Bir pazar düşü kuruyorum. Gözlerimi kapattım. Tatlı bir müzik dinliyorum; sesi yan odadan geliyor. Ev tabii ki kahve kokuyor, kedi gurulduyor; hazırım. Düşüm şöyle:

Farz edelim ki tüm kentler ütopyalarımızdaki gibi inşa ediliyor; yaşlıları, çocukları düşünen, havası temiz, yaşayanları birbirine saygılı ve güler yüzlü bir yaşam sürebiliyoruz. Farz edelim ki evden işe gidip gelmek iki saat sürmüyor, rantçılar yek metrekareleri satıp cep doldurmuyor, kiralar yüzde 200 artmıyor, sokaklarda evsiz yok, öğrenci yurtları yok ve olmayınca aç kalmıyorlar, asansörleri düşmüyor, taciz edilmiyorlar. Farz edelim ki fabrika bacaları, ulaşım araçları atmosferi kirletmiyor; altın madenlerinin siyanürleri nehirlere akmıyor, zira bu madenler yapılması gerektiği gibi yapılıyor. Farz edelim ki insanlar yaşamlarını sürdürmek için diğer canlıların yaşam alanlarına ve canlarına kastetmiyor. Farz edelim ki tüm kullandığımız eşyalar geri dönüştürülebilir malzemelerden üretilmiş, okyanuslar ve diğer sular kirlenmiyor, balıklar ve martılar plastik kapakları yutmuyor.

İş yeri ve okul gibi tüm günümüzü geçirdiğimiz mekanların tasarımı farz edelim ki konforumuzu ve sağlığımızı gözetiyor. Farz edelim ki gıdalarımızı ve ihtiyaçlarımızı temin etmek için her gün koca torbalarca ambalajı çöplere doldurup atmak zorunda değiliz, böylece yer yüzünde çöp tarlaları oluşmuyor, bu tarlaların talibi ülkeler olmuyor. Farz edelim ki insanlar açlık çekmiyor, savaşlar katliam ve yıkım yapmıyor, kimse yerinden yurdundan göç etmek zorunda kalmıyor. Farz edelim ki zenginler fakirleri, erkekler kadınları, büyükler küçükleri, toplumlar kendilerinden farklı olan bireyleri sömürüp dışlamıyor.

Düşüm ağırlaşıyor, yükü altından kalkamayacağım kadar fazlalaşıyor; sorular çok.

Dünya ne kadar farklı bir yer olabilecekken nasıl olur da bu hale gelebilir ve bu gidişatı ne, kim değiştirebilir?

Farz etmek, var sayımda bulunmak demek. Var sayımları çoğunlukla “Ya?” ile devam eden sorularla çeşitlendirebiliyoruz. Dilimize Arapça’dan geçmiş fard kelimesinin (kökü -frd) anlamı belirleyici çentik, işaret. Farz, “Bir akıl yürütmede tartışılmaz veri olarak alınan şey, varsayım” olarak tanımlanıyor sözlüklerde. Dini anlamında mutlak gereklilikleri temsil ediyor. Mutlak Varlık olarak düşünmeliyiz sanıyorum, ancak o halde farz etmek var saymak haline evrilebilir. Kelimeler düşünme biçimlerine ışık tutar bazen. Bu da öyle bir kelime. Farz etmek ise, farz kelimesinin katılığından uzak bir biçimde bir durumun bir gerçekliğin ötesini, çoğunlukla da tersini düşünmek demek, bir bakıma hayal etmek.

Olmayanı düşlemek için “ya öyle olsaydı/olmasaydı” kalıbı ile düşünürüz. Bu kalıp, psikolojide kaçınılan, insanların karşılaştığı sorunları aşabilmesi için mutlaka vazgeçilmesi gereken bir kalıp olarak görülür. Psikoloji alanında, fazla kaygılı, saplantılı olmamak adına “ya” düşüncesinden uzaklaşmak salık verilir. Oysa felsefe ve tasarıma dayalı alanlarda pek de öyle değildir; bu ifadenin itibarı pek yüksektir. Yeni bir şeyler önermek için “ya?” sorusunu sormak ve hayal etmek gerekir.

Sizin de benim gibi zaman zaman düşüncelere dalıp "ya" ile başlayan sonsuz olasılıkları düşündüğünüz oldu mu? "Ya" ifadesi, hayal gücümüzü açığa çıkaran ve farklı gerçeklikleri keşfetmemizi sağlayan bir güce sahiptir. Bize mevcut durumun sınırlarından kaçmamızı ve farklı bir dünya, farklı bir gelecek veya hatta farklı bir versiyonumuzu hayal etmemizi sağlar. Bu düşünce biçiminin sunduğu sınırsız potansiyel, problemlere karşı yaratıcı çözümler üretmenin temelindeki birkaç yaklaşımdan birini oluşturur.

Bilirsiniz, zamanda geri gidip tarihin akışını değiştiren kurgular üzerine pek çok eser yapılmıştır. Geçmişi değiştirmenin bugünkü yaşamlarımız üzerindeki etkisini hayal edin. Günümüzdeki savaşları, anlaşmazlıkları düşününce, tarihin tüm yükünü taşıyor gibiyiz. Bu yük, farklı nesiller boyunca taşınmış; aslında hiç bir sorumluluğu olmayan başka nesiller üzerinde de korkunç etkiler yaratıyor. Geçmişin hatalarından ve çatışmalardan arınmış olsaydık acaba şimdi ütopik bir toplumda mı yaşıyor olurduk? Yoksa şu ya da bu şekilde yine, hep aynı sonuçlarla mı karşılaşırdık? Tarihe yönelik olarak sorduğumuz “Ya?” sorusu karmaşık ve tahmin edilemez bir geleceğe kapı açardı kuşkusuz.

Olasılıklar her zaman sonsuz ve bu nedenle "ya" senaryosunun keşfi, eylemlerimizin dünyayı şekillendirmedeki önemini düşünmemizi sağlıyor.

Peki ya hayvanlarla iletişim kurabilseydik? İfadesi alınıp salıverilen bir cani tarafından hunharca öldürülen bir kedinin çığlıklarını duyabilir miydik o zaman? Onların perspektifinden edineceğimiz anlayışları hayal edin. İhtiyaçlarını, isteklerini ve duygularını anlayabilirdik, böylece içinde bizim de misafiri olduğumuz doğa ile daha derin bir bağ kurabilirdik. Bu "ya" senaryosu, hayvanlarla ilişkimizi ve onların yaşamları üzerindeki etkimizi yeniden düşünmemizi sağlardı. Çeşitli türlerle paylaştığımız gezegenimizde böylece başka türlerle daha uyumlu biçimde birlikte yaşama, çevreyi koruma ve duyarlılık sahibi olma gibi alanlarda daha yetkin olurduk. Ya hayvanlara işkence edenlere daha güçlü cezalar verilseydi? O zaman başkaları benzer davranışları yapmaktan çekinir miydi?

Küresel salgın deneyimi sonrası, hala benzer durumlara nasıl da açık olduğumuz gerçeği ile savunmasız biçimde yaşamlarımızı sürdürürken insan sormadan edemiyor: Ya hastalıkları yok edebilseydik ve herkes için eşitlikçi, evrensel sağlık hizmetini sağlayabilseydik? Bu senaryonun sonuçları derin olurdu. İnsanlık tarafından yol açılan hastalıkların neden olduğu acı ve kayıp olmazdı. Kaliteli sağlık hizmetine erişim, finansal kısıtlamalar veya coğrafi sınırlamalar nedeniyle hiç kimsenin geride kalmamasını sağlayan temel bir hak haline gelirdi. Belki de sözde hala, her nasılsa (!), tedavisi bulunamamış hastalıkların olmadığı bir dünyada, sahi dev ilaç endüstrisi ne yapardı? Bu "ya" senaryosu, mevcut sistemleri sorgulamamızı sağlıyor. Sağlık endüstrisi insanları en zayıf noktalarından vurarak onların kaynaklarını orantısız biçimde tüketiyor.

Teknolojilerin gelişimi başımızı döndürüyor. Aralarında benim gibi meraklıların bulunduğu bir kesim insan bu dönemi heyecan ile anlamaya ve kavramaya çalışırken, kimileri de doğal olarak çekiniyor ve gereksiz buluyor; direniyor. Ne var ki insan yapandır. Aklı, becerileri ve yetenekleri el verdiği sürece insan merak edecek, keşfedecek ve üretecek. Bunların sonuçlarını dünya olumlu/olumsuz deneyimlerle yaşıyor.

Her gelişim, sadece insanlığın yararına kullanılmıyor; insanın aklı sonsuz ancak ahlakının iki kutbu var. Tüm dünya bu zıt kutuplardan oluşuyor. İyilik ve kötülük, yaz ve kış, gündüz ve gece gibi, biri olmazsa ötekinin anlamı ve değeri ortaya çıkmıyor. İyi ve kötü yanları ile gelişen teknolojiler çağımızın kaçınılmaz gerçeği. Her teknoloji daha fazla enerji tüketiyor. Günümüzde enerji kaynaklarını iyileştirmek için büyük bir çaba var. Ya gerçekten de yenilenebilir enerjinin gücünü kullanabilip, fosil yakıtlara olan bağımlılığımızı tamamen ortadan kaldırabilseydik? Mümkün değil belki ama ya öyle olsaydı? Sorusu yenilikçi çözümler üretilmesi için olanak sağlıyor. Bugün karşı karşıya olduğumuz çevre krizi her türden yenilikçi çözümler gerektiriyor. İnsanlığın antik dünyadan beri kullandığı rüzgar enerjisini bugünkü anlamda kullanmaları yüzyıllar aldı. Birileri yelkenlileri ve değirmenleri hareket ettiren teknolojileri günümüz rüzgar enerjisi sağlayan rüzgar millerine dönüştürürken de sürekli olarak aynı soruyu sordu. Bugün bu miller temiz enerjinin temsili gibi görülüyor. Kimilerinizin bir rüzgar milinin üretiminin çevreye daha çok zarar verdiğini söylediğini duyar gibiyim. Böyle bir kanı dolaşımda olsa da sayısız araştırma, rüzgar enerjisinin, kendi üretimi için harcadığı enerjiyi (bulunduğu yere göre) 14-17 ay arasında kompanse ettiğini ve 20-30 yıllık ömrü süresince de katlarca fazla enerji ürettiğini gösteriyor. Enerji üretimi tüm dünyanın öncelikli sorunu iken, ülkeler, kuruluşlar, insanlar bu alanda sürekli yeni girişimler başlatıyor. Sözgelimi nükleer enerji çok verimli olmasına karşılık taşıdığı risklerle insanlık ve doğal çevre adına bir felaketle sonuçlanabilirken, örneğin rüzgarın böyle bir riski yok. Ya depremin merkezi Mersin’in Gülnar ilçesi olsaydı? Hiç düşündünüz mü?

Temiz ve sürdürülebilir enerji kaynaklarının kentlerimizi, ulaşımımızı ve endüstrimizi güçlendirdiği bir dünya hayal edin. Bu "ya" senaryosu, alternatif enerji teknolojilerini düşünmemiz için bizi zorluyor. İklim değişikliğini hafifletmek ve gelecek nesiller için daha sağlıklı bir gezegen yaratmak için harekete geçmemiz gerektiğini hatırlatıyor.

Farz ederken daha eski sorulara uzanıyorum: Ya dünya barışını sağlayabilseydik? Tarih boyunca birçok insanın hayallerini ve hedeflerini barış dolu bir dünya süsledi. Ulusların, insanlığın iyileştirilmesi için birlikte çalıştığı bir çatışmasız dünyayı hayal edin. Ukrayna’nın, Gazze’nin yerle bir edilmediği, Afganistan’da kadınların, kız çocuklarının huzur içinde olduğu, yıllarca sömürgecilikle kara bir deliğe dönüşmemiş bir Afrika’nın var olabildiği barış içinde bir dünyayı hayal etmek nerede ise artık o kadar imkansız ki! Düşlerimiz bile kirlendi. "Ya barış içinde yaşayabilseydik" senaryosu, diplomasi, empati ve anlayışın gücü adına anlamlı. Umudumuzu ne kadar yitirsek de sormaktan asla vazgeçemeyeceğimiz bir soru üstelik. Barışçıl çözümlere yönelmek, insanlar, sınırlar arasında anlayış ve işbirliği köprüleri kurmak adına, düşüncelerimizi yoğunlaştırmak ve direncimizi güçlendirmek için önemli. Barışı ailelerinden, mahallelerinden başlayarak özlemeli insanlar.

Bazı "ya" senaryoları nasıl da imkansız veya ulaşılamaz gibi görünüyor değil mi? Ancak değişim tek bir fikirle başlar. Biz tasarımcılar bu düşünce tarzını benimsemiş profesyoneller olarak her zaman ya öyle olmasaydı, ya böyle olsaydı sorularını sorarak işlerimizi geliştiririz. Yeni bir taşıt, yeni bir bina, yeni bir teknoloji, yeni bir icat, yeni bir marka, yeni bir giysi, yeni bir köprü… Her zaman bu soruların üzerine gelişir. Bilim ve felsefe bu sorularla beslenir ve aydınlanır.

Bu yüzden bir sonraki sefer kendinizi "ya" sorularını düşünürken bulursanız, hayal gücünüzün gücünü kucaklayın. Kendinize hayal etmek, keşfetmek ve mevcut sınırların ötesinde bir gelecek düşlemek için izin verin. Kim bilir, "ya" senaryonuz, dünyada pozitif bir değişim yaratan dönüştürücü bir fikir veya eylem için katalizör olabilir.

Farzlardan beslenen bir ülkede, 'farz et ki' ye geçiş yapabilmek bahsettiğim.

QOSHE - Farz et ki… - Özlem Yalım
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Farz et ki…

58 7
18.02.2024

Bir pazar düşü kuruyorum. Gözlerimi kapattım. Tatlı bir müzik dinliyorum; sesi yan odadan geliyor. Ev tabii ki kahve kokuyor, kedi gurulduyor; hazırım. Düşüm şöyle:

Farz edelim ki tüm kentler ütopyalarımızdaki gibi inşa ediliyor; yaşlıları, çocukları düşünen, havası temiz, yaşayanları birbirine saygılı ve güler yüzlü bir yaşam sürebiliyoruz. Farz edelim ki evden işe gidip gelmek iki saat sürmüyor, rantçılar yek metrekareleri satıp cep doldurmuyor, kiralar yüzde 200 artmıyor, sokaklarda evsiz yok, öğrenci yurtları yok ve olmayınca aç kalmıyorlar, asansörleri düşmüyor, taciz edilmiyorlar. Farz edelim ki fabrika bacaları, ulaşım araçları atmosferi kirletmiyor; altın madenlerinin siyanürleri nehirlere akmıyor, zira bu madenler yapılması gerektiği gibi yapılıyor. Farz edelim ki insanlar yaşamlarını sürdürmek için diğer canlıların yaşam alanlarına ve canlarına kastetmiyor. Farz edelim ki tüm kullandığımız eşyalar geri dönüştürülebilir malzemelerden üretilmiş, okyanuslar ve diğer sular kirlenmiyor, balıklar ve martılar plastik kapakları yutmuyor.

İş yeri ve okul gibi tüm günümüzü geçirdiğimiz mekanların tasarımı farz edelim ki konforumuzu ve sağlığımızı gözetiyor. Farz edelim ki gıdalarımızı ve ihtiyaçlarımızı temin etmek için her gün koca torbalarca ambalajı çöplere doldurup atmak zorunda değiliz, böylece yer yüzünde çöp tarlaları oluşmuyor, bu tarlaların talibi ülkeler olmuyor. Farz edelim ki insanlar açlık çekmiyor, savaşlar katliam ve yıkım yapmıyor, kimse yerinden yurdundan göç etmek zorunda kalmıyor. Farz edelim ki zenginler fakirleri, erkekler kadınları, büyükler küçükleri, toplumlar kendilerinden farklı olan bireyleri sömürüp dışlamıyor.

Düşüm ağırlaşıyor, yükü altından kalkamayacağım kadar fazlalaşıyor; sorular çok.

Dünya ne kadar farklı bir yer olabilecekken nasıl olur da bu hale gelebilir ve bu gidişatı ne, kim değiştirebilir?

Farz etmek, var sayımda bulunmak demek. Var sayımları çoğunlukla “Ya?” ile devam eden sorularla çeşitlendirebiliyoruz. Dilimize Arapça’dan geçmiş fard kelimesinin (kökü -frd) anlamı belirleyici çentik, işaret. Farz, “Bir akıl yürütmede tartışılmaz veri olarak alınan şey, varsayım” olarak tanımlanıyor sözlüklerde. Dini anlamında mutlak gereklilikleri temsil ediyor. Mutlak Varlık olarak düşünmeliyiz sanıyorum, ancak o halde farz etmek var saymak haline evrilebilir. Kelimeler düşünme biçimlerine ışık tutar bazen. Bu da öyle bir kelime. Farz etmek ise, farz kelimesinin katılığından uzak bir biçimde bir durumun bir gerçekliğin ötesini, çoğunlukla da tersini düşünmek demek, bir bakıma hayal etmek.

Olmayanı düşlemek için “ya öyle olsaydı/olmasaydı” kalıbı ile düşünürüz. Bu kalıp, psikolojide kaçınılan, insanların karşılaştığı sorunları aşabilmesi için mutlaka vazgeçilmesi gereken bir kalıp olarak görülür. Psikoloji alanında, fazla kaygılı, saplantılı olmamak adına “ya” düşüncesinden uzaklaşmak salık verilir. Oysa felsefe ve tasarıma dayalı alanlarda pek de öyle değildir; bu ifadenin itibarı pek yüksektir. Yeni bir şeyler önermek için “ya?” sorusunu sormak ve hayal etmek gerekir.

Sizin de benim gibi zaman zaman düşüncelere dalıp "ya" ile başlayan sonsuz olasılıkları düşündüğünüz oldu mu? "Ya" ifadesi, hayal gücümüzü açığa çıkaran ve farklı gerçeklikleri keşfetmemizi sağlayan bir güce sahiptir. Bize mevcut durumun sınırlarından kaçmamızı ve farklı bir dünya, farklı bir gelecek veya hatta farklı bir versiyonumuzu hayal etmemizi sağlar. Bu düşünce biçiminin sunduğu sınırsız potansiyel, problemlere........

© Gazete Duvar


Get it on Google Play