Geçtiğimiz Pazartesi (13 Kasım) Dünya İyilik Günü idi. Yarın ise (20 Kasım) Dünya Çocuk Hakları Günü...

Özel günleri kuru kuru kutlamak, sosyal medyada hashtagler arasında duyarlılık yarışı yapmak yerine, sahici eylemlerle iyiliği, çocuk haklarını, çocukların iyi olma halini desteklemek yanlısıyımdır hep...

İyiliğimizle tıpkı Hollywood Şöhretler Kaldırımı’nda el ve ayak izlerini bırakan ünlüler misali, insanlığa kalıcı bir iyilik izi bırakarak örneğin...

Dünya Çocuk Hakları Günü’nü kutlamak için yapılabilecek çok fazla proje, atılacak çok fazla adım, harekete geçirilecek çok fazla program var aslında. Çevreye “alıcı” gözle bakmak yetiyor.

Son dönemde gündemde birbirinden ayrı patikalar üzerinden yer tutan iki konuya odaklanmak ise, ilk aşamada hem hedefe yönelik olur, hem de hızlı bir şekilde geniş bir kitlenin “yaşam memnuniyetini” artırır: çocuk beslenmesi ve üstün yetenekli çocuklar.

Aslında ilk bakışta birbirinden farklı iki hak alanı olarak görülse de, aslında çocukların fiziksel ve bilişsel olarak beslenmesinde devletin atabileceği ve atması gereken çok önemli adımlar var.

Örneğin, okula boş yemek çantasıyla giden, okul tuvaletlerinde musluklardan su içerek susuzluğunu gidermeye çalışan, arkadaşının sandviçinden bir ısırık alarak anlık açlığını gidermeye çabalayan çocuklara bir iyilik yaparak Ücretsiz Okul Yemeği Programı başlatılabilir, bunun için mutlaka bir öncelik ve ödenek yaratılır.

Edebiyat tarihinin en etkili giriş cümlelerinden biri hangisi diye sorarsanız, Amerikalı yazar ve şair Edgar Allan Poe’nun “Metzengerstein” isimli yayımlanan ilk kısa öyküsünden şu cümle süzülür bir anda beynimin satır aralarından: “Dehşet ve felaket, bütün çağlarda kol gezmiştir. Öyleyse, anlattığım öykü için bir tarih vermek neye yarar?

Türkiye’de yoksulluk için bir tarih vermek mümkün değil. Hele ki çocuk yoksulluğu için... Ancak yaşadığımız çağda kol gezen bu felaketin hak temelli biçimde yönetilmesinde, çocukların beslenme hakkının güvence altına alınmamasının aslında eli kulağında bir halk sağlığı sorunu olabileceğinin fark edilmesinde hepimiz eşit derecede sorumluyuz.

Eğer bir ülkede seçkin bir zümreye doğan çocukların bir kısmı bahçeli villalarda oturup özel şoförlerle okula götürülüyorsa, bir diğer kısmı ise eve ekmek getirebilmek için okulu bırakıp atölyelerde çalışıyorsa, orada bariz şekilde yaşanan sosyal adaletsizlik nasıl bir “insanlık” doğurur? Eşitsizliğin tam ortasına doğan bu çocuklara nasıl bir “iyilik” yapılır?

Bir ülkede çocukların çocuk olmaktan kaynaklı insan hakları ile bu hakların uygulanması arasında uyumsuzluk varsa, o ülkede çocuklara dair “sosyal adaletsizlik” vardır ve onların haklarını iyileştirmek için yapılabilecek temel şey, bu sosyal adaletsizliklerin kök sebeplerine inmekten geçer.

Türkiye'de felsefi tartışmaların kamusal hayata, siyasete ve akademiye yayılmasında büyük katkısı olan İoanna Kuçuradi'ye göre, sosyal adaletsizlik hemen bugün, yani yoksul bir ülkenin zenginleşmesini beklemeden, kaldırılabilir. Bunun için de öncelikli olarak sosyal adaletsizliğin tam olarak ortaya çıktığı noktaya parmak basmak gerekir.

Kuçuradi, sosyal adaletsizliği, devletin tanıdığı birçok sosyo-ekonomik hak ve olanakların dolaylı korunan temel kişi haklarını koruyamaması veya korumaması olarak özetliyor. Bu yüzden de “adalete dayalı hukukun üstünlüğü” vurgusu yapıyor.

Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politikalar Forumu ise, 2011 yılında hazırladığı “Devlet İlköğretim Okullarında Ücretsiz Öğle Yemeği Sağlamak Mümkün mü?” başlıklı kapsamlı raporda, ücretsiz okul yemeğini, “kalıcı eşitsizliklerin dönüştürülmesinde etkin bir sosyal politika aracı” olarak tanımlıyordu.

Eğer bir ülkede kalıcı eşitsizliklerle beslenen bir şekilde çocuklara dair sosyal adaletsizlik varsa, eğer bir ülkede çocuklar beslenme hakkından yararlanamıyorsa ve sırf bu yüzden de fiziksel gelişim, bilişsel kapasite, okul devamlılığı ve akademik başarı düzeyleri etkileniyorsa, sosyal adaletsizlik çocukları çepeçevre sarmış demektir.

Dünya çapında 100’ü aşkın ülkenin ilköğretim düzeyinde ücretsiz okul yemeği sağladığı bir dünya konjonktüründe, kurumların ve stratejilerin hedefinin aileyi değil “bireyi güçlendirmek” olduğu, okul yemekhanelerinde bir tas çorba içebilmenin bir sosyal statü göstergesi haline gelmediği, ekonomik açmazların çocukların üzerine bir kabus gibi çökmediği bir ülke, Cumhuriyet’in 100’üncü yıldönümünde ortak hedefimiz olmalı.

Enflasyon, işsizlik, derin yoksulluk, gelir dağılımındaki eşitsizlik gibi sebeplerle çocukların yeterli ve sağlıklı gıdaya erişimi olmadığı, TÜİK 2022 verilerine göre her sekiz çocuktan ancak birinin et, tavuk veya balığı, on çocuktan sadece birinin nohut, mercimek ve fasulyeyi, iki çocuktan birinin ise peynir ve yoğurdu her gün tüketebildiği, OECD verilerine göre Eylül ayı gıda enflasyonunda Macaristan’ı geride bırakarak yüzde 75 ile zirvedeki yerini kaybetmeyen bir ülke tablosu, bu ülkenin çocuklarına sunulabilecek bir refah vizyonu doğurmuyor.

Geçtiğimiz günlerde EMEP Milletvekili Sevda Karaca, tüm devlet okullarında tüm öğrencilere bir öğün ücretsiz ve sağlıklı yemek hakkı için toplanan 10 bin imzayı Milli Eğitim Bakanı'na teslim etti. Bu konuda özellikle son iki yıldır Meclis’e önergeler veriliyor ve müthiş bir sivil toplum savunu çalışması da sürdürülüyor. Ve tüm bunlar ideolojileri, parti duruşlarını ve siyasi gündemi bir yana bırakarak, çocukların iyi olma hali ve beslenme hakkı üzerinden ortaklaşa bir vicdanda buluşarak yapılıyor.

Dünya Çocuk Hakları Günü’nde ülkenin birinci gündem maddesi, çocukların beslenme hakkı konusunda durdurak bilmeden ve partiler-üstü bir şekilde savunu çalışmalarını sürdürmek, bu acil programa kaynak yaratmak olmalı.

Bunun ardından, ikinci gündem maddesine geçip üstün yetenekli çocuklara Harika Çocuklar Yasası kapsamındaki devlet desteğini kapsayıcı, güncellenmiş ve ideolojiler-üstü şekilde derhal uygulamaya geçirebilirsiniz.

Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Ersoy, 67 yıldır uygulanmayan yasanın gözden geçirilerek yeniden gündeme alındığını geçen gün açıkladı.

Bu konuda son üç yıldır bir sosyal sorumluluk projesi olarak yaptığım savunu çalışmalarında 450’ye yakın üstün yetenekli sanatçı genç ve çocukla yaptığım röportaj serisi bana şunu gösterdi ki, Türkiye’de çoraklaşan kültür ve sanat ortamında bu çocukların düzeyleri ve becerilerine uygun bir eğitim ve enstrüman desteği almamaları durumunda bir çoğu ya beyin göçünü tercih ediyor, ya “karınlarını doyuracakları” bir mesleğe yöneliyor, ya da motivasyonları düşmüş şekilde ve Batılı yaşıtlarının kullandığı imkanlardan mahrum olarak eğitimlerini sürdürüyor.

Üstün yetenekli oluş, kişinin ortalamanın üzerinde yaratıcılık ve beceriye sahip olup, alanında yüksek performans sergilemesi anlamına geliyor. Üstün yetenekli bir çocuğun, bu yeteneklerine uygun düşen özel bir eğitim alması gerekirken, bu alandaki devlet yatırımları ise birçok kesim tarafından “elit bir gruba yönelik lüks uygulama” olarak görülebiliyor.

Oysa, takvimler 20 Kasım’ı gönderirken, ta 1948 yılında kabul edilen, 1956’da kapsamı genişletilen, 1998’den bu yana da uygulanmayan 6660 sayılı Harika Çocuk Yasası’nın –az bilinen ismiyle Güzel Sanatlarda Fevkalade İstidat Gösteren Çocukların Devlet Tarafından Yetiştirilmesi Hakkında Kanun- daha fazla çocuk ve genç mağdur olmadan uygulamaya geçirilmesi ve 2024 mali yılı bütçesinde fon bulunması çağrısında bulunabilirsiniz.

Bunun için de özellikle son 20 yıldır Batı’da üstün yetenekli çocuklara sunulan yaşam standartlarına göz atabilirsiniz: Avrupa ülkelerinde üstün yetenekli çocukların objektif kriterlerle ve erken aşamada tespiti, bu çocuklara dair envanter hazırlanması, yarışmalara katılmaları için gerektiğinde maddi destek sağlanması, konservatuvarlardaki enstrüman ve eğitici kalitesinin artırılması gibi imkanlar getiriliyor, bu konu hep gündemde tutuluyor.

Harika Çocuk Yasası, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından, o sırada 7 yaşındaki İdil Biret’in piyano ve 12 yaşındaki Suna Kan’ın keman konusunda Fransa’da müzik eğitimine gönderilmesi için çıkarılmıştı. Her ikisinin de eğitim masrafları 16 yaşına kadar devlet bütçesinden karşılanmıştı. Akabinde yasadan yararlanan üstün yetenekli adaylar, ilgili devlet kurumuna başvurdular ve bir komisyon sınavından geçmeleri durumunda bu destek mekanizmasından yararlandılar.

Yararlananlar arasında Verda Erman’dan Ateş Pars’a, Tunç Ünver’den Gülsin Onay’a, Hüseyin Sermet’e dek çok değerli sanatçılar yer aldı ve hepsi de zamanında ülkelerinin ismini Avrupa konservatuvarlarında, sahnelerde, yarışmalarda gururla duyurdular, temsil ettiler.

1976 yılında bu yasaya dayanarak bir özel statü yönetmeliği çıkarıldı ve konservatuarların yüksek bölümünü bitiren gençlere de burs verilerek yurtdışı eğitimlerinin karşılanması sağlandı. Bu dönemde Burçin Büke’den Fazıl Say’a, Muhittin Dürrüoğlu’ndan Tuluyhan Uğurlu’ya ve en son olarak Emrecan Yavuz’a dek çok kıymetli sanatçılar yetişti.

Ancak yasanın kapsamındaki maddi imkanlar yıllar boyu güncellenmeyince verilen burs oldukça düşük kaldı. 2002 yılından beri ise, burslar bıçak gibi kesildi. Burstan son –ve kısmi şekilde- yararlanan Emrecan Yavuz oldu.

Kimilerine göre, bu, bilinçli bir tercihti ve Cumhuriyet elitlerinin toplumsal ve kültürel kodlarından bir kopuş adımıydı. Ancak bu yasa tam da Çocuk Hakları’nın kullanımıyla ilgiliydi. Çünkü, çocukların eğitim hakkına erişimini kapsıyordu ve anayasa da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de devletin kişiye kendisini maddi ve manevi olarak geliştirmek için gerekli imkanları sağlamasını şart koşuyordu.

Erken Cumhuriyet’in kıt kaynaklarıyla bile üstün yetenekli çocukların yurtdışında aileleriyle birlikte eğitimlerini sürdürmesini sağlayan bir sanat teşvik programının günümüzde Milli Eğitim Bakanlığı ile Kültür ve Turizm Bakanlığı arasındaki koordinasyon sorunundan dolayı yıllardır devam ettirilememesi ise çok acı.

Bu konuya dair ilgisizliğin, ülkede üst gelir seviyesinde olmayan ne kadar gencin ve çocuğun hayallerini baltaladığını, yeteneklerinin heba edildiğini, Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına dair Sözleşme’ye ters düşerek çocukların çağdaş eğitime erişim hakkını ihlal ettiğini, ayrıca ülkenin kültürel diplomasi potansiyelinin de ıskalandığını rahatlıkla görebilirsiniz.

Bunun için de Dünya Çocuk Hakları Günü’nde çocuklara bir başka iyilik alanı daha açma kararı alıp, Harika Çocuk Yasası’nın hızlı bir şekilde yeniden kapsamının revize edilmesi ve bu çocukların seçim süreçlerinde liyakat esaslı davranılması için “gündem yaratabilirsiniz”.

Yazının başında çocukların beslenmesine dair sorunsala geri dönersek; eğer bir ülkede seçkin bir zümreye doğan çocukların bir kısmı bahçeli villalarda oturup özel şoförlerle okula götürülüyorsa, bir diğer kısmı ise üstün yetenekli olmasına ve bu alanda örneğin yurtdışındaki önemli bir konservatuvardan kabul almasına ve kendini gerçekleştireceği eğitim imkanlarına bir adım daha yaklaşmasına rağmen sırf ailesinin maddi kaynakları bunu karşılayamadığı için sanat hayallerine net bir şekilde son veriyorsa, orada bariz bir sosyal adaletsizlik vardır.

Sanatta üstün yetenekli her çocuk, Ahmed Adnan Saygun’ların, Cemal Reşit Rey’lerin, Suna Kan’ların, İdil Biret’lerin Cumhuriyet’in erken döneminin kıt kaynaklarıyla yetiştiği, Köy Enstitüleri’nde çocukların enstrüman çalmayı öğrendiği, müziğin sosyo-ekonomik statü göstergesi sayılmadığı bir ülkede sanatsal gelişim imkanlarına devletin kolaylaştırıcı rolüyle erişebilmeli.

En güçlü Çinli rakiplerine karşı bile en önemli uluslararası yarışmaları kazanan çocukların Avrupa’daki konservatuvar eğitimleri için bir fon yaratıp, uluslararası etkinliklerde ve yarışmalarda destek sağlanmalı.

Avrupa ve ABD’de sahnelerde Türkiye’nin ismini en güçlü şekilde duyuran bu çocukların kendilerini daha da geliştirmeleri ve potansiyellerini artırmaları için daha gelişmiş enstrümanlara olan ihtiyacını fark edip bu alanda da bir enstrüman destek fonu oluşturulmalı. Çünkü bir çocuğun uluslararası başarısıyla gururlanmak, aynı zamanda o çocuğun bu başarıyı elde ederken devletin ilgili kamu kaynaklarını ne oranda seferber ettiğini de sorgulamayı gerektirir.

Kısacası, üstün yetenekli çocukların yeteneklerinin heba olmaması ve zaten çoraklaşmış kültür iklimimize geri kazandırılmaları için devletin tüm maddi ve manevi kaynaklarını seferber edebilirsiniz. Çünkü hak temelli bakacak olursak, Dünya Çocuk Hakları Günü ve Dünya İyilik Günü, devletin çocukların yanında yer almasını ve onların potansiyellerini geliştirmelerinde maddi ve manevi olarak kol kanat germesini gerektirir.

20 Kasım, 34 yıldır Birleşmiş Milletler tarafından çocukların dünya çapında yaşadıkları hak ihlallerini gündeme taşımak amacıyla kutlanıyor. Sahi “yaşamak” nedir? Hayatta kalmak mı? Yoksa, çocuğun beslenebilmesi ve derste karın gurultusunu değil öğretmenini dinleyebilmesi mi? Yoksa, çocuğun sanatsal faaliyetini de yapması, uluslararası eğitim imkanlarına da erişebilmesi midir?

Yaşamak bir ağaç gibi hür ve bir orman gibi kardeşçe olduğu kadar insan onuruna ve çocuk haklarına saygılı bir şekilde bir “yaşamak” da hayal edebilir miyiz?

Artan eşitsizlikler ve tehditler karşısında çocukların yaşam kalitesini hak temelli olarak iyileştirmek için ne 20 Kasım’ı beklemek gerekiyor, ne de 23 Nisan’ı... Tüm bunları yapmak için dünyadaki iyilik hareketinin samimi ve kalıcı bir parçası olmak yeterli.

İşte o zaman takvimin her yaprağı Çocuk Hakları günü olur. Yaşamak, bir çocuk gibi haklarıyla ve yine bir çocuk gibi üstün yararı gözetilerek...

QOSHE - Bize yılın her günü Çocuk Hakları Günü - Menekşe Tokyay
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Bize yılın her günü Çocuk Hakları Günü

19 1
19.11.2023

Geçtiğimiz Pazartesi (13 Kasım) Dünya İyilik Günü idi. Yarın ise (20 Kasım) Dünya Çocuk Hakları Günü...

Özel günleri kuru kuru kutlamak, sosyal medyada hashtagler arasında duyarlılık yarışı yapmak yerine, sahici eylemlerle iyiliği, çocuk haklarını, çocukların iyi olma halini desteklemek yanlısıyımdır hep...

İyiliğimizle tıpkı Hollywood Şöhretler Kaldırımı’nda el ve ayak izlerini bırakan ünlüler misali, insanlığa kalıcı bir iyilik izi bırakarak örneğin...

Dünya Çocuk Hakları Günü’nü kutlamak için yapılabilecek çok fazla proje, atılacak çok fazla adım, harekete geçirilecek çok fazla program var aslında. Çevreye “alıcı” gözle bakmak yetiyor.

Son dönemde gündemde birbirinden ayrı patikalar üzerinden yer tutan iki konuya odaklanmak ise, ilk aşamada hem hedefe yönelik olur, hem de hızlı bir şekilde geniş bir kitlenin “yaşam memnuniyetini” artırır: çocuk beslenmesi ve üstün yetenekli çocuklar.

Aslında ilk bakışta birbirinden farklı iki hak alanı olarak görülse de, aslında çocukların fiziksel ve bilişsel olarak beslenmesinde devletin atabileceği ve atması gereken çok önemli adımlar var.

Örneğin, okula boş yemek çantasıyla giden, okul tuvaletlerinde musluklardan su içerek susuzluğunu gidermeye çalışan, arkadaşının sandviçinden bir ısırık alarak anlık açlığını gidermeye çabalayan çocuklara bir iyilik yaparak Ücretsiz Okul Yemeği Programı başlatılabilir, bunun için mutlaka bir öncelik ve ödenek yaratılır.

Edebiyat tarihinin en etkili giriş cümlelerinden biri hangisi diye sorarsanız, Amerikalı yazar ve şair Edgar Allan Poe’nun “Metzengerstein” isimli yayımlanan ilk kısa öyküsünden şu cümle süzülür bir anda beynimin satır aralarından: “Dehşet ve felaket, bütün çağlarda kol gezmiştir. Öyleyse, anlattığım öykü için bir tarih vermek neye yarar?

Türkiye’de yoksulluk için bir tarih vermek mümkün değil. Hele ki çocuk yoksulluğu için... Ancak yaşadığımız çağda kol gezen bu felaketin hak temelli biçimde yönetilmesinde, çocukların beslenme hakkının güvence altına alınmamasının aslında eli kulağında bir halk sağlığı sorunu olabileceğinin fark edilmesinde hepimiz eşit derecede sorumluyuz.

Eğer bir ülkede seçkin bir zümreye doğan çocukların bir kısmı bahçeli villalarda oturup özel şoförlerle okula götürülüyorsa, bir diğer kısmı ise eve ekmek getirebilmek için okulu bırakıp atölyelerde çalışıyorsa, orada bariz şekilde yaşanan sosyal adaletsizlik nasıl bir “insanlık” doğurur? Eşitsizliğin tam ortasına doğan bu çocuklara nasıl bir “iyilik” yapılır?

Bir ülkede çocukların çocuk olmaktan kaynaklı insan hakları ile bu hakların uygulanması arasında uyumsuzluk varsa, o ülkede çocuklara dair “sosyal adaletsizlik” vardır ve onların haklarını iyileştirmek için yapılabilecek temel şey, bu sosyal adaletsizliklerin kök sebeplerine inmekten geçer.

Türkiye'de felsefi tartışmaların kamusal hayata, siyasete ve akademiye yayılmasında büyük katkısı olan İoanna Kuçuradi'ye göre, sosyal adaletsizlik hemen bugün, yani yoksul bir ülkenin zenginleşmesini beklemeden, kaldırılabilir. Bunun için de öncelikli olarak sosyal adaletsizliğin tam olarak ortaya çıktığı noktaya parmak basmak gerekir.

Kuçuradi, sosyal adaletsizliği, devletin tanıdığı birçok sosyo-ekonomik hak ve olanakların dolaylı korunan temel kişi haklarını koruyamaması veya korumaması olarak özetliyor. Bu yüzden de “adalete dayalı hukukun üstünlüğü” vurgusu yapıyor.

Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politikalar Forumu ise, 2011 yılında hazırladığı “Devlet İlköğretim Okullarında Ücretsiz Öğle Yemeği Sağlamak Mümkün mü?” başlıklı kapsamlı raporda, ücretsiz okul yemeğini, “kalıcı eşitsizliklerin dönüştürülmesinde etkin bir sosyal politika aracı” olarak tanımlıyordu.

Eğer bir ülkede kalıcı eşitsizliklerle beslenen bir şekilde çocuklara dair sosyal adaletsizlik varsa, eğer bir ülkede çocuklar beslenme hakkından yararlanamıyorsa ve sırf bu yüzden de fiziksel gelişim, bilişsel kapasite, okul devamlılığı ve akademik başarı düzeyleri etkileniyorsa, sosyal adaletsizlik çocukları çepeçevre sarmış demektir.

Dünya çapında 100’ü aşkın ülkenin ilköğretim düzeyinde ücretsiz okul yemeği sağladığı bir dünya konjonktüründe, kurumların ve stratejilerin hedefinin aileyi değil “bireyi güçlendirmek” olduğu, okul yemekhanelerinde bir tas çorba içebilmenin bir sosyal statü göstergesi haline gelmediği, ekonomik açmazların çocukların üzerine bir kabus gibi çökmediği bir ülke, Cumhuriyet’in 100’üncü yıldönümünde ortak hedefimiz olmalı.

Enflasyon, işsizlik, derin yoksulluk, gelir........

© Gazete Duvar


Get it on Google Play