Geçtiğimiz iki yazıda Sümerlilerin kurduğu kent devletlerinden, bunların bir yandan birbirleri ile savaşırken diğer yandan kurdukları büyük uygarlıktan bahsetmiştik. Fonetik yazı, anıtsal mimari; çömlekçilik, dericilik, dokumacılık, metal işçiliği gibi zanaat ve endüstrilerin gelişimi; değerli maden ve taşlardan yapılan takılar, nesneler, aletler ve eserleri, zengin sanat tekniklerini; teker ve yelken gibi çığır açan icatları birbiri ardına saymıştık. Bu gelişimi görünce, savaşın güzel ve faydalı bir şey olduğunu düşünme sevgili okur, emin ol biz de bu işin nasıl olduğunu tam olarak çözebilmiş değiliz. Ne diyelim, İnanna’nın hikmeti(!) olsa gerek.

Kent-devletleri birbirleri ile savaşa dursun, Arap yarımadasından yola çıkan Sami kavimleri, belki 500 yıldan daha fazla süren bir göç yürüttüler. Küçük gruplar halinde, Levant boyunca yukarı doğru ilerleyip, bugünkü Suriye-Fırat sınırından Mezopotamya ovasına geçip, tekrar aşağı yönde yayıldılar. Göç o kadar az kişilik gruplar halinde oluyordu ki, gelen nüfusun yoğunluğunu uzun süre kimsenin fark edebildiğini sanmıyorum. Zaten fark etseler de çok umursamayabilirlerdi. Zira Sümerliler de bu bölgeye göçle gelmişler, uzun yıllar sonra yönetimde söz sahibi olmuşlardı.

Gelen Sami kavimleri, Sümerlilerin kentlerinin çevresine yerleşerek gelişen, Sümer kültüründen etkilenerek, onu özümseyerek ve ona kendi bünyesinden katkılar da koyarak, farklı bir kültür oluşturmayı başarırlar. Sümerceyi kabul edip öğrenmeleri, kendi inanç sistemlerinin yanına, Sümerlilerin çok tanrılı dinlerini de eklemeyi başarmaları ve özellikle bölgedeki çivi yazısını benimseyerek sonra da kendi dillerine adapte etmeleri, kültürel sürekliği gösteren en önemli delillerdir. Bunlar aynı zamanda, günümüzde göç olgusuna bir sorun olarak bakılmasının önüne geçebilecek çözümler de olabilir. Belki de anahtar bu kaynaşmadadır? Kim bilir?

Efendim gelelim bu Sami göçünün sonuçlarına. Bu kadar göç, bir o kadar kaynaşma, öğrenme, öğretme derken; e tabii ki dünya dönüyor, hayat akıyor ve her şey elbette değişiyor.

Bilinen anlatımımızdan biraz uzaklaşıp, bu değişimi başlatan olaylar zincirini, döneme ait bir söylenceden sayfamıza taşıyalım. Buyurun, birazdan tarihin ilk imparatorluğunu kuracak Sargon’un (Sarrukin), otobiyografisinin girişine bir göz atalım:

"Annem yüksek bir rahibeydi, babamı tanımıyordum. Babamın kardeşleri tepeleri severdi. Benim şehrim Fırat nehrinin kıyısında bulunan Azupiranu'dur . Baş rahibe annem bana hamile kaldı, gizlice beni doğurdu. Beni sazlarla dolu bir sepetin içine koydu ve kapağımı katranla kapattı. Beni üzerimden yükselen nehre attı. Nehir beni taşıdı ve nehirden su çeken Akki'ye taşıdı. Akki beni oğlu olarak aldı ve büyüttü." (Asur Metni - MÖ 7. Yüzyıl)

Hikayeyi, başka anlatımlarla destekleyip tamamlayalım. Efendim, Sargon bebekken bir sepete konulur ve nehre bırakılır. Sepeti, bazı hikayelere göre Kiş diğerlerine göre Lagaş kentinde, sarayda görev yapan bir bahçıvan bulur. Sargon’u kurtarır ve evlatlık olarak sarayda yetiştirir. Sargon, bebeklikten itibaren sarayda büyüdüğü için, yönetmeyi, bürokrasiyi, ittifakları, lobiciliği ve bilumum entrikayı bir güzel öğrenir. Kralın sakiliğine (kadeh tutucu) kadar hızla yükselir. Çalkantılı bir zamanda, kralın bir savaştan mağlup döndüğü bir ortamda, hızlı bir saray darbesi ile yönetimi ele geçirir.

Efendim, dikkatli okurların gözünden kaçmayacaktır. Biz bu sepetle nehre çocuk bırakma hikayesini başka yerlerden biliyoruz sanki değil mi? Musa Peygamber, bir sepete konulup Nil nehrine bırakılınca, Firavunun kızı tarafından kurtarılıp sarayda büyütülmedi mi? Hindu destanı Mahabharata'da, kahraman Karna, bir sepet içinde Ganj nehrine bırakılınca, kralın ozanları tarafından bulunup sarayda büyütülmedi mi? Ya kahraman Perseus’un veya ozan Oidipus’un benzer öyküleri Helen Mitolojisinde yıllarca işlenmedi mi? Bizim söylencelerimizde de kahramanların veya taht varislerinin sepet içinde nehre bırakıldığı nice öykü yer almaktadır. Sargon efsanesinin, geçmişten günümüze farklı kültürlerde tekrarlanan bu sepet ile nehre bırakılma öykülerinin arketipi olduğu düşünülmektedir.

Yeri gelmişken, bu konudaki en güzel şakanın, sevgili Gani Müjde tarafından, “Kahpe Bizans” filminde yapıldığını söylemeden geçmek olmaz. Filmde, Roma İmparatoru İlletyus, rüyasında o gün doğan bir çocuk tarafından öldürüleceğini görünce tüm çocukların katledilmesini emreder. Süper Gazi'nin yeni doğan üçüzleri, imparatorun şerrinden kurtulsun diye nehre bırakılır. Çocuklardan birisi, nehirden Bizans Sarayı bahçelerine ulaşır, doğum yapmak üzere olan ve erkek çocuk doğuramadığı için işleri kötü giden kraliçe tarafından, sanki o doğurmuş gibi sahiplenilip, İlletyus’un oğlu olarak sarayda büyüyecektir. Buraya kadar her şeyiyle tastamam bildiğimiz öykü ama bundan sonrası fena. Çocuklardan diğeri, asker tehlikesi geçtikten sonra kendi ailesi tarafından kurtarılacak ancak üçüncüsü kimse tarafından kurtarılmadığı için nehirde yaşamaya, büyüyüp yaşlanmaya devam edecektir. İsmi de kendisiyle müsemma; Gezer Bey!

Efendim güldük eğlendik de, Mezopotamya’da ilk defa Sami kökenli bir kral çıktı onu da yalnız bıraktık. Kim bilir biz dönünceye kadar neler yapacak?

Söylencemiz sürecek. Viya Böyle!

QOSHE - Suya bırakılan çocuk - Selim Martin
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Suya bırakılan çocuk

60 6
09.12.2023

Geçtiğimiz iki yazıda Sümerlilerin kurduğu kent devletlerinden, bunların bir yandan birbirleri ile savaşırken diğer yandan kurdukları büyük uygarlıktan bahsetmiştik. Fonetik yazı, anıtsal mimari; çömlekçilik, dericilik, dokumacılık, metal işçiliği gibi zanaat ve endüstrilerin gelişimi; değerli maden ve taşlardan yapılan takılar, nesneler, aletler ve eserleri, zengin sanat tekniklerini; teker ve yelken gibi çığır açan icatları birbiri ardına saymıştık. Bu gelişimi görünce, savaşın güzel ve faydalı bir şey olduğunu düşünme sevgili okur, emin ol biz de bu işin nasıl olduğunu tam olarak çözebilmiş değiliz. Ne diyelim, İnanna’nın hikmeti(!) olsa gerek.

Kent-devletleri birbirleri ile savaşa dursun, Arap yarımadasından yola çıkan Sami kavimleri, belki 500 yıldan daha fazla süren bir göç yürüttüler. Küçük gruplar halinde, Levant boyunca yukarı doğru ilerleyip, bugünkü Suriye-Fırat sınırından Mezopotamya ovasına geçip, tekrar aşağı yönde yayıldılar. Göç o kadar az kişilik gruplar halinde oluyordu ki, gelen nüfusun yoğunluğunu uzun süre kimsenin fark edebildiğini sanmıyorum. Zaten fark etseler de çok umursamayabilirlerdi. Zira Sümerliler de bu bölgeye göçle gelmişler, uzun yıllar sonra yönetimde söz sahibi olmuşlardı.

Gelen Sami kavimleri, Sümerlilerin kentlerinin çevresine yerleşerek gelişen, Sümer kültüründen etkilenerek, onu özümseyerek ve ona kendi bünyesinden katkılar da koyarak, farklı bir kültür oluşturmayı başarırlar. Sümerceyi kabul edip öğrenmeleri, kendi inanç sistemlerinin yanına, Sümerlilerin çok tanrılı dinlerini de eklemeyi başarmaları ve özellikle bölgedeki çivi yazısını benimseyerek sonra da kendi dillerine adapte etmeleri, kültürel sürekliği gösteren en önemli delillerdir. Bunlar aynı zamanda, günümüzde göç........

© Gazete Duvar


Get it on Google Play