gece yürüyüşlerinden birinde karşılaştığım, öylece bana gülen bir diğer kedi bazı dinamiklerin değiştiğinin (dünyanın yıkıcılığını unutmadan) habercisi olabilirdi. Hem insan gibi ağlıyordu hem de insan gibi gülüyordu. Sinemanın beni çoğu kez sarstığı gerçekliktekine benzer bir imge, hayatımın çoğu yerinden birini dolduruyordu. Dünyanın bu ikiliğinin, yaşamak ve ölmekteki diri ifadeden fazlası olmadığını biliyordum. Sinema da çoğu zaman böyledir, bir açılış ve kapanış.

Tokyo Story (Yön. Yasujirō Ozu, 1953)

Japon sinematiğini, dünya sinematiğini, evrendeki herhangi bir sinematiği Yasujirō Ozu olmadan düşünemem. Onun Tokyo Story (1953) filmini gördüğümden beri bu düşüncem değişmedi. Ondaki ânın içine yerleşmiş küçük mutlu ifadelerin arkasından bakakaldığım olmuştur. Bu filmden bahsederken aklımdan hiçbir zaman çıkmayacak iki şey vardır. Birincisi Ozu’nun tanrısal oluşudur, ikincisi Setsuko Hara’yı gördüğümden beri onun gibi bir ifadeyi taşıyanı hiçbir zaman görmemiş olmamdır. Ayrılığın acısını bile içine saklarken perdede diri duruşu gariptir bana hep huzur vermiştir. Sanki Ozu, bu filmle evrenin bir yerine sıkışmış ve bulunmasını istediği “mutluluk anlarının” alanını (nerde olduğu ve ona doğru yürümenin veya koşmanın gerektiğinin) gösterir. Tebessüm yüze yapışır ve bizler mutlu ifadenin yarattığı gerekliliğin uzun cümlelerle açıklanamayacağı gerçeğini görürüz. Bu yüzden cümle burada biter.

Summertime (Yön. David Lean, 1955)

Summertime’ın (1955) bana hatırlattığı bir yaz mevsiminin öğleden sonrasının dinginliğidir. Şeyler çokça yerine oturmuştur, mekânın, manzaranın huzur doluluğu kişiyi mutlu eder. Ânın içinden gelen rüzgâr, dinçlik verir. Öylece, dünya kişiyi şeylerdeki küçük anların sıcaklığına teşvik eder. Jane Hudson’ın (Katharine Hepburn) kırılgan, neden geldiğini bilmediği Venedik’in onu bir şekilde kucakladığı alandaki ifadeleri ilgi çekicidir. Venedik mucizenin – bir aşk romanının netliğiyle – diliyle görünür. Hudson kişiliğini unutur, Hepburn’ün ifadesi öylece yerleşir perdeye. Lean’in mekânın bir roman pozuyla gözükmesini sağlamasıyla şeyler yerli yerine oturur. Gündüz düşünün pırıl pırıl görüntüsü izleyicisini de ona gösterilenden fazlasına yaklaştırmaz. Doğal olarak Venedik, evrendeki herhangi bir kavramdan, oluştan önce varlığa “aşkı” gösterir. Aşk, huzur dolu bir ânın (yerine göre trajik olanın) olmazsa olmazıdır. Kişi onunla yaşar, onunla savaşır, onunla uyur ve/veya onunla sonsuzluğa ilerler. Öylece bir mutluluk ânımın içine giren Jane, yaratıyı şekillendiren ve ona dinamiğini getiren karakter, öylece bir trenle ayrılır şehirden. Bir yaz ayının dinginliği de meyvelerini ortaya serer. Bakakalırız arkasından ifadelerin, aşkın, şehrin.

Paths of Glory (Yön. Stanley Kubrick, 1957)

Geçen notlarıma baktığımda Paths of Glory’nin (1957) izlediğim ilk Kubrick filmi olduğunu gördüm. Onun bana hissettirdikleri, Kubrick filmlerinin çoğunda olduğu gibi – Eyes Wide Shut dışında – karmaşıktır. Bir tepeye hızlıca çıkıp aynı hızda o tepeden aşağıya inmekteki gariplikle [2] eşdeğerdir. Savaşın yıkıcılığının içinde artık şeylerdeki bitişe yaklaşılır. Öldürülecekleri bilinen varlıklar, evrenin en trajik ifadelerini yaratır. Kubrick’in sinematik dehası pozları, açının dinamiğini birleştirir. Yaratıcının bakışı mesafeyi de bilerek eşit parçalara ayrılır. Savaşın karşısında olmanın (!) değeri bilinir ancak bunun tek başına pek de bir şey ifade etmeyeceği unutulmaz. Dünyanın bir şekilde ezik beyinlerin kendilerinden-uzaklaşmayan aynalarından (ve bu aynalarındaki görüntülerinden) çektiğini hiçbir şeyden çekmediğini gösterir. Acı dolu ilerleyişin – Zaferin Yolları adındaki ironinin – önünde acıdan başka bir şey olmadığının ifadesidir buradaki. Tüm yollar neredeyse aynı yere çıkar, aynı yer kişiyi defalarca sarsar, sarsan şeyse çokça unutulmaz. Benim unutmadığım gibi. Son olarak hayatım boyunca unutmayacağım bir repliği de [3] dile getirir: Borç isterken çekinmenize gerek yok, reddederken çok kibar davranırız.”

Blade Runner (Yön. Ridley Scott, 1982)

Onu izlediğimde aklıma gelen ilk ve tek şey “öylece yağan bir yağmurdan” başkası değildir. Bu yağmur, doğal olarak distopik zamanın yıkıcı şehrinin ifadelerini birbirine çarpar, birleştirir ve/veya dağıtır. İlginçtir evrende ilk kez yağan yağmurdan kimsenin kaçmadığını görürüz. Kaçmadığı derken, artık yağmurun da pek önemi kalmamıştır. Herkesin derdi, Nexus-6 replikası olsun olmasın bir şekilde oradaki karmaşadan uzaklaşmaktır. Zaman değişmiştir ama karmaşayı gören varlığın kaçma gereğini bilmesi değişmemiştir. İçten içe bir aşk ânının (Yapay olarak kodlanmış bir varlık aşkın değerini azaltır mı?) huzurunu da taşır. Tüm yıkıcılığın içinde, şehrin darmadağın görüntüsünde bir yerlerde mutlu oluşlara dâir imleyişler yaratılır. Kaçışların, orada olmak istemeyişlerin unutturmak istediği bir şeyler de olabilir. Birileri avcıdır, birileri av da diyebilir yaratı. İnsan gibi olanın cani olduğunu, bir replikanın insandan fazlası olduğunu da söyleyebilir. Bunlar özelinde, kim Roy Batty’in ünlü tiradında [4] uzunca boşluğa bakmamıştır? Bu boşluk kişiyi içine çeken boşluklardan biridir, bunu bilmekte fayda var. Sonrası ise öylece bakmak gereği, aşk ölür, görüntüler ölür, karmaşa kalır. Sözün özü insan kazanır.

Wings of Desire (Yön. Wim Wenders, 1987)

Wings of Desire, sinemanın artık beni bir yere götürmediğinin (gerekli midir?) farkında olduğum zamanlarda bir şekilde yaşama dönmemi sağlayan ender yaratılardandır. Tam zamanında [5] bana gelen, yaklaşan kutsal sestir. Bu kutsallık tüm varlıkların dilinden konuşur. Hem bağırır hem de susar. Berlin’i göğünden, yerinden izleyen meleklerinin tanık olduğu tüm sesler, bağlandıkları tüm yaşamlar bana bir şeylerin yeniden yaratıldığını göstermiştir. Bu yeniden yaratılmış olmak aynı anda artık her şeyin eskisi gibi olmayacağı hissini de getirmiştir. Bu ikiliğin garip uyumunda bana “susmanın ve bakmanın/görmenin” gereği yardımcı oldu. Onun kadar kişiyi yaşamda tutan bir film var mıdır bilmiyorum ama tanrıların dilinden konuşmaya en yakın hangi filmdir diye sorsalar tartışmasız sayacağım üç filmden biri [6] o olurdu. Tabii Bruno Ganz… Yani, bilmiyorum ama onu gördüğüm sayısız filmde ona bakmanın, içteki güçlü ifadeye bakmanın ne kadar mutluluk verici olduğunu düşünmeden edemem. Bruno Ganz’ı izlemiş olmak her zaman kutsallarımdan biri oldu. Herhangi bir ifadesi, hüzünlenmiş ve mutlu öylece yapışır perdeye. Kişi onu perdeden sırtlanır ve yanında taşır. Galiba onu (yani hem filmi hem de Ganz’ı) bir kez daha hatırlamanın zamanı gelmiştir.

Oslo, August 31st (Yön. Joachim Trier, 2011)

Ondan bahsederken çoğunlukla “bilmiyorum” demekten [7] fazlasını söylemem. Herhangi bir taşı yüklenip öylece ilerlemek, tepeyi sonsuz kere tırmanmaktır onunla tanışmış olmak benim için. İlerlerim, dünyanın sonundan düşmeyi isterken bile öylece giderim. Sonsuz kere sonsuz, yıkımın tarafına çeker beni. Dünyanın çokça konuştuğu ifadenin alanında, kişinin biri tüm gerçekliğin farkına varmıştır. Farkında olan büyük ihtimalle yok oluşlara yakındır. Dibi gösterir, Nietzsche’nin “uçuruma bakanın uçurumun parçası olduğu” gerçeğinden fazlası değildir. Benim için fazlasıyla yıkıcıdır, dünyayı çoğu kez sarsar. Kâbuslarımdan biridir, sinematik deneyim alanından çıkar ve üzerime koşar. Bana çarptıktan sonra tekrar yerine döner ve bir kez daha koşar. Bunu sonsuz tekrarlar. Doğal olarak onun içinde kaybolmuş gibi hissettirir. Öylece bakakaldığımız zamanların üst alanlarında yer almıştır. Söz bitti dedirtir ancak sayfalarca yazdırır, konuşturur. Aynı anda her şeyi bildiğimi gösterir ve hiçbir şeyi bilmediğimi gösterir. Bilmediğimi söylerken rahatlatır, bildiğimi söylerken korkutur. Anders’in kaybolmuşluğu (yol çoğu zaman onu taşıyandır) alımlayıcısının da parçasıdır. Dünyadan düşmenin ne demek olduğunu gösterir. Öylece kaybolurum, düşerim ve perde kararır. Perde ilk kez kararır. Kararan şey beraberinde noktayı da getirir.

Amour (Yön. Michael Haneke, 2012)

Aşk ile ilgili düşünürken bazen ona takılmadan geçemem. Büyük ihtimalle onu geçememişimdir. Kendi kendime aşk en çok neye benzer diye sorduğumda cevabını yıkımla ilgili bir şeye yaklaştırma gereği hissederim. Amour’u (2012) ilk kez izlediğim zamanın çarpıcılığını hatırlıyorum. Silkelenmek istememe rağmen öylece durdum. Bu duruş hareket edişin zıddı olanla karıştırılmasın. Kişi bazen ilerlerken bile durmuş gibi hisseder. Bu da o duruşlardandı. Evin her odası trajik olanla kaplıydı. Bu trajik, sonunu sıkça yıkıcılıkla getiren bir mitolojik varlığın yaşadıkları gibi gözükebilir ama tam olarak öyle değil. Huzurlu bir bitişte, yıkıcılığını zaman zaman unutturabilir. Öylece yok olunur, sesler kesilir. Anılar sinematik zamanın içerisine sıkışır. Çoğu zaman korkulan şeyle aynı alanda oturulur. Birbirimizi izleriz, öylece bakarız. Kimin önce ayağa kalkacağı belli değildir ama kimin ilk önce oturduğu bellidir. Sinematiğin iki tanrısal varlığını, Jean-Louis Trintignant ve Emmanuelle Riva’yı izlemenin keyfi vardır, aynı anda sinematik zamanın dışında onların yaşlılıklarındaki yıkıcı ifadeyi görmenin dayanılmaz huzursuzluğu da vardır. Biri birini yok eder, sonsuzluğa yaklaşır. Evrende aşkla ilgili bir şeyler söylerken ondan bahsedeceğim için ödüm kopar, bazen de ona yaklaşmadan edemem. Amour’un sesi çok uzaklardan gelir, bu uzaklık bile kişiyi sarsmaya yeter.

Bonus Olarak Bir Film: Love and Anarchy (Yön. Lina Wertmüller, 1973)

Onu bende unutulmaz kılanlardan biri yaratısını çevreleyen kısmının bir “cümbüş” hâli olmasıdır. İtalyan sinematiğinde bu cümbüş ifadesi çoğu zaman Fellini [8] ile özdeşleştirilir. Renkler vardır, yaşamlarının getirdiği sıkıcılıkla mücadeleler vardır, mutlu olmak gereğinin cisimleşmiş netliği vardır. Bunlardan daha öncesinde ise bir karakteri görüp büyülenmişliğim vardır. Tunin’in (Giancarlo Giannini) pozu sinematikte gördüğüm en içsel masumiyeti, güçlü ifadeyi barındırır. Çoğu zaman Keaton’ın aksilikler içinde dolaşan ve parodik pozlarını gösteren görüntüsünü aklıma getirir. Sürekli başına gelenlerle uğraşır. Öylece ekranı ortalayan, neden orada olduğunu kestiremediğimiz biri belirir. Sanki kelimeleri, söylemesi gerekeni unutmuş gibi durur. Konuştuğunda da etkisiz olan görüntüsüyle çatışan bir şeyi ortaya çıkarır. Hırpanidir, görüntüsünü unutmaya çalışır gibi davranır. Faşist Mussolini polislerinden saklandığı yer, akla ilk gelecek ama pek de gelmesi istenmeyen yerlerden biridir. Şöyle ki burası bir genelevdir, saklanılacak son yerdir erkek için, ancak saklanmak gereği baskın gelir. Tabii böyle bir alandan aşk ifadesi de yaratılır. Artık her şeyi karmaşıklaştırmak ve garipleştirmek için tüm sinematik kodlar kullanılır. Geriye sadece Tunin’in ifadesi kalır. Benim aklımda kalan da odur.

SON NOTLAR

[1] Bu birkaçı ibaresinin sonsuz-kere-sonsuz olduğunu da eklemeden geçmek istemem.

[2] Denenmesi gerekli değil, bu çabanın ötesi veya sonu yoktur.

[3] Bu repliği bazen eğip bükerim, gündelik hayatım çoğu yerinde kullanırım. Bağlamından kopardığım olur ama hep işe yarar.

[4] Genelde benim yazı biçemime uymaz böyle yükselen seslerle vurgu yapmak ama bu tirat fazlasıyla güçlüdür.

[5] Yaratının dili kutsaldır, seslenme şekli kutsaldır ve adandığı kişiler kutsaldır.

[6] Diğerleri Nostalghia (1983) ve Holy Motors (2012).

[7] Bu bilmiyorum kelimesinin ne anlama geldiğini anlattığım fazlasıyla kötü bir yazı için bkz.

[8] Burada Wertmüller sinematiğinin değerini asla bir erkek sinemacının sinema diliyle benzeştirmek gafletine düşmüyorum. Sadece çağrışım alanından bahsediyorum.

The post Yaşamak, Yaşamak ve Ölmek: Düşmek, Kalk(ama)mak ve Öylece Durmak Üzerine appeared first on Fil'm Hafızası.

QOSHE - Yaşamak, Yaşamak ve Ölmek: Düşmek, Kalk(ama)mak ve Öylece Durmak Üzerine - Mustafa Yılmaz
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Yaşamak, Yaşamak ve Ölmek: Düşmek, Kalk(ama)mak ve Öylece Durmak Üzerine

9 0
26.02.2024

Kişinin biri günün birinde huzurlu bir ânı hatırlamanın derdine düşer. Bu huzurlu ânın ona getirdiği iç açıcı ifade, gündeliğin ya da yaşamın içinden gelen yıkıcı oluşları unutturmanın yarattığı ‘şey’ çoğu zaman paha biçilmezdir. Dünyanın birçok kez yıkıldığı gerçeği, sırasıyla sesleri/harfleri, kelimeleri, cümleleri ve tüm yapıyı birleştiren şeyleri yaratanın sıkça aklındadır. Bazı bazı dünyadan kaçmak gereğinin ya da onu sürekli “ekranından/perdesinden” çıkarmamanın savaşında sinema ona kalkabilme dayanağı olur. Bu dayanak zamanı geldiğinde sarsıcı bir alanın da yerini gösterir. Kalkabilen kişinin bir zamanlar düştüğü gerçeği onun baktığı, gördüğü çoğu yere sinmiştir. Bizler bir şekilde sinema olmadan yaşayamayan kişileriz, onun her şeyimiz olmadığı gerçeğini unutmadan. Burada gördüğünüz filmler, yaratılar metnin yazarının sinema deyince aklına gelenlerden [1] sadece birkaçıdır. Yaşarken, yaşamak çokça tıkanmışken veya şeyler yok olmanın ucuna gelmişken bir şekilde sığındığı ya da onunla sarsıldıklarıdır. Sözün özü burada konuştuklarımız, Amour’un (2012) Georges’unun “filmi hatırlamıyorum ama hissettirdiklerini hatırlıyorum” dediği (ona yakın olan) filmlerdir.

Çocukluğumun sıkıcı yazlarından birinde sokağın ortasında öylece yatan bir kediyi hatırlıyorum. Cansız bedeniyle tüm ifadeleri (ya da ifadesizliği) kendinde toplamıştı. Senelerce kâbusum oldu. Dünyanın en trajik imgelerinden biriyle karşılaşmış olmak hâlâ unutamadığım şeylerden biri. Unutmamış olacağım ki seneler sonra sürekli tekrarladığım gece yürüyüşlerinden birinde karşılaştığım, öylece bana gülen bir diğer kedi bazı dinamiklerin değiştiğinin (dünyanın yıkıcılığını unutmadan) habercisi olabilirdi. Hem insan gibi ağlıyordu hem de insan gibi gülüyordu. Sinemanın beni çoğu kez sarstığı gerçekliktekine benzer bir imge, hayatımın çoğu yerinden birini dolduruyordu. Dünyanın bu ikiliğinin, yaşamak ve ölmekteki diri ifadeden fazlası olmadığını biliyordum. Sinema da çoğu zaman böyledir, bir açılış ve kapanış.

Tokyo Story (Yön. Yasujirō Ozu, 1953)

Japon sinematiğini, dünya sinematiğini, evrendeki herhangi bir sinematiği Yasujirō Ozu olmadan düşünemem. Onun Tokyo Story (1953) filmini gördüğümden beri bu düşüncem değişmedi. Ondaki ânın içine yerleşmiş küçük mutlu ifadelerin arkasından bakakaldığım olmuştur. Bu filmden bahsederken aklımdan hiçbir zaman çıkmayacak iki şey vardır. Birincisi Ozu’nun tanrısal oluşudur, ikincisi Setsuko Hara’yı gördüğümden beri onun gibi bir ifadeyi taşıyanı hiçbir zaman görmemiş olmamdır. Ayrılığın acısını bile içine saklarken perdede diri duruşu gariptir bana hep huzur vermiştir. Sanki Ozu, bu filmle evrenin bir yerine sıkışmış ve bulunmasını istediği “mutluluk anlarının” alanını (nerde olduğu ve ona doğru yürümenin veya koşmanın gerektiğinin) gösterir. Tebessüm yüze yapışır ve bizler mutlu ifadenin yarattığı gerekliliğin uzun cümlelerle açıklanamayacağı gerçeğini görürüz. Bu yüzden cümle burada biter.

Summertime (Yön. David Lean, 1955)

Summertime’ın (1955) bana hatırlattığı bir yaz mevsiminin öğleden sonrasının dinginliğidir. Şeyler çokça yerine oturmuştur, mekânın, manzaranın huzur doluluğu kişiyi mutlu eder. Ânın içinden gelen rüzgâr, dinçlik verir. Öylece, dünya kişiyi şeylerdeki küçük anların sıcaklığına teşvik eder. Jane Hudson’ın (Katharine Hepburn) kırılgan, neden geldiğini bilmediği Venedik’in onu bir şekilde kucakladığı alandaki ifadeleri ilgi çekicidir. Venedik mucizenin – bir aşk romanının netliğiyle – diliyle görünür. Hudson kişiliğini unutur, Hepburn’ün ifadesi öylece yerleşir perdeye. Lean’in mekânın bir roman pozuyla gözükmesini sağlamasıyla şeyler yerli yerine oturur. Gündüz düşünün pırıl pırıl görüntüsü izleyicisini de ona gösterilenden fazlasına yaklaştırmaz. Doğal olarak Venedik, evrendeki herhangi bir kavramdan, oluştan önce varlığa “aşkı” gösterir. Aşk, huzur dolu bir ânın (yerine göre trajik olanın) olmazsa olmazıdır. Kişi onunla yaşar, onunla savaşır, onunla uyur ve/veya onunla sonsuzluğa ilerler. Öylece bir mutluluk ânımın içine giren Jane, yaratıyı şekillendiren ve ona dinamiğini getiren karakter, öylece bir trenle ayrılır şehirden. Bir yaz ayının dinginliği de meyvelerini ortaya serer. Bakakalırız arkasından ifadelerin, aşkın, şehrin.

Paths of Glory (Yön. Stanley Kubrick, 1957)

Geçen notlarıma baktığımda Paths of Glory’nin (1957) izlediğim ilk Kubrick filmi olduğunu gördüm.........

© Film Hafızası


Get it on Google Play