"Sanatçının onuru, dünyadaki merak duygusunu uyanık tutma görevinde yatmaktadır.”

Marc Chagall

Nice’te merak duygumun uykuda olduğu bir an bile yoktu. Nazilerin Fransa'yı işgali nedeniyle bir ara elinden kaçırsa da savaş sonrasının Fransası Marc Chagall’ı adeta evlat edindi.

“Renklerin ve mutluluğun” ressamı diye anılan Marc Chagall’a Fransa’nın armağanı Alpes-Maritimes’da inşa edilmiş Chagall müzesi oldu. Ben de dilimde Edip Cansever’in şiirinden Bir testi bir tabak/Şinana Chagall/Üstünde balık içinde balık/Şinana Chagall/Altında yanında tatlı kuruluk…” dizelerle Chagall müzesine koştum.

Ayrıca sadece Nice’te değil, Paris'teki Opéra Garnier'deki, roman yazarı ve dönemin Kültür Bakanı André Malraux’nun 1960 yılında Chagall’dan yapmasını istediği -ve herkesi şaşırtan çünkü tavanda zaten yapıldığı 1875 bu yana Jules-Eugène Lenepveunün resmi vardı- 220 m2 Chagall resminin yerleştiği muhteşem tavan da görülmesi gerekenler arasındadır.

Chagall 77 yaşındaydı, resmin yapımı bir yılını almıştı ve binlerce yapıtı yanı sıra dünyada bu kez farklı bir yapıtıyla iz bırakabilmek için Malraux’nun önerisine büyük heyecanla “evet” demiş, ücret de kabul etmemişti.

André Malraux’nun tartışılan, hatta kıyasıya eleştirilen, Chagall’ın Opera tavanında resmini sergileme olanağı sağlayacak bu şaşırtıcı kararının hikayesi ilginçtir.

7 Şubat 1960'da, Cumhurbaşkan General de Gaulle ve Malraux, Paris’e gelen Peru delegasyonunu onurlandırmak için Opéra Garnier’de sahnelenen Maurice Ravel: "Daphnis et Chloé" galasına davet edecektir. André Malraux’nun bakışları bir ara sahnede Marc Chagall tasarımı kostümlerle dans eden sanatçılardan ayrılıp tavana doğru kayar ve Lenepveu'nun klasik resmine takılır. Ara verildiğinde André Malraux hayran olduğu ve neredeyse otuz yıllık dostu Marc Chagall’a sürpriz bir öneride bulunur, Opéra Garnier tavanı için yeni bir resim tasarlamasını ister…

Chagall’ı aylarca uykusuz bırakan Malraux’nun çılgınca bu isteği 1962’de nihayet resmiyet kazanır... Ama basın ve kamuoyunun öfkeli sesi de ‘arş-ı âlâ’ya yükselecektir.

Opera tavanının bu olmadık yeni keşfi nereden çıkmıştır? Lenepveu'nün “sanatın muhteşem ve mitolojik bir temsili” olarak gösterilen ve binanın mimarisine mükemmel şekilde uyanEsin Perileri ve Gece ve Gündüz Saatleri” resminin üzeri nasıl oluyordu da Chagall imzalı da olsa bir yeni yüzyıl resmiyle örtülüyordu?

Chagall'ın tavan tasarımı Malraux’yu ve bakanlığını da politik tartışma masasına çekecektir. Malraux direnir ve Lenepveu'nün orijinal tavanın yerinde duracağını, Chagall’ın yapıtının takılabilir-sökülebilir şekilde üzerine yerleşeceğini açıklar.

Yine de Chagall engellenme çekincesiyle opera binasında göz önünde çalışmak istemez, atölyesinde taslaklarını sessizce ve monte edilebilecek boyutlarda, gerçeküstü renk/tekniğiyle resimleştirir. Tüm dönemlerden on dört besteciyi çizerek saygı duruşunda bulunurken, Paris’in simgesel anıtlarını, Palais Garnier’yi, hatta André Malraux’nun portresini yerleştirir, tavanı adeta bir "alegori meydanı”na dönüştürür. Malraux Chagall'ın tavan resmi yardımıyla Palais Garnier'yi açıldığı günlerden yıllar sonra yeniden haberin merkezine koymuştur…

Pablo Picasso’nun, adını İspanya iç savaşında Nazi-Franko savaş uçakları saldırısıyla yıkıma uğrayan Guernica’dan alan resmini yaparken, Chagall’dan bazı öğeler ödünç aldığı belirtilir.

2023 yılının televizyon dizilerinden “Transatlantik” de (10 - 16 Nisan 2023 açılışını yapmıştı) Chagall'ın yaşam öyküsünden bir kesiti, gestaponun eline düşmeden Marsilya’dan Amerika’ya kaçışını ödünç alır.

“Transatlantik” şu yedi bölüme ayrılarak sunulacaktır:

Görünmeyen El İlkesi, Tarih Meleği *, Issızlık, Dönüş Yolu Yok, İnsanlık durumu (Hannah Arendt insanın dünyaya yabancılaşması sorununu inceler), Saf Ruhsal Otomatizm (André Breton sürrealizm tanımı) , Karda Ateş.

“Transatlantik” dizisi yaratıcı ekibi de Chagall’ın da içinde olduğu sanatçı, yazar ve çocuk-kadın yüzlerce mülteciyi Holokost’tan kurtaran sıra dışı kahramanların hikayesini merak etmiştir. Yazarları “bir tarih draması” olmasını istemediklerini ısrarla belirtseler de anlattıkları sonuçta bir tarih drama/drama tarihe çok uygundur.

Yazar Anna Winger ilgi nedenini vatansız kalma ve mültecilik” konusuna bağlar:

Bu iki konu günümüzde çok önemli bir sorun. Tarihin modern yaşama dair benzetme olarak kullanılması hep ilgimi çekmiştir.”

Ayrıca Yazar Anna Winger şunu da ekler:

“İkinci Dünya Savaşına ilişkin bize öğretilen bazı konular var, bence çok anlatılmayanlardan biri de Amerikada Avrupadaki savaşa katılmaya karşı gösterilen direnç ve bunun Avrupada, Fransada Nazilerle karşı karşıya kalan mülteciler için anlamı. Amerikada çoğunluğu Yahudi olan bir ortamda büyüdüm ve bana o yıllara ilişkin birkaç kaçış hikayesi anlatmışlardı. Kindertransport operasyonu (savaş öncesi binlerce Yahudi çocuk kurtarıldı ve İngiltere'ye yerleştirildi) vardı, Şanghay Gettosu (Şanghay'ın Japon işgâli altında olduğu dönemde Vatansız Mülteciler İçin Sınırlı Bölge) ve Varian Fry’ın hikayesi vardı. Ama ilk kaynağımız Julie Orringer’ın Uçuş Portfö/The Flight Portfolio adlı romanıydı. (Genç Amerikalı Varian Fry’ın, Fransa'nın işgalinden sonra Nazilerden kaçan sanatçı ve yazarların hayatlarını kurtarma arayışının öyküsü)… Ya da ustaca anlatılan bu klasik casusluk-gerilim hikayesinde, ”Julie Orringer'ın becerikli ellerinin yardımıyla karanlık bir dünyada küçük bir lambanın parıldıyan ışığını yakmayı başaran Varian Fry anlatısı” (Michael Chabon) .

Yazar Julie Orringer dizinin yaratıcısı Anna Winger ile birlikte bölüm senaryolarını yazarken gerçek olayların gerçek karakterlerini kurgusal, romantik bir ortamda özgür bıraktık” diyecektir.

“Transatlantik” yapımcısı Teitler “İkinci dünya savaşı dizileri başlı başına bir tür olmuştu” görüşündedir.

Dizilerle arası pek iyi olmayan ben ise, seçimimi bellekte oluşturduğu imgeleri daha güçlü/daha etkili/daha kalıcı olduğu için dizi değil, filmden yana kullanacağım. Ayrıca hatırlatırım, savaş draması listesinden inmeyen Steven Spielberg’ün Er Ryan’ı Kurtarmak (1998) tabii ki önemlidir ama, Spielberg’ün bu filmi çekmeden önce II. Dünya Savaşı’nı konu edinen Kahramanlar Taburu/Battleground (1949), The Stell Helmet (1951) ve Ateş Hattı/Hell is for Heroes (1962) adlı filmleri izlediği ve yararlandığı da bilinir.

“Transatlantik” anlatımı için çıkış yolu da 1940’lı yıllarda çekilen filmlerde aranacak, karanlık günlerin küçük de olsa ışığı’ olarak nitelenen Screwball tarzı filmlerde bulunacaktır.

Dizinin yazarları seçtikleri Screwball tarzı filmin adını verir:

Ernst Lubitsch’in Büyük Macera /To Be or Not to Be (1942) filmi…

Polonya’nın işgali günlerinde bir grup oyuncunun Nazi subayı, hatta Hitler taklidi yaparak, direnişçi Polonyalıları ölüme gönderebilecek bir casusu Almanlara bilgi ulaştırmadan engelleme çabalarını anlatan bu kara komedi, savaş hakkında en keskin ve etkileyici filmlerden biri olarak gösterilmişti. (Eric Monder, Film Dergisi) Belki de gerçekleşen şudur: 1942’de, savaşın sona ermesinden yıllar önce Nazilerin yüzüne atılan bir Lubitsch tokatı…

Vichy Fransası hükümeti Statut des Juifs'u (Yahudi Yasası) çıkararak Almanlarla işbirliği yapmıştır. Tutuklanmadan gelebildikleri -Hannah Arendt Polonya’daki ölüm merkezlerine gönderilenlerin Fransa’daki ara istasyonu Gurs toplama kampından kaçmayı başarır- Marsilya’da New York’a gidebilme umudu içindeki sanatçı ve mültecilere vize alabilme uğraşındaki kaçış yardım örgütü “Acil Durum Kurtarma Komitesi (ERC)” temsilcisi Amerikalı Varian M. Fry ve babasının parasını kullanarak ona destek olacak genç sosyalist Mary-Jayne Gold’un yanında mücadaleci bir kadın daha vardır: Macar asıllı komünist Lisa Fittko.

Almanya’da Hitler'in 1933'te iktidara gelmesiyle Lisa’nın anti faşist mücadelesi başlar ve sonra Çekoslovakya, Fransa’da Gurs toplama kampından Marsilya’ya kaçışına dek devam eder. Ona göre faşizm hiçbir halkın tekelinde değildir, zulüm ve acımasızlıkta Almanlar öne çıksa da, yaşamış ve görmüştür ki Vichy hükümeti döneminde çoğu Fransız yetkili zaman zaman yaptıklarıyla Nazileri aratmamıştır.

Lisa hayatının bu aşamasını Dayanışma ve İhanet: Direniş ve Sürgün, 1933-40 (Yahudilerin Yaşamı) ve Pirenelerden Kaçış başlıklı iki kitabında anlatır. Anıları “Hitler’e karşı mücadelenin az bilinen bir boyutunun hikayesi." (Shofar) olarak nitelendirilecektir.

Dizide Pirene’lerdeki tehlikeli yürüyüşe öncülük yaparken gösterilen Lisa’nın sınırdan İspanya’ya geçirmeyi başardıkları arasında Walter Benjamin de vardır.

“Transatlantik” dizi yazar/yapımcıları Marc Chagall’ı es geçmez ama Walter Benjamin korku, endişe çemberi içinde direnemeyen/umudu kırık bir adam portresi olarak çizilse de Chagall’a göre dizide -trajik sonunun da etkisiyle- biraz daha ağırlıklı yer alacaktır. Benjamin’i canlandıran oyuncu Moritz Bleibtreu filmde onu nasıl anladığını şöyle aktarır:

En acı ve karanlık anlarda bile mizah var, sevgi var, şefkat var. Hayat asla tamamen hüzünlü veya ciddi olmaz. Hep her şeyden biraz olur.”

Benjamin’in ilk göründüğü sahne-odasına Mary-Jayne Gold girdiğinde Benjamin Lütfen beni bu araftan kurtarın artık.” diyecektir.

Mary-Jayne: - MS Rex limanda, sizi New Yorka götürmeye hazır bekliyor. (Oda karanlık, ve içerisi havasızdır, perde ve camı açar) Bay Benjamin, leş gibi esrar kokmuş burası.”

Benjamin: - Ama Fransızlar beni bulursa esir kampına geri yollarlar, oraya geri dönemem. (…) Biricik Berlinim cennet gibiydi. (…) Biliyor musunuz, siz çok şanslısınız. Memleketinize dönebilirsiniz."

Mary-Jayne: - Orasını bilmiyorum…”

Sonraki sahnede, Naziler ortada yokken bile yardakçısı Vichy hükümetinin Polis Komiseri ”Talimatlarıma rağmen Alman yazan Walter Benjamin için istenilen vizeyi verdiniz.” diyerek Amerikan konsolosu Patterson’a çıkışacaktır.

Konsolos "Tehlikeli yazarlar demiştiniz. Walter Benjaminden açıkça bahsetmediniz. O saçma sapan şeyler yazıyor. Nasıl tehlikeli olsun ki?” yanıtını verir.

Komiser: - Nazilerin kara listesinde. Bu adam benim gözetimimde Marsilyadan ayrılırsa sizi sorumlu tutarım.”

Benjamin’in Splendide otelde kaldığını öğrenen komiser doğrulamak için bir meraklı okuyucu kimliğiyle kapısını çalar:

- Affederseniz. Umarım sakıncası yoktur. Eserlerinize dair bir sorum vardı da. (…) Burada biriciklik özelliğine sahip sanat eserinin aurası, seri üretim yapıldığında yok oluyorsa… nereye gidiyor?”

Benjamin: - Şu daha ilginç bir soru dünyamız yok edilirken, paramparça edilirken kötülüğün güçleri tarafından dağıtılan biriciklik özelliği olan eserlerin aurasına ne olur? Ama bir gün bir yapboz gibi parçaları birleştireceğiz. Bu işleme de tikkun olam denir.” (İbranice terkip tikkun olam: dünyayı tamir etmek, onarmak ya da iyileştirmek.)

Odasında olduğunu kesinleştiren polis otele baskın düzenlediğinde, Benjamin Ben gidemem. Kitabımı bitirmedim. Yazmam lazım.” telaşına girecektir.

Onu odasından çıkarmak isteyen direnişçi: - Bay Benjamin, fikirleriniz burada. Hayatınız bir kağıt parçasından daha değerli değil mi?”

Lisa Fittko, İspanya’ya Pirene’leri aşarak girmelerini sağlamak için Benjamin ve mülteci iş adamı Julius Berger ile yürürken Berger “1933'te Filistinden iş teklifi geldi, reddettim, çölde yaşamak istemiyordum. Belki de yanlıştı. Bir sürü yanlış karar hepimizi bu noktaya getirdi. Arkama bakmamaya çalıyorum.” açıklamasını yapar.

Benjamin (Çeviriyi düzelttim): - Ben sadece arkama bakabiliyorum. İlerledikçe arkamızda yıkıntılar bırakıyoruz. Tarih bizi ileri iten bir fırtına, yolumuzdaki her şeyi de yıkıyor.”

Zorlu bir yolculukla İspanya sınırını geçip, köydeki otele yerleşmeden önce pasaportlarını yola devam izni için polise teslim edeceklerdir. Benjamin endişelidir, odasına çekilmeden önce Kitap taslağımın Amerika'ya varması lazım… Çantama dikkat et olur mu?” diyecektir.

Lisa: - O çantayı Amerikaya kendiniz götüreceksiniz Bay Benjamin.”

Benjamin: - Ben olsam da olmasam da. Söz verir misin?”

Lisa’nın Walter Benjamin’i son kez sağ olarak görüşüdür, pasaportunun onayını haber vermek için ertesi sabah odasına girdiğinde şu notu bulacaktır:

“ Çıkış yolu olmayan bu duruma son vermekten başka seçeneğim yok. Hayatım Pirenelerdeki küçük bir köyde kimsenin kim olduğumu bilmediği bir yerde sona eriyor.”

Hannah Arendt 1940 yılında Gurs toplama kampından kaçtıktan sonra yakın dostu Walter Benjamin’in iki üç hafta yanında kalacak ve sanırım ikinci kez de karşılaşmayacaktır.

“Transatlantik” yazarları Walter Benjamin için yukarıdaki sahneleri yeterli bulacaktır. Lisa ya da dizi yazarları eğer intiharından sonra Benjamin’in elinde sıkı sıkıya taşıdığı çantaya açıp baksalardı, yazmakta olduklarının Tarih Kavramı Üzerine (Tezler)” olduğunu göreceklerdi. Ki, daha sonra kitaplaşan on sekiz tezden oluşan bu çalışma 20.yüzyılın en önemli metinlerinden biri, belki de Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezlerinden beri eleştirel düşüncenin en anlamlı belgelerinden biri” olarak gösterilir.

Benjaminin tarih felsefesini besleyen üç kaynak bulunmaktadır: Alman romantizmi, Yahudi mesiyanizmi ve Marksizm. Onun özgün bakış açısını besleyen üç moment; salt tarih felsefesinin eleştirilebilir yanını oluşturmaz, aynı zamanda alışılmadık fikirler de üretir. Belirtmek gerekir ki Benjaminin geliştirdiği, bir tarih felsefesi değil; fragmanlar ve aforizmalar şeklinde kaleme aldığı pasajlardan müteşekkil metinlerdir.” (Michael Löwydan akt. Beyza H. Turgut )

André Breton, Hannah Arendt, Marcel Marcel Duchamp, pek gerçeküstücü sayılmayacak denli ‘gerçeküstücü” kutlanan bir doğum gününde ancak fark edilecektir, Max Ernst dizide hikaye edilen Walter Benjamin kadar da şanslı değildir.

Öyle görünüyor ki “Transatlantik” dizi yazarları bir yan hikaye olarak yer verebilecekleri Hannah Arendt’in Fransa’daki Gurs toplama kampında geçen beş buçuk haftasını atlamıştır.

Hayatının bu en karanlık anında intihar etmeyi düşündüğü olur. Bu en zor dönemeçte hayatı vazgeçemeyeceği kadar çok sevdiğine karar verir. Bunun ardından, Alman birliklerinin yaklaştığı bir zamanda, sahte çıkış belgesi düzenleyerek ana kapıdan çıkıp gitme cesaretini gösteren 62 kadınla birlikte kitlesel bir kaçış planına iştirak eder. Yalnız ve yayan, Fransayı bir uçtan diğerine katederek, onu nerede bulabileceğini bilmeden kocası Heinrich Blücheri arar. Arkadaşı Walter Benjaminin yanına, Lourdesa gider…” (Samantha Rose Hill**)

Hannah Arendt’i neyse ki, filmleriyle zaten tarihin gölgesinde kalmış ya da öyküsü hiç anlatılmamış kadınların yönetmeni” (Aslı Ö. Tuncer) Margarette Von Trotta unutmamıştır. Gençliğinde Berlin’den Paris’e gitmeden ve orada Yeni Dalga filmleriyle tanışmadan önce sinema Von Trotta için ‘sanat değil eğlence’dir.

“… Ingmar Bergman'ı gördüm ve birden sinemanın ne olabileceğini anladım. Alfred Hitchcock'un ve Fransız Yeni Dalgasının filmlerini gördüm. Orada durdum ve 'hayatımda yapmak istediğim şey bu' dedim. Ama yıl 1962'ydi ve bir kadının yönetmen olabileceği düşünülemezdi…”

Düşünen ve politik bir kadının filmi” Rosa Luxemburg’u yapan Margarette Von Trotta, Rosa’yı canlandıran oyuncusu Barbara Sukowa ile bu kez Düşünen bir kadının filmi" Hannah Arendt’i çekecektir. Arendt´in Kudüs’te milyonlarca Yahudinin toplama kamplarına, ölüme gönderilmesinden sorumlu Adolf Eichmann'ın yargılanması ve dönüşünde kaleme aldığı -The New Yorker’da önce yayımladığı yazılar- “Kötülüğün Sıradanlığı” kitabına yönelik tepkilere direnişini Margarette Von Trotta sakin, duygusal, derinlikli bir yaklaşımla anlatır.

“Transatlantik”in kadın yönetmenleri baş rol verdikleri Mary-Jayne Gold’u da aşk, seks, gerilim üzerine kurdukları dramalarının kahramanı yapmışlardır ya da kendi açıklamalarıyla “müthiş buldukları bu karaktere kapıyı açıp önemsedikleri macerayı sürükleyen kahraman yapmak” çok hoşlarına gitmiştir.

Oysa yaklaşık 2.000 mülteci için tüm maddi kaynaklarını ve enerjisini harcayarak Fransa’dan çıkmalarına yardımcı olmasına karşın kendisi Fransa’yı terk etmek istemeyecek, Vichy hükümetinin baskısıyla Amerika’ya zorunlu dönecektir. Savaş bittikten sonra adeta vatanı kabul ettiği Fransa’ya koşar, ölümüne dek Saint-Tropez yakınındaki bir köyde-Gassin’de yaşar. Anılarını da “1940. Marsilya Kavşağı” adıyla kitaplaştırır…

“Transatlantik” dizisinin başardığı, kırk sekiz yaşında yitirdiğimiz edebiyat eleştirmeni, düşünür, kültür tarihçisi ve estetik kuramcı Walter Benjamin’i ve yaşadığımız günlere bakarak şu sözünü hatırlatmasıdır:

Dünyanın her yerinde sürekli olarak aynı dram, aynı dar sahne üstünde aynı dekorlar, kendi büyüklüğünün esrikliği içerisinde başı dönmüş, köpürüp duran bir insanlık.”

“Transatlantik” dizisinin başardığı bir şey ise, Marsilya’nın (Antik dönemde Massalia) Mary-Jayne Gold kadar -belki fazlası- karakter görevi görmesi. Çekimle, olayların yaşandığı/hikaye edildiği ve yaratıcılarının “inanılmaz bir sinematik manzaraya sahip” buldukları Marsilya’da ve gerçek Splendide Otel’de yapılmıştır. Masalardan birinde belki Balık Çorbası, daha doğrusu “Marsilya’nın en ünlü yemeği La bouillabaisse" ile benzerliği bulunan La bourride servis edilmektedir. Aşağıda tarifi yer alıyor.

La bourride

1 kg beyaz balık (parçalara ayrılmış)

1 adet soğan

1 havuç (doğranmış),

2 patates (doğranmış),

1 domates (soyulmuş, çekirdekleri çıkarılmış)

2 diş sarımsak

1 adet pırasa beyazı

1 Defne yaprağı

2 dilim portakal kabuğu ve tuz (istenirse ½ su bardağı beyaz şarap)

Tüm malzemeleri sıcak su eklediğiniz bir tencereye koyun, 6-7dakika kaynatın, sonra balıkları ekleyin, 10 dakika kadar pişirin. Balıkları başka bir kaba alın, balık suyuna Aioli sosu ekleyerek karıştırın, balıkları içine alın, kısık ateşte birkaç dakika daha pişirin. Kızarmış ekmek dilimleriyle servis yapın. (4 kişilik)

Aïoli sos

2 diş sarımsak (ezilmiş)

2 yumurta sarısı

1 tatlı kaşığı hardal

1/2 limon suyu

1 su bardağı zeytinyağı (bir kaba koyun, mayonezde olduğu gibi ağır ağır yağ ekleyerek çırpın)

-----------

* Translantik’te bölüm başlığı olan Tarih Meleği üzerine Walter Benjamin’e ait açıklama: “ Klee'nin "Angelus Novus" adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri fal taşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş(…) Cennet’ten kopup gelen bir fırtına kanatlarını öyle şiddetle yakalamıştır ki, bir daha kapayamaz onları. Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz, sırtını döndüğü geleceğe sürüklenir. İşte ilerleme dediğimiz şey, bu fırtınadır.”

Walter Benjamin, Tarih Kavramı Üzerine,” Son Bakışta Aşk: Walter Benjaminden Seçme Yazılar içinde, Hazırlayan: Nurdan Gürbilek, Metis Yayınları, İstanbul, 2012, s. 43-44.

** http://kiraathane.com.tr/evden-haberler/hannah-arendt-bir-entelektuelin-olusumu- “Hannah Arendt: Bir Entelektüelin Oluşumu" başlıklı bu konuşma 1 Kasım 2021 akşamı YouTube Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi kanalında yayınlandı. [bkz] www.youtube.com/watch?v=_Zuzn8qQfoQ

QOSHE - İyinin düşmanıdır düşünce yokluğu - Oğuz Makal
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

İyinin düşmanıdır düşünce yokluğu

27 9
21.01.2024

"Sanatçının onuru, dünyadaki merak duygusunu uyanık tutma görevinde yatmaktadır.”

Marc Chagall

Nice’te merak duygumun uykuda olduğu bir an bile yoktu. Nazilerin Fransa'yı işgali nedeniyle bir ara elinden kaçırsa da savaş sonrasının Fransası Marc Chagall’ı adeta evlat edindi.

“Renklerin ve mutluluğun” ressamı diye anılan Marc Chagall’a Fransa’nın armağanı Alpes-Maritimes’da inşa edilmiş Chagall müzesi oldu. Ben de dilimde Edip Cansever’in şiirinden Bir testi bir tabak/Şinana Chagall/Üstünde balık içinde balık/Şinana Chagall/Altında yanında tatlı kuruluk…” dizelerle Chagall müzesine koştum.

Ayrıca sadece Nice’te değil, Paris'teki Opéra Garnier'deki, roman yazarı ve dönemin Kültür Bakanı André Malraux’nun 1960 yılında Chagall’dan yapmasını istediği -ve herkesi şaşırtan çünkü tavanda zaten yapıldığı 1875 bu yana Jules-Eugène Lenepveunün resmi vardı- 220 m2 Chagall resminin yerleştiği muhteşem tavan da görülmesi gerekenler arasındadır.

Chagall 77 yaşındaydı, resmin yapımı bir yılını almıştı ve binlerce yapıtı yanı sıra dünyada bu kez farklı bir yapıtıyla iz bırakabilmek için Malraux’nun önerisine büyük heyecanla “evet” demiş, ücret de kabul etmemişti.

André Malraux’nun tartışılan, hatta kıyasıya eleştirilen, Chagall’ın Opera tavanında resmini sergileme olanağı sağlayacak bu şaşırtıcı kararının hikayesi ilginçtir.

7 Şubat 1960'da, Cumhurbaşkan General de Gaulle ve Malraux, Paris’e gelen Peru delegasyonunu onurlandırmak için Opéra Garnier’de sahnelenen Maurice Ravel: "Daphnis et Chloé" galasına davet edecektir. André Malraux’nun bakışları bir ara sahnede Marc Chagall tasarımı kostümlerle dans eden sanatçılardan ayrılıp tavana doğru kayar ve Lenepveu'nun klasik resmine takılır. Ara verildiğinde André Malraux hayran olduğu ve neredeyse otuz yıllık dostu Marc Chagall’a sürpriz bir öneride bulunur, Opéra Garnier tavanı için yeni bir resim tasarlamasını ister…

Chagall’ı aylarca uykusuz bırakan Malraux’nun çılgınca bu isteği 1962’de nihayet resmiyet kazanır... Ama basın ve kamuoyunun öfkeli sesi de ‘arş-ı âlâ’ya yükselecektir.

Opera tavanının bu olmadık yeni keşfi nereden çıkmıştır? Lenepveu'nün “sanatın muhteşem ve mitolojik bir temsili” olarak gösterilen ve binanın mimarisine mükemmel şekilde uyanEsin Perileri ve Gece ve Gündüz Saatleri” resminin üzeri nasıl oluyordu da Chagall imzalı da olsa bir yeni yüzyıl resmiyle örtülüyordu?

Chagall'ın tavan tasarımı Malraux’yu ve bakanlığını da politik tartışma masasına çekecektir. Malraux direnir ve Lenepveu'nün orijinal tavanın yerinde duracağını, Chagall’ın yapıtının takılabilir-sökülebilir şekilde üzerine yerleşeceğini açıklar.

Yine de Chagall engellenme çekincesiyle opera binasında göz önünde çalışmak istemez, atölyesinde taslaklarını sessizce ve monte edilebilecek boyutlarda, gerçeküstü renk/tekniğiyle resimleştirir. Tüm dönemlerden on dört besteciyi çizerek saygı duruşunda bulunurken, Paris’in simgesel anıtlarını, Palais Garnier’yi, hatta André Malraux’nun portresini yerleştirir, tavanı adeta bir "alegori meydanı”na dönüştürür. Malraux Chagall'ın tavan resmi yardımıyla Palais Garnier'yi açıldığı günlerden yıllar sonra yeniden haberin merkezine koymuştur…

Pablo Picasso’nun, adını İspanya iç savaşında Nazi-Franko savaş uçakları saldırısıyla yıkıma uğrayan Guernica’dan alan resmini yaparken, Chagall’dan bazı öğeler ödünç aldığı belirtilir.

2023 yılının televizyon dizilerinden “Transatlantik” de (10 - 16 Nisan 2023 açılışını yapmıştı) Chagall'ın yaşam öyküsünden bir kesiti, gestaponun eline düşmeden Marsilya’dan Amerika’ya kaçışını ödünç alır.

“Transatlantik” şu yedi bölüme ayrılarak sunulacaktır:

Görünmeyen El İlkesi, Tarih Meleği *, Issızlık, Dönüş Yolu Yok, İnsanlık durumu (Hannah Arendt insanın dünyaya yabancılaşması sorununu inceler), Saf Ruhsal Otomatizm (André Breton sürrealizm tanımı) , Karda Ateş.

“Transatlantik” dizisi yaratıcı ekibi de Chagall’ın da içinde olduğu sanatçı, yazar ve çocuk-kadın yüzlerce mülteciyi Holokost’tan kurtaran sıra dışı kahramanların hikayesini merak etmiştir. Yazarları “bir tarih draması” olmasını istemediklerini ısrarla belirtseler de anlattıkları sonuçta bir tarih drama/drama tarihe çok uygundur.

Yazar Anna Winger ilgi nedenini vatansız kalma ve mültecilik” konusuna bağlar:

Bu iki konu günümüzde çok önemli bir sorun. Tarihin modern yaşama dair benzetme olarak kullanılması hep ilgimi çekmiştir.”

Ayrıca Yazar Anna Winger şunu da ekler:

“İkinci Dünya Savaşına ilişkin bize öğretilen bazı konular var, bence çok anlatılmayanlardan biri de Amerikada Avrupadaki savaşa katılmaya karşı gösterilen direnç ve bunun Avrupada, Fransada Nazilerle karşı karşıya kalan mülteciler için anlamı. Amerikada çoğunluğu Yahudi olan bir ortamda büyüdüm ve bana o yıllara ilişkin birkaç kaçış hikayesi anlatmışlardı. Kindertransport operasyonu (savaş öncesi binlerce Yahudi çocuk kurtarıldı ve İngiltere'ye yerleştirildi) vardı, Şanghay Gettosu (Şanghay'ın Japon işgâli altında olduğu dönemde Vatansız Mülteciler İçin Sınırlı Bölge) ve Varian Fry’ın hikayesi vardı. Ama ilk kaynağımız Julie Orringer’ın Uçuş Portfö/The Flight Portfolio adlı romanıydı. (Genç Amerikalı Varian Fry’ın, Fransa'nın işgalinden sonra Nazilerden kaçan sanatçı ve yazarların hayatlarını kurtarma arayışının öyküsü)… Ya da ustaca anlatılan bu klasik casusluk-gerilim hikayesinde, ”Julie Orringer'ın becerikli ellerinin yardımıyla karanlık bir dünyada küçük bir lambanın parıldıyan ışığını yakmayı başaran Varian Fry anlatısı” (Michael Chabon) .

Yazar Julie Orringer dizinin yaratıcısı Anna Winger ile birlikte bölüm senaryolarını yazarken gerçek olayların gerçek karakterlerini kurgusal, romantik bir ortamda özgür bıraktık” diyecektir.

“Transatlantik” yapımcısı Teitler “İkinci dünya savaşı dizileri başlı başına bir tür olmuştu” görüşündedir.

Dizilerle arası pek iyi olmayan ben ise, seçimimi bellekte oluşturduğu imgeleri daha güçlü/daha etkili/daha kalıcı olduğu için dizi değil, filmden yana kullanacağım. Ayrıca hatırlatırım, savaş draması listesinden inmeyen Steven Spielberg’ün Er Ryan’ı Kurtarmak (1998) tabii ki önemlidir ama, Spielberg’ün bu filmi çekmeden önce II. Dünya Savaşı’nı konu edinen Kahramanlar Taburu/Battleground (1949), The Stell Helmet (1951) ve Ateş Hattı/Hell is for Heroes (1962) adlı filmleri izlediği ve yararlandığı da bilinir.

“Transatlantik” anlatımı için çıkış yolu da 1940’lı yıllarda çekilen filmlerde aranacak, karanlık günlerin........

© Gazete Duvar


Get it on Google Play