7 yıl önce İrem Afşin’le, evinin çalışma odasında yapıldığından olsa gerek, samimiyeti fazlasıyla hissedilen bir söyleşide, “belki de ölmeden önce çok fazla şey anlatmak istediğinden”, kısa hikayelerine uzun soluklu hayatları sığdırmaya çalıştığını söylüyordu Ahmet Tulgar. “Hayatın yazılmış halini daha çok sevdiğini” de ekliyordu. Kendisinin bile anımsamakta zorlandığı kadar çok yayında muhabir, köşe yazarı, röportajcı ve yönetici olarak çalıştığı için çoğumuzun gazeteci kimliğiyle tanıdığı Tulgar’ı 2022 yılında beklenmedik biçimde kaybettik.

Yazma yolculuğuna hikayeler tasarlayıp yazarak başladığını her fırsatta anlatıyordu Tulgar. İlk öykülerini cezaevindeyken yazıp dışarıya, Murat Belge’ye yollamıştı. Hikayeler beğenildi. O günden sonra edebiyat hiç elini bırakmadı onun. Birçok meslek gibi geleneksel gazeteciliğin hükmünü, onurunu kaybettiği bu çağdaki edebi üretkenliğine bakınca, hikayelerine sığınarak ayakta kaldığını düşünüyor insan. Sektörün insan malzemesine değil, teknolojiye, gösterişli binalara yatırım yapmasından şikayetçi olan, bir kurumda çok tutuluyorsa, mütehakkim bir politik figür tarafından onay görüyorsa hemen oradan kaçmaya bakan biriydi Ahmet Tulgar. Çünkü kendisini zamanında mahpusluğa sürükleyen muhalif tavrını, politik tutarlılığını, açık sözlülüğünü, haksızlığa uğrayanın yanında olma kararlılığını hiçbir şart altında yitirmemişti. Türkiye, “insanları evsiz bırakan bir ülke”ydi ona göre. Kaçanlar, sürgün edilenler ve yaşama hakları ellerinden alınanlar… “Böyle bir toplumsal malzeme üzerine gelecek kurmak zor gözüküyor”du ona. “Türkiye’den Türkçeye sığındım” diyordu. Dilin masumiyetine inanmaktan hiç vazgeçmemişti.

Kısacık hikayelerinin karakterlerini, uzun erimli bir senaryonun karakterleri, uzun yol arkadaşları gibi ince işçilikle yontmuştu Tulgar. O birkaç sayfada arz-ı endam ettikleriyle kalmazlardı. Tulgar onları hayatlarının her evresiyle, karakterleri ve bedensel özellikleriyle tasarlardı. Belki o sebepten, bir hikayeyi okuyup bitirdiğinizde, karakterler uzun süre sizde kalırlardı. Yerine göre sizi rahatsız ederler veya onlara yakınlık hissederdiniz. Tanış olduğunuz birilerine benzetir, hayatlarının bundan sonrasında neler yaşayacaklarını, kader çizgilerinin nasıl çizileceğini hayal ederken bulurdunuz kendinizi.

Tulgar’ın hikayeleri ve iki romanında karşımıza çıkan bir başka başat unsur ise dizginlenemez arzu, özellikle de cinsel arzuydu. Simgesel olarak kullanmayı çok sevdiği su gibi akışkandı bu arzu. Zapt edilemezdi. Duygusal Anatomi ve Arzunun Serbest Dolaşımı’nda karşımıza daha sık çıkıyordu cinsel arzunun denetlenemezliğini merkeze alan hikayeler. Her türlü bedensel sıvı gürül gürül akardı bu hikayelerde. Uzuvların ruhla olan ilgisinin peşine düştüğünü söylüyordu Ahmet Tulgar. Sorumluluğu sırtlamak, ayakları yere basmak, sorunları göğüslemek vb. “Anatominin duygusal bir şey olduğunu, insan anatomisinin kültürü ve ruh halini belirlediğini” savunuyordu. İnsan bedeni üzerine düşünmeyi, eğretilemeler yapmayı seviyordu. Damarlar, kıvrımlar, adaleler, eklemler, tırnaklar… Bedeni saran kıyafetin de arzuyla ilintisini kuruyordu. Arzunun Serbest Dolaşımı’ndaki “Golf” öyküsünde, kaportacı Hasan’ın iş tulumundan tahrik olan Suzan’ı anlatırken “salopet mekaniği” gibi yaratıcı bir kavramı anlatı boyunca arzuyu hissettirecek kadar maharetle kullanıyordu mesela. Hasan gibi kendi sosyal çevresine uzak bir karakteri nasıl kurguladığını merak ederken, medya plazaların küstahça yükseldiği Bağcılar’da, insanlık dışı ofis ortamından kaçıp oto sanayideki üçüncü sınıf bir pastaneye oturarak çevreyi gözlemleyip defterine notlar aldığını öğreniyordunuz söyleşilerinden birinden.

Bir de ritim önemliydi Ahmet Tulgar’da. Müziğin ritmi kadar bakışın, bedensel salınımın, sözlerin, suyun ritmi… Avusturya Lisesi’ndeki mutlu ve neşeli çocukluk, gençlik yıllarına dayanan derin müzik bilgisini, özellikle Bach hayranlığını hissetmek mümkündü hikayelerinde. “Duygu kadar aklı ve zekayı da provoke eden bir müziktir” diyordu Bach’ın besteleri için. “Bilimsel bir eser gibi” dinliyordu Bach’ı. Özellikle Arzunun Serbest Dolaşımı’ndaki hikayelerdeki vakum metaforu yine Bach’tan ilhamla kullanılmıştı. Bir melodiye, söze, mimiğe, ruh haline sığan, sıkışan, büzüşen duygular. Kimi zaman olumlu, kimi zaman olumsuz anlamda yoğun, bazen de boğucu.

YouTube’daki söyleşilerini izlerseniz, derin bakan, tek bir noktaya odaklanamayan, kocaman gözleriyle bir şeyler arayan, anlatan biri olduğunu fark edeceksiniz. Keyifli mi, alaycı mı, beklenti içinde mi olduğunu hemen ve apaçık belli eden, meydan okuyan, kül yutmaz, çoğunlukla muzip ve dostlarının ardından sık vurguladıkları gibi zeki, renkli birinin bakışı. Bir kitabına adını verecek kadar üzerinde durur bakma pratiğinin Tulgar. Kafelerde otururken, trafikte sıkışmışken insanları süzdüğünü, kalan tortuyu hikaye ve romanlarında kullanmak üzere zihnine veya defterine kaydettiğini söyler. Bir söyleşi ustası olarak onu meslektaşlarından farklı kılanın da, gözlemlerinin tortusuyla muhatabının içine, görünmeyen yanlarına bakmak olduğunu düşündürür anlattıkları. Bir çocuk gibi şaşarak yaşadığı bellidir ve söyleşilerini özellikli yapan şeyin merakının peşinden gitmesi olduğunu söyler.

Arzunun Serbest Dolaşımı’ndaki hikayeler eril tahakküme yönelik ağır bir eleştiri içerdiği kadar, Tulgar’ın Türkiye ve dünya siyasetine, içine yuvarlanmakta olduğumuz karanlık dehlizlere bakışını da gösterir okura. “Tutarlı İfade”de “rejim değişikliği” döneminin güçlü figürü, beylik tabancasını fallik sembol olarak gören bir emniyetçidir. Volkan’ın Romanı’ndaki gibi karanlık bir portre çizer Tulgar bu hikayede. Aynı zamanda hikaye kişilerinin yaşadıkları lüks sitedeki bir partinin tasviri güncel Türkiye panoramasıdır. “Eğlence Kültürü” bir kara anlatıdır ve toplumsal barış ihtimalinin yitirilişine, başkalarının acısından tatmin olmaya, ortalık yangın yeriyken eğlenceye düşkünlük göstermenin yarattığı karamsarlığa gönderme yapar. “Deprem”de ise zaman zaman yatışmış gibi görünse de hiç son bulmayan etnik çatışmanın kurbanı Barış adlı bir çocuktur.

Memleketin hapishanelerinden, güç zehirlenmesinin yaşandığı medya plazalarından, nefret söyleminin hüküm sürdüğü sosyal ortamlarından, siyasetin ikiyüzünden çocuk ruhunu, direngenliğini ve tutarlılığını koruyarak geçti Ahmet Tulgar. “Türkiye’den bir şey kalacaksa geleceğe, bunlar dil içinde üretilmiş ürünler olacak” diyordu bir söyleşide. Bakışın Ritmi’nde onun “şahsiyat’la değil, toplumsal ruh halimizle uğraşan portreler”ini okuma şansınız var. Bu kısa yazı ise, “dünyayı sevme, hayatı anlamlandırma biçiminin yazmak” olduğunu söyleyen bu hınzır ve güzel insanı anmaya vesile olsun. Bunca kötülüğün, kaosun içine gömüldüğümüz günlerde keşke yanımızda olsaydı.

QOSHE - Hayata yazarak katlanmak: Arzunun Serbest Dolaşımı - Funda Şenol
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Hayata yazarak katlanmak: Arzunun Serbest Dolaşımı

26 1
02.02.2024

7 yıl önce İrem Afşin’le, evinin çalışma odasında yapıldığından olsa gerek, samimiyeti fazlasıyla hissedilen bir söyleşide, “belki de ölmeden önce çok fazla şey anlatmak istediğinden”, kısa hikayelerine uzun soluklu hayatları sığdırmaya çalıştığını söylüyordu Ahmet Tulgar. “Hayatın yazılmış halini daha çok sevdiğini” de ekliyordu. Kendisinin bile anımsamakta zorlandığı kadar çok yayında muhabir, köşe yazarı, röportajcı ve yönetici olarak çalıştığı için çoğumuzun gazeteci kimliğiyle tanıdığı Tulgar’ı 2022 yılında beklenmedik biçimde kaybettik.

Yazma yolculuğuna hikayeler tasarlayıp yazarak başladığını her fırsatta anlatıyordu Tulgar. İlk öykülerini cezaevindeyken yazıp dışarıya, Murat Belge’ye yollamıştı. Hikayeler beğenildi. O günden sonra edebiyat hiç elini bırakmadı onun. Birçok meslek gibi geleneksel gazeteciliğin hükmünü, onurunu kaybettiği bu çağdaki edebi üretkenliğine bakınca, hikayelerine sığınarak ayakta kaldığını düşünüyor insan. Sektörün insan malzemesine değil, teknolojiye, gösterişli binalara yatırım yapmasından şikayetçi olan, bir kurumda çok tutuluyorsa, mütehakkim bir politik figür tarafından onay görüyorsa hemen oradan kaçmaya bakan biriydi Ahmet Tulgar. Çünkü kendisini zamanında mahpusluğa sürükleyen muhalif tavrını, politik tutarlılığını, açık sözlülüğünü, haksızlığa uğrayanın yanında olma kararlılığını hiçbir şart altında yitirmemişti. Türkiye, “insanları evsiz bırakan bir ülke”ydi ona göre. Kaçanlar, sürgün edilenler ve yaşama hakları ellerinden alınanlar… “Böyle bir toplumsal malzeme üzerine gelecek kurmak zor gözüküyor”du ona. “Türkiye’den Türkçeye sığındım” diyordu. Dilin masumiyetine inanmaktan hiç vazgeçmemişti.

Kısacık hikayelerinin karakterlerini, uzun erimli bir senaryonun karakterleri, uzun yol arkadaşları gibi ince işçilikle yontmuştu Tulgar. O birkaç sayfada arz-ı endam ettikleriyle kalmazlardı. Tulgar onları hayatlarının her evresiyle, karakterleri ve bedensel özellikleriyle tasarlardı. Belki o sebepten, bir hikayeyi okuyup bitirdiğinizde, karakterler uzun süre sizde kalırlardı. Yerine göre sizi rahatsız ederler veya onlara yakınlık hissederdiniz. Tanış olduğunuz birilerine benzetir, hayatlarının bundan sonrasında neler yaşayacaklarını, kader çizgilerinin nasıl........

© Gazete Duvar


Get it on Google Play