Darbeyi ilk kim postmodern olarak adlandırdı; rivayet muhtelif. Lâkin genelde ihale Cengiz Çandar’a onun 28 Haziran 1997’de Sabah gazetesindeki yazısına kalır. O da Yeni Şafak’taki (16.01.2001) yazısında bu hususa dikkat çekerek “‘Postmodern darbe’ nitelemesi ‘piyasa’ya ilk kez 28 Haziran 1997 Cumartesi tarihli Sabah gazetesindeki yazımın başlığı olarak çıkmıştı.” der.

Yine Çandar’dan öğrendiğimize göre darbenin paşaları da teşbihten gayet memnundurlar. Zamanın Genelkurmay Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak 13 Ocak 2001’de telefonla katıldığı Ceviz Kabuğu programında 28 Şubat'a "postmodern darbe" yakıştırmasının kendisine hatırlatılması üzerine "Bu sürece çok güzel bir isim takmışlar. Onu kim koymuşsa gerçekten zekâ ürünü.” der.

Çandar’a göre, klasik darbelerden farklı olarak bu darbe, en özgünü ve en uzun süreye yayılanı olması açısından “postmodern darbe” olarak nitelendirilir.(1) Nazlı Ilıcak(2) da göre “bu darbenin bir diğer farkı ise, öngörülen bir model çerçevesinde toplum mühendisliğine soyunulması”dır. Ali Bayramoğu ise 28 Şubat’ın, askerin silahlı gücü ve mevzuat desteğiyle yetinmeyip, basın üzerinden kamuoyunu her tür aracı kullanarak seferber eden, kamuoyundan meşruiyet ve destek arayan bir girişim olduğunu vurgular. Ona göre “…daha da ötede, demokrasinin şekli olarak ve askeri vesayet altında çalışmaya devam eden kurumlardan güç almaya çalışan bir müdahaledir… Anayasal kurumları kullanarak siyasî karar hiyerarşisini bozan, sonuç olarak şekli işleyişine dokunmadığı ‘demokrasiyi militarize eden’, tekeline aldığı siyaseti savaş ve tehlike mantığına endeksleyen bir niteliğe sahiptir. Sistem içindeki özerk askeri alanın genişletilmesini, rejimin militer renginin koyulaşıp, bu koyuluğun süreklilik ve meşruiyet kazanmasını ifade etmektedir.”(3)

Velhasılı kelam, 28 Şubat’ın “postmodern darbe”liği onun alışageldik (modern) darbelerden farklı nitelikleri haiz olmasıyla ilişkilendirilir. Hadi birlikte kısaca bir göz atalım.

1991 seçimlerinden sonra Türkiye, tarihindeki Üçüncü Koalisyonlar Dönemi’ne girmişti. Bu dönemin ilk hükûmeti de 20 Kasım 1991’de göreve başlayan (ve 16 Mayıs 1993’e kadar görev yapan) Süleyman Demirel’in (49.) Hükûmeti olmuştu.

Turgut Özal’ın görevi başında vefatından sonra Çankaya’ya çıkan Demirel, koltuğunu Tansu Çiller’e bıraktı. Yeni (50.) hükûmet Tansu Çiller tarafından SHP ile koalisyon yapılarak kuruldu. Bu süreçte Demirel’in ortağı Erdal İnönü, 11-12 Eylül 1993'te yapılan SHP 4. Olağan Kurultayı'nda genel başkanlığa aday olmamış, genel başkanlığa Murat Karayalçın seçilmiştir.

Tansu Çiller liderliğindeki 51. Hükûmet, 5 Ekim 1995’te göreve gelmiş, güven oyu alamayınca da 30 Ekim 1995 tarihinde görevi iade etse de bir sonraki hükûmet de onun liderliğinde CHP ve bağımsızlar desteğiyle kurulmuştur. 53. Hükûmet 6 Mart 1996 tarihine kadar görev yapabilir. Bu hükûmetten sonra 6 Mart 1996-28 Haziran 1996 tarihleri arasında görev yapan Mesut Yılmaz hükûmeti kurulur.

İşte ne olduysa her şey de bu hükûmetin Haziran 1996’da görevi bırakmasından sonra olur. Erbakan ve Çiller koalisyonda anlaşırlar ve 54. Hükûmetin çatısı da böylelikle çatılır. Yılmaz’ın “gel gitme iki parti birleşelim” açıklamalarına (Milliyet, 28.06.1996) rağmen, imzalanan koalisyon protokolüne göre başbakan ilk olarak Necmettin Erbakan olacak, 2 yıl sonra ise başbakanlık görevini Doğru Yol Partisi genel Başkanı Tansu Çiller yürütecektir. Bu şekilde ikişer yıl arayla başbakan değişecek; Necmettin Erbakan başbakan, Tansu Çiller başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanı olacaktır. Bu basına “havada ikmâl” olarak yansıyacaktır. Havada ikmal" deyimi, RP - DYP ortaklığıyla kurulan 54. hükûmetin Başbakan’ı Tansu Çiller’in istifa etmesi, yerine RP lideri Necmettin Erbakan’ın geçmesi planı üzerine siyaset literatürüne girmişti. Erbakan, yine iki partinin ortaklığıyla kurulacak hükûmetin sadece başbakanının değişeceğini "Havada ikmal yapacağız" ifadesiyle gündeme getirmişti.

Erbakan’ın başbakanlığından sonra sular durulmaz. 30 Ocak 1997'de Sincan Belediyesi, "Kudüs Gecesi" düzenler. Salona Hamas ve liderlerinin fotoğraflarının asılması, İran Büyükelçisi'nin yaptığı konuşma ve sergilenen cihat oyunu kamuoyunda büyük tepki yaratır. Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız tutuklanır. İran Büyükelçisi ülkeyi terk etmek zorunda kalır. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hikmet Köksal, Kurmay Başkanı Orgeneral Doğu Aktulga'ya emir vererek Eğitim ve Doktrin Komutanı Korgeneral İzzettin İyigün'e bağlı Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğitim Tümeninden 80 tankın Sincan'dan geçmesini ister. 4 Şubat 1997'de Sincan'da askerler; 20 tank ve 15 zırhlı araçla geçiş yapar. Dönemin Genelkurmay II. Başkanı Orgeneral Çevik Bir, tankların yürütülmesi için, "Sincan'da demokrasiye balans ayarı yaptık." der. 4 Şubat 1997'de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Erbakan'a uyarı mektubu göndererek "laik düzenin korunmasını" ister. 11 Şubat'ta "Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü" Ankara'da yapılır. 23 Şubat 1997'de Fatih Camisi'ndeki öğle namazının ardından bir grup, ellerindeki yeşil bayraklarla "Şeriat isteriz!", "Yaşasın Hizbullah!" sloganları atarak yürür. İslamcı gazeteci Yaşar Kaplan, "gerektiğinde İslam uğruna şehit olacaklarına" dair bir açıklama yapar.

MGK toplantısı, 28 Şubat 1997 Cuma günü saat 15.10'da Çankaya Köşkü'nde başlar. Komutanlardan ilk sözü Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya alır, sert sözlerle iktidarı eleştirir. Başbakan Erbakan'a söylediklerinden biri, "Senin ağzından hiç 'Türk' kelimesini duymuyoruz." sözü olur. 9 saat süren toplantı sonunda irticayla mücadele kararları alınır. MGK, "laikliğin Türkiye'de demokrasi ve hukukun teminatı olduğunu" vurgular. Ordu, alınan kararların hepsinin uygulanmasını ister:"8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmeli. Kur'an kursları Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanmalı, kaçak kurslar önlenmeli. Tarikatların faaliyetlerine son verilmeli. Kılık kıyafet yasası ödünsüz olarak uygulanmalı. Yeşil sermayeye kısıtlama getirilmeli. İrtica nedeniyle ordudan atılanları savunan ve orduyu din düşmanıymış gibi gösteren medya kontrol altına alınmalı. Tevhid-i Tedrisat uygulanmalı. Kurban derileri derneklere verilmemeli. Atatürk aleyhindeki eylemler cezalandırılmalı."

Yukarıda özetlediğim süreç kafanızı karıştırmasın. Özetle, her zaman olduğu gibi bir Milli Güvenlik Kurulu toplanıyor; her zaman olduğu gibi bazı kararlar alıyor ve yine her zaman olduğu gibi bu kararların ivedilikle hayata geçirilmesi isteniyor. Her zaman olabileceği gibi bir hükûmet istifa ediyor ve yerine yeni bir hükûmet - Mesut Yılmaz (55.) Hükûmeti- kuruluyor. Buraya kadar olan süreçte bir darbe yok. Her şey yerli yerinde görünüyor. Görünüyor ama var, bir darbe var, darbe gibi olmayan bir darbe var, bir postmodern darbe (alışık olunmadık darbe), bilindik (modern) darbelerden farklı bir darbe (postmodern) var. Bunu anlatabilmek için de sürücü kursundaki araba örneğini verebilirim.

27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri, yani modern darbeler şu şekilde işliyordu: Arabanın “sahibi”! ordu, arabayı (siyasi iktidarı) şoföre (hükûmete) teslim ediyor; neredeyse on yılda bir, arabası doğru düzgün kullanılmadığı için şoförü araçtan indiriyor; idam ederek, cezaevine atarak vb. şoförü cezalandırıyor; arabayı kendi bildiğince tadil ederek yeniden başka bir şoföre teslim ediyordu. Araba onun istediği gibi kullanılmayınca da süreç yine başa dönüyordu.

28 Şubat’ı post modern olarak tanımlama imkân veren ayrıntı da burada gizli: Darbe sonrasında, tamire çekilen araba bu kez şoför okullarındaki arabalar gibi tadil edilecektir. Bir gaz, firen debriyaj pedalı da ön yolcu koltuğuna yerleştirilecektir. 28 Şubat’la artık sistemde 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül gibi bir darbe yapmaya da gerek kalmayacaktır. Çünkü bir gaz, firen, debriyaj da ön yolcu koltuğunda oturan askerin ayağı altına konulmuş olacaktır. Dışarıdan bakıldığında arabayı sivil bir sürücü sürse de kontrol askerde olabilecek ama dışarıdan bakıldığında bu ayrıntı fark edilemeyecektir. Schrödinger'in kedisinin hem yaşaması hem yaşamaması misali, siyasal sistem de askerî düzeni normalleştiren (“28 Şubat bin yıl sürecektir” sözü de bunun altını çizer) yapısıyla hem bir darbedir hem de değildir. Onu postmodern yapan da bu özelliği olsa gerektir.

Keyifli günler….

NOTLAR:

(1) Çandar, Cengiz, (2001). 28 Şubat Postmodern Darbe Geçidi’nde

(2) Ilıcak, Nazlı (2001). Sert Adımlarla Her Yer İnlesin 28 Şubat’ın Perde Arkası. İkinci Baskı. İstanbul: Timaş Yayınları.

(3) Bayramoğlu, A. (2001). 28 Şubat: Bir Müdahalenin Güncesi. İstanbul: Birey Yayıncılık.

QOSHE - Darbenin 'post moderni' nasıl olur? - Mete Kaan Kaynar
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Darbenin 'post moderni' nasıl olur?

32 1
04.03.2024

Darbeyi ilk kim postmodern olarak adlandırdı; rivayet muhtelif. Lâkin genelde ihale Cengiz Çandar’a onun 28 Haziran 1997’de Sabah gazetesindeki yazısına kalır. O da Yeni Şafak’taki (16.01.2001) yazısında bu hususa dikkat çekerek “‘Postmodern darbe’ nitelemesi ‘piyasa’ya ilk kez 28 Haziran 1997 Cumartesi tarihli Sabah gazetesindeki yazımın başlığı olarak çıkmıştı.” der.

Yine Çandar’dan öğrendiğimize göre darbenin paşaları da teşbihten gayet memnundurlar. Zamanın Genelkurmay Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak 13 Ocak 2001’de telefonla katıldığı Ceviz Kabuğu programında 28 Şubat'a "postmodern darbe" yakıştırmasının kendisine hatırlatılması üzerine "Bu sürece çok güzel bir isim takmışlar. Onu kim koymuşsa gerçekten zekâ ürünü.” der.

Çandar’a göre, klasik darbelerden farklı olarak bu darbe, en özgünü ve en uzun süreye yayılanı olması açısından “postmodern darbe” olarak nitelendirilir.(1) Nazlı Ilıcak(2) da göre “bu darbenin bir diğer farkı ise, öngörülen bir model çerçevesinde toplum mühendisliğine soyunulması”dır. Ali Bayramoğu ise 28 Şubat’ın, askerin silahlı gücü ve mevzuat desteğiyle yetinmeyip, basın üzerinden kamuoyunu her tür aracı kullanarak seferber eden, kamuoyundan meşruiyet ve destek arayan bir girişim olduğunu vurgular. Ona göre “…daha da ötede, demokrasinin şekli olarak ve askeri vesayet altında çalışmaya devam eden kurumlardan güç almaya çalışan bir müdahaledir… Anayasal kurumları kullanarak siyasî karar hiyerarşisini bozan, sonuç olarak şekli işleyişine dokunmadığı ‘demokrasiyi militarize eden’, tekeline aldığı siyaseti savaş ve tehlike mantığına endeksleyen bir niteliğe sahiptir. Sistem içindeki özerk askeri alanın genişletilmesini, rejimin militer renginin koyulaşıp, bu koyuluğun süreklilik ve meşruiyet kazanmasını ifade etmektedir.”(3)

Velhasılı kelam, 28 Şubat’ın “postmodern darbe”liği onun alışageldik (modern) darbelerden farklı nitelikleri haiz olmasıyla ilişkilendirilir. Hadi birlikte kısaca bir göz atalım.

1991 seçimlerinden sonra Türkiye, tarihindeki Üçüncü Koalisyonlar Dönemi’ne girmişti. Bu dönemin ilk hükûmeti de 20 Kasım 1991’de göreve başlayan (ve 16 Mayıs 1993’e kadar görev yapan) Süleyman Demirel’in (49.) Hükûmeti olmuştu.

Turgut Özal’ın görevi başında vefatından sonra Çankaya’ya çıkan Demirel, koltuğunu Tansu Çiller’e bıraktı. Yeni (50.) hükûmet Tansu Çiller tarafından SHP ile koalisyon yapılarak kuruldu. Bu süreçte Demirel’in ortağı Erdal İnönü, 11-12 Eylül 1993'te yapılan SHP 4. Olağan Kurultayı'nda genel başkanlığa aday olmamış, genel başkanlığa Murat Karayalçın seçilmiştir.

Tansu Çiller liderliğindeki 51. Hükûmet, 5 Ekim 1995’te göreve gelmiş, güven oyu alamayınca da 30 Ekim 1995 tarihinde görevi iade etse de bir sonraki hükûmet de onun liderliğinde CHP ve bağımsızlar desteğiyle kurulmuştur. 53. Hükûmet 6........

© Gazete Duvar


Get it on Google Play