Can Atalay Davası üzerinden yaşanan bir kriz var. Konu ile ilgili kalem oynatanların kimisi bunu bir “yargı krizi” olarak ele alma temayülünde; kimisi de bir “rejim” ya da “anayasa” krizi. Haksız da değiller hani: Anayasa’nın 153. Maddesinin “Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.” hükmüne rağmen hem yerel mahkeme hem de Yargıtay Anayasa Mahkemesi’nin -hukukun diliyle deyiverelim- “âmir” hükümlerine uymuyorlar.

Tespit doğru da insanın bayram değil seyran değil eniştemin benimle olan bu samimiyetinin esbab-ı mucibesi nedir diye de sorası da geliyor: Yani bu kadar açık bir yasa hükmü varken böylesi bir sorunun ortaya çıkması, krizin yasanın yorumlanması nedeniyle değil başka şeylerle alakalı olabileceğini de düşündürüyor.

CHP Genel Başkanı Özel bu krizi bir darbe girişimi olarak değerlendirdi ve TBMM’yi tüm muhalefet partilerinin ortak imzasıyla (daha doğrusu İYİ Parti ve DEM imzacı olmasalar da TBMM'de bulunarak destek vereceklerini söylediler) olağanüstü toplantıya çağırdı. 14 Ocak Pazar günü de Ankara’da Tandoğan’da tam da onun sözleriyle “Geleceğimize sahip çıkıyoruz diyeceğimiz, demokrasiye sahip çıkacağımız” bir miting de düzenlenecek. Özel’e göre mesele sadece Can Atalay ile sınırlı değildir. “Anayasa’yı hiçe sayma, Anayasa’ya direnme, Anayasal düzeni ortadan kaldırma ve doğrudan bir kalkışma girişimidir.”

Özel, Parti Meclisi’nin Olağanüstü Gündemli Toplantısı sonrasındaki basın açıklamasında da süreci “anayasasızlaştırma suretiyle bir darbe girişimi” olarak özetledi. Özel bu toplantıda da yaşanan sürecin Can Atalay’ın maruz kaldığı bir hukuk sorunu olmadığını, bunu çoktan aştığını belirtti. Özel aynı konuşmasında bunun "insanların … bir kişinin [Erdoğan] husumeti sonucunda cezalandırıldıkları” bir dava olduğu belirtti ve “Gezi davası[nın] baştan sona hukuksuz bir dava [olduğunu] Gezi Dava[sının] Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi kin davası olduğu[nu]” ekledi.

TİP Genel Başkanı Erkan Baş da Özel ile benzer noktalara dikkat çekti ve bunun bir “anayasal darbe” olduğunu dile getirdi. “Bu bir darbedir. Sırtına yargıç cübbesi giymiş, yüzüne hâkim maskesi takmış bir grup sahıs, hukukla, yasayla, anayasayla hiç ilgisi olmayan sözde kararlar alarak açıkça halk iradesine, Anayasa’nın açık hükmüne karşı ısrarlı bir başkaldırı eylemi içindeler. Bu süreklilik arz eden eylem … anayasayal düzene, adalet sistemine ve parlamentoya yönelik bir darbe girişimidir.”

Temel Karamollaoğlu da Yargıtay tarafından, "Anayasa Mahkemesi … üyelerinin itham edilmesi [nin de] kabul edilebilir bir yaklaşım” olmadığını dile getirerek konunun hukuk ve devlet sistemi içinde çözümlenmesini önerdi. Ahmet Davutoğlu da bunun bir darbe girişimi olduğunu söylenenler arasında yer alıyor; Can Atalay’ın serbest bırakılmamasını “…hukuk düzenimize bir darbe,” olarak nitelendiriyor. DP Milletvekili Cemal Enginyurt da (şaka ile karışık) Can Atalay’ın cezaevinden çıkması ile ilgili olarak “Yargıtay 3 Ceza Dairesi Başkanı Recep Tayyip Erdoğan[‘ın] bunun uygunsuz olduğuna kanaat getirip, karar verip… her şeyin başı olarak Anayasa Mahkemesi seni uyarıyorum haddini aştın, TBMM sizi uyarıyorum haddiniz aştınız, derhal Can Atalay’ın vekilliğini düşürün diyerek Anayasa Mahkemesi ve TBMM üzerinden tartışmayı başka bir yere çekti[ğini ve]… yerel seçimlere giderken bir düşman” yarattığını belirtmekte. Meral Akşener de sorunu bir darbe olarak değerlendirdi.

Ben yaşamakta olduğumuz bu sorunun bir darbe, bir hükümet krizi, bir anayasal kriz olduğu kadar, Erdoğan’ın 4. kere ilk defa seçilmesinin bir projesi olduğunu da düşünüyorum. Çünkü Erdoğan iktidara mecbur; onunki bir siyasinin iktidarı elde etmek istemesi değil; iktidara mecburiyet.

Daha önce de yazdım. Küresel otoriterizmin -özgürlüklerdeki küresel gerilemenin- Türkiye’deki izdüşümü, tecessümü olarak reistokrasi, münbit toprağını CBHS’de bulmuştu. Bir başka ifade ile CBHS, reistokrasiye hem (meşruluk değilse de) bir hukukîlik verdi hem de gücünü pekiştiriyordu; onu bir nebze olsun kurumsallaştıyordu. Onu Kemal Gözler’in anayasa hukuku literatüründen önerdiği kavramlarla suistimalci anayasacılık (abusive constitutionalism), anayasal parçalanma (constitutional dismemberment), popülist anayasacılık (populist constitutionalism), otoriter anayasacılık (authoritarian constitutionalism), anayasal otoritercilik (constitutional authoritarianism) gibi kavramlarla da tanımlamak mümkündü.

Devlet Bahçeli’nin de dediği gibi, ortada fiilî bir durum vardı ve ona resmiyet kazandırmak gerekiyordu ki bunun tecavüz mağdurunun faille evlendirilmesi türünden bir resmiyet olduğunu o dönemde pek fazla düşünen olmamıştı. Bir hukuk devletinde fiilî durum hukuka uymuyorsa fail hukuka uymaya zorlanırken Türkiye örneğinde, "hukukun faile uydurulması” yoluna gidildi.

Ben Erdoğan’ın, bizzat kendi elleriyle kendisinin bir Erbakan, bir Ecevit, Demirel ya da Türkeş olmasının yolunu kapattığını; kendisini 2015 Haziran’ı itibarıyla iktidara mahkûm ettiğini; bir muhalefet partisi lideri olarak sonraki seçimleri bekleyebilme seçeneğini devre dışı bıraktığını düşünüyorum. Bu süreçte inşa edilen millî şef sistemi replikası yapısı ile Erdoğan kendi önünde tek kart bıraktı: İktidar.

AKP, 7 Haziran 2015’te tek başına iktidar olma vasfını; 1 Kasım’a gelindiğinde ise artık “güçlü bir ana muhalefet partisi” olma şansını kaybetti. Haziran seçimlerinden sonra beklenen, Türkiye’nin Dördüncü Merkez Sağ (AKP) Dönemi’nden sonra Dördüncü Koalisyonlar Dönemi’ne girmesiydi; bu olmadı. Erdoğan resmî, hukukî bir koalisyon hükûmeti içinde yer almayı ya da ana muhalefete geçerek kendisine rağmen kurulacak bu güçsüz koalisyon hükûmetinin bir an önce yıkılmasını beklemeyi tercih etmedi. Aksine seçimlerin yenilenmesine karar almayı ve ülkenin doğusunda yaşanan (handiyse) bir iç savaşı yeğledi: Sistemin idari yapısını dönüştürerek kaybolan iktidarını tahkim etti, devlet mekanizması içindeki yalnız/tek adamlığının altını çizecek idari reformları (CBHS ve diğerleri) pekiştirdi, 15 Temmuz’daki İslamcı darbe girişimini bir fırsat bilerek tüm muhalefeti tasfiye etti ve tüm bunları da fiilî bir koalisyonla (Cumhur İttifakı) yapmayı, özetle bir millî şef replikası, bir neverland (CBHS) inşa etmeyi tercih etti. İşte bu süreç aynı zamanda, Erdoğan’ın kendisini iktidara mahkûm etmesinin de yolunu açtı. O yüzden bir seçim yenilgisi AKP için ne anlama gelecek, şimdiden tam olarak bilinmez; lakin bu yenilginin Erdoğan’ın siyasî hayatı için bir kırılma anlamına geleceği, böyle bir seçim yenilgisini Demirel gibi “Şapkamı alır giderim!” esprisi ile ya da “Halk bize muhalefet görevi verdi!” olgunluğu ile karşılamakta zorlanacağı kuvvetle muhtemeldir. Tüm bu nedenlerledir ki bir seçim yenilgisinin Erdoğan’ın siyasal sistemden tasfiyesi, siyasetin dışına itilmesi anlamına geleceğini düşünüyorum.

Abdullah Gül’ün 28 Ağustos 2007’de başlayan Cumhurbaşkanlığı sürecinin sona ermesinden sonra Erdoğan 10 Ağustos 2014 tarihinde, ilk kez seçimle gelen Cumhurbaşkanı olarak göreve başladı. Erdoğan 24 Haziran 2018 tarihinde ikinci kez Cumhurbaşkanı seçildi.

2017 yılında yapılan Mühürsüz Referandum, hukuku bükerek Erdoğan’a 3. kez ikinci kere Cumhurbaşkanlığı yolunu açtı ve Erdoğan 28 Mayıs 2023 tarihinde 3. defa 2. kez Cumhurbaşkanı seçildi. Ancak deniz bitti.

Anayasa değişmedikçe Erdoğan’ın bir kez daha cumhurbaşkanı seçime ihtimali yok. Erdoğan’ı 4. kez ilk defa cumhurbaşkanı seçtirebilmek için en başta da Anayasa Mahkemesi engelini kaldırmak gerekiyor. Erdoğan şimdi bunun “mümkününü, çarelerini” bulma derdinde. Bunu da Yargıtay eliyle ve Başdanışmanı Mehmet Uçum diliyle yapıyor: Erdoğan’ın “eli” Yargıtay’ın ne ettiğini biliyoruz; bir de onun “dili” Uçum’a bakalım; bakalım ne demiş: “Anayasanın 14. maddesinin belirsiz olduğunu ileri sürmek AYM’nin görevi değildir. 14. madde'ye belirlilik kazandıran Ceza Kanunları ve Ceza Yargısı kararlarıdır. AYM anayasanın açık hükmünün yanı sıra ceza kanunlarını ve yargı kararlarını da göz ardı ediyor. Ne yazık ki AYM’nin bu konuda verdiği kararlar tam bir yargısal aktivizm örneğidir. Bu çerçevede Yargıtay’ın AYM ihlal kararına uymama kararı gerekçeleriyle doğrudur. Tepki gösterenlerin Yargıtay kararını okuyup okumadıkları da ayrı bir sorundur. Suç duyurusu meselesi ise Milli Yargıya karşı saldırıların çok büyük bir birikim oluşturması sebebiyle reaksiyoner bir tavırdır. Bir anlamda kral çıplak demektir. Yönteminin bu olup olmadığı ayrıca tartışılır ama cesareti tartışılmaz. Yargıtay’ın kararı ayrıca turnusoldur, kim Milli Yargıdan yana kim değil belli olur. Türkiye, Milli Yargısını batıcı ve neo liberal yargı anlayışlarına karşı sonuna kadar savunacaktır, kimsenin bundan şüphesi olmasın.”

Ben bu krizin bir anayasa, bir hükümet, bir rejim krizi olduğunu görmüyor değilim. Ancak Erdoğan’ın yeniden seçilebilmek için böyle bir krizi tetiklediğini de gözden kaçırmamak gerekiyor.

QOSHE - Erdoğan’ın 4. kez seçilme stratejisi - Mete Kaan Kaynar
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Erdoğan’ın 4. kez seçilme stratejisi

60 3
08.01.2024

Can Atalay Davası üzerinden yaşanan bir kriz var. Konu ile ilgili kalem oynatanların kimisi bunu bir “yargı krizi” olarak ele alma temayülünde; kimisi de bir “rejim” ya da “anayasa” krizi. Haksız da değiller hani: Anayasa’nın 153. Maddesinin “Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.” hükmüne rağmen hem yerel mahkeme hem de Yargıtay Anayasa Mahkemesi’nin -hukukun diliyle deyiverelim- “âmir” hükümlerine uymuyorlar.

Tespit doğru da insanın bayram değil seyran değil eniştemin benimle olan bu samimiyetinin esbab-ı mucibesi nedir diye de sorası da geliyor: Yani bu kadar açık bir yasa hükmü varken böylesi bir sorunun ortaya çıkması, krizin yasanın yorumlanması nedeniyle değil başka şeylerle alakalı olabileceğini de düşündürüyor.

CHP Genel Başkanı Özel bu krizi bir darbe girişimi olarak değerlendirdi ve TBMM’yi tüm muhalefet partilerinin ortak imzasıyla (daha doğrusu İYİ Parti ve DEM imzacı olmasalar da TBMM'de bulunarak destek vereceklerini söylediler) olağanüstü toplantıya çağırdı. 14 Ocak Pazar günü de Ankara’da Tandoğan’da tam da onun sözleriyle “Geleceğimize sahip çıkıyoruz diyeceğimiz, demokrasiye sahip çıkacağımız” bir miting de düzenlenecek. Özel’e göre mesele sadece Can Atalay ile sınırlı değildir. “Anayasa’yı hiçe sayma, Anayasa’ya direnme, Anayasal düzeni ortadan kaldırma ve doğrudan bir kalkışma girişimidir.”

Özel, Parti Meclisi’nin Olağanüstü Gündemli Toplantısı sonrasındaki basın açıklamasında da süreci “anayasasızlaştırma suretiyle bir darbe girişimi” olarak özetledi. Özel bu toplantıda da yaşanan sürecin Can Atalay’ın maruz kaldığı bir hukuk sorunu olmadığını, bunu çoktan aştığını belirtti. Özel aynı konuşmasında bunun "insanların … bir kişinin [Erdoğan] husumeti sonucunda cezalandırıldıkları” bir dava olduğu belirtti ve “Gezi davası[nın] baştan sona hukuksuz bir dava [olduğunu] Gezi Dava[sının] Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi kin davası olduğu[nu]” ekledi.

TİP Genel Başkanı Erkan Baş da Özel ile benzer noktalara dikkat çekti ve bunun bir “anayasal darbe” olduğunu dile getirdi. “Bu bir darbedir. Sırtına yargıç cübbesi giymiş, yüzüne hâkim maskesi takmış bir grup sahıs, hukukla, yasayla, anayasayla hiç ilgisi olmayan sözde kararlar alarak açıkça halk iradesine, Anayasa’nın açık hükmüne karşı ısrarlı bir başkaldırı eylemi içindeler. Bu süreklilik arz eden eylem … anayasayal düzene, adalet sistemine ve parlamentoya yönelik bir darbe girişimidir.”

Temel Karamollaoğlu da Yargıtay tarafından, "Anayasa Mahkemesi … üyelerinin itham edilmesi [nin de] kabul edilebilir bir yaklaşım” olmadığını dile getirerek konunun hukuk ve devlet sistemi içinde çözümlenmesini önerdi. Ahmet Davutoğlu da bunun bir darbe girişimi olduğunu söylenenler arasında yer alıyor; Can Atalay’ın serbest bırakılmamasını “…hukuk düzenimize bir darbe,” olarak nitelendiriyor. DP Milletvekili Cemal Enginyurt da (şaka ile karışık) Can Atalay’ın cezaevinden........

© Gazete Duvar


Get it on Google Play