Bir yerde görürsen ki;
Ağır ve edalı akar
dal dal söğütleri öperek
samur üç belik gibi
üç koldan sular;
müjdeler olsun efendim:
Edirne’desin.

Şair Niyazi Akıncıoğlu, “Edirne” şiirine böyle başlıyor ve şu dizelerle son veriyor:

yeni baştan
söylemek kolay olsa eski türkümü:
“Edirne köprüsü taştan
Sen çıkardın beni baştan.”

Edirne’nin taştan köprülerini ve “baştan çıkarıcı” güzelliklerini elbette anlatacağım ama öncelikle -çok da derine inmeden* tarihinden söz edelim istiyorum. İlkçağlarda Orta Asya’dan göç ederek, buraya yerleşen Traklar tarafından kurulduğu bilinen Edirne, Makedonya İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu, Doğu Bizans, Bulgar Türkleri, tekrar Bizans derken 1361 yılında I. Murad tarafından Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarına katılarak, taht (baş) şehri oldu. 1453 yılında İstanbul fethedilinceye kadar doksan iki yıl payitaht (başkent) olarak kaldı. Bu yıllar içinde de tarihinin en görkemli günlerini yaşadı Edirne.

Doğal olarak epey de göç aldı. Öyle ki II. Bayezid, 1492 yılında, İspanya ve Portekiz’den sürgün edilen İspanyol Yahudilerinin Selanik, İstanbul, Edirne, İzmir ve çevresine yerleştirilerek iyi karşılanmalarını, onlara kötü muamele edeceklerin ölümle cezalandırılacaklarını buyuran bir ferman yayımladı. Öyle az buz değil, yüz binlerce Sefarad Yahudisi yerleşti Osmanlı topraklarına.

17. yüzyılda dünyanın en büyük birkaç şehrinden biri hâline gelen kentin bu şatafatlı günleri, sonraki yüzyılda gerilemeye başladı. 1745 ve 1751 yıllarında çıkan iki büyük yangın, 1829’da Rusların birkaç ay süren işgali; 1887’de tekrar Rusların on üç ay, 1913’te Bulgarların dört ay, 1920’li yıllarda Yunanlıların iki yıllık işgalleri... 25 Kasım 1922’ye kadar kötü günler bu şekilde birbirini izledi.

1923 Lozan Antlaşması’nın da şehrin bugünkü yapısını oluşturması açısından epey etkili olduğunu söyleyebiliriz. Karaağaç, Edirne topraklarına katılırken şehrin renkli kültürünü oluşturan azınlıklar “Türk uyruklu” kabul edildi. Ancak Anlaşma’nın gereğince bir mübadele yaşanacaktı ve öyle de oldu. Türkiye’ye gelen 463 bin 549 kişinin 49 bin 441’i Edirne’ye yerleşti. Bu Türkiye illeri içinde en yüksek rakamdı. Bugünlerin anısına Karaağaç’ta bir Lozan Anıtı ve hemen yanında Lozan Müzesi bulunuyor.

Her ne kadar yapısı epey değişmeye başlamışsa da “hassasiyet” hiçbir zaman yok olmadı bu topraklarda. Özellikle Trakya’nın, olası bir savaş durumunda düşmanla iş birliği yapmayacak Türkler tarafından iskân edilmesi önemliydi! Zaten her felaket döneminde nüfus yapısı değişiklik gösteren Edirne dâhil Trakya’nın gayrimüslimlerden arındırılması hedeflendi ve 1934 İskân Kanunu çıkarıldı. Kanun’un ilanıyla gayrimüslimlere yönelik şiddet ve gaspa dayanan eylemler başladı. Epey bir gayrimüslim evlerini terk ederek, İstanbul’a kaçtı. Bir süre sonra duruma el konulsa da çok azı cesarete etti evine dönmeye...

Bu bilgileri şu yüzden önemli buluyorum çünkü bugünkü Edirne’yi meydana getiren her şeyde bu yaşanmışlıkların, bu kültürlerin izlerini bulmanız mümkün. Hani hava durumu haberlerinde sıkça duyduğumuz o Balkanlar’dan gelen soğuk hava dalgası gibi, sürekli bir göç dalgası da yaşanmış bu topraklarda. Edirne, hâlen Türkiye’yi Avrupa’ya bağlayan karayolu üzerinde olması, Yunanistan ve Bulgaristan sınır kapılarına ev sahipliği yapmasıyla önemli bir noktada. Şehir merkezi Yunanistan’a yedi, Bulgaristan’a on yedi kilometre uzaklıkta. Yani iki ülkeye ulaşmak sadece dakikalar sürüyor. Elbette avronun ve levanın bu kadar artmadığı, vizelerin kolay alındığı zamanlarda bu durum, Edirneliler için mükemmel bir özellikti. Şimdi ise bunun sefasını Bulgaristan’da ve Yunanistan’da yaşayanlar sürüyor. Artık Türkiye, onlar için ucuz alışverişin adresi! Özellikle şehrin en bilinen Saraçlar Caddesi’nde dolaşırken ne dediğimi daha iyi gözlemleyebilirsiniz.

Yunanistan sınırı 204, Bulgaristan sınırı seksen sekiz, sahil kesimi yetmiş beş kilometre uzunluğunda olunca Edirne, mültecilerin de bir geçiş kapısı olma tehlikesi yaşıyor. Zaten Edirne Valiliği de internet sitesinde, Edirne’nin “Yunanistan ve Bulgaristan ile sınır olması, altı gümrük kapısının bulunması [gerçi beş ama neyse] uluslararası transit taşıma güzergâhı üzerinde olması; göçmen, akaryakıt, tarihî eser, gümrük, tekel ve uyuşturucu kaçakçılığı; yasadışı kenevir ekimi suçları bakımından önem arz ettiğini” vurgulamış.

Edirne’nin Türkiye’deki komşuları ise Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale... Çanakkale’yi saymazsak bu üç ilden olanlar, zaten başka bir şehre gittiklerinde kendilerini “Trakyalı” olarak ifade ediyorlar. Genelde düz bir il; sınırları içerisindeki herhangi bir yükselti 500 metreyi aşmadığı için Edirne’de dağ bulunmuyor. Tunca, Arda ve Meriç ırmaklarının buluştuğu düzlükte kurulu bir şehir. Eskiden bu ırmakların taştığıyla ilgili bolca haber duyardık ama Devlet Su İşleri’nin (DSİ) verilerine göre Meriç Nehri, son dört yılın en kurak ocak ayını yaşıyor; ne acıdır ki bugünlerde dörtte bir oranında akıyor.

Şehrin her yıl inişli çıkışlı bir nüfusu var; 2022 sayımına göre nüfusu 414 bin 714... Aslında Edirne’yi öğrenci ve memur şehri olarak tarif etsek çok yanlış bir şey söylemiş olmayız. Trakya Üniversitesi’nin eğitim dönemlerinde şehir epey hareketli. Gençlerin sosyal hayat konusunda pek sıkıntı çektiği söylenemez. Hemen her kesime hitap edecek içkili, içkisiz mekânlar mevcut (Oldu da canları çok sıkıldı, İstanbul’a günübirlik gidip gelme mesafesinde). Mekâna tıkılmak zorunda da değilsiniz. Edirne’nin her yerinde “piiz”lemek yadırganmıyor. Sadece bu da değil, insanların birbirinin hayat biçimine burnunu sokmadığı ender şehirlerden. Gece kaç olursa olsun kadınlar, sokakta rahatça gezebiliyor.

Yaz mevsimi gelip çattı mı öğrencilerin gitmesiyle kente biraz ıssızlık çöküyor. Bu ıssızlıkta Edirnelilerin birkaç aylığına ilin Ege kıyısındaki yazlık bölgelerine gitmesinin de payı var. Ne o şaşırdınız mı? Hani Jacques-Yves Cousteau, namıdiğer Kaptan Kusto var ya, zamanında Saros Körfezi için “Kızıldeniz’in kuzey versiyonu” demiş. Saroz’un dünyada kendi kendini temizleyen beş körfezden biri olduğu, 144 çeşit balık, yetmiş sekiz tür deniz bitkisi ve otuz dört tür süngere ev sahipliği yaptığı söyleniyor. Ama buradan belirteyim, dinamitle avlanma, trolcülük ve gırgırla avlanma yüzünden bu türler ciddi tehlike yaşıyor.

Edirnelilerin bir numaralı adresi “Trakya’nın Bodrum’u” denilen Erikli Plajı. Fakat son yıllarda İstanbulluların da keşfetmesiyle iyice beton yığınına dönmüş ve ciddi altyapı sıkıntıları yaşanıyor. Biraz daha sakinlik isteyenler Altınkum’a, daha da sakinlik isteyenler ise Kalekoy’a (yerli halk pek sevmese de buraya İtalyan Koyu da deniliyor) gidiyor.

Edirneliler, gerçekten eğlenceli insanlar. Her zaman bir kıpır kıpırlık, coşku hâkim. Halk türkülerindeki dokuz sekizlik ritim, hayatlarına da yansıyor. Hani “Gökte düğün var deseler, kadınlar merdiven kurmaya kalkar.” diye atasözü var ya bence “kadınlar” yerine “Trakyalılar” desek cuk otururmuş. Siz de sokak aralarında yürürken bir yerden düğün sesi geliyorsa hiç çekinmeyin gidin. “Kimsin? Nesin?” diyen olmaz ve hayatınızın en eğlenceli anlarından birini yaşayabilirsiniz. Gerçi hâl böyle ama her gördüğünüz Edirneliye de “Roman muamelesi” yapmayın. Olaylar pek öyle değil. Her ne kadar konuşma tarzlarından dolayı da öyle algılanıyor ama Edirne ağzında daha çok göçmenler etkili olmuş.

E tabii Kakava Şenliklerini ve Hıdrellez festivallerini de unutmamak lazım. Kutlamalar, 5 Mayıs’ta geleneksel ateşin yakılmasıyla başlıyor. Ertesi günün şafağında, yeni yılın bereketli geçmesi ve sıkıntılardan arınmak için Tunca Nehri’ne akın ediliyor. Gençler nehre girerken, nehre giremeyenler bidonlara doldurdukları sularla ellerini ve yüzlerini yıkıyor.

Davul zurna eşliğinde göbek atarak nehrin kenarına gelen genç kızlar, gelinlik giyerek evliliğe hazır oldukları mesajını veriyor. İki gün boyunca müzik ve eğlence devam ederken Edirne, oldukça renkli görüntülere sahne oluyor.

Edirne’nin bir de Cadılar Bayramı’na benzeyen “Bocuk Bayramı” var. Bu Orta Çağ geleneği, Keşan’ın Çamlıca köyünde, her ocak ayında, köyün gençlerinin sırtlarına beyaz ya da kara çarşaflar geçirip yüzlerini boyayarak sokakta dolaşmalarıyla yaşatılıyor.

İki yiğit çıkmış meydana,
Birbirlerinden merdane.
Biri here, biri kara,
İkisinin de zarı pare.

Alta düştüm diye yerinme,
Üste çıktım diye sevinme.
Alta gelirsen apış,
Üste çıkarsan yapış.

Of yazarken bile gaza geldim, sanki ben çıkıyorum meydana... Tabii bu mümkün değil. Haziran sonundan temmuz başına kadar yapılan Tarihî Kırkpınar Yağlı Güreşleri’nde meydan sadece erkeklerin. 1361 yılından beri düzenlenmesiyle dünyanın en eski güreş festivali, aynı zamanda olimpiyatlardan sonra dünyadaki en eski ikinci spor etkinliğinde her yıl çok sayıda güreşçi Kırkpınar’ın en büyük şerefini ve ödülünü yani başpehlivanlığı almak için kıyasıya mücadele ediyor. Üst üste üç defa başpehlivanlığı elde eden sporcuya da 22 ayar “altın kemer” veriliyor. Ne diyelim kısm(p)et!

İnsanların uğruna diğer şehirlerden kilometrelerce yol geldiği Edirne tava ciğerini ve festivalini elbette unutmadık. Edirne mutfağının en bilinen, en sevilen lezzetlerinden biri tava ciğerinin bir de festivali yapılıyor. Her yıl “Edirne’ye gel, ciğerimi ye” sloganıyla düzenlenen Edirne Bando ve Ciğer Festivali’ne Türkiye ve Avrupa’dan bando takımları katılıyor. Ciğer ve acı biber yeme yarışmaları düzenleniyor, halka ücretsiz ciğer ikramı yapılıyor, kentin dört bir yanında konserler veriliyor.

Bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’na başkentlik yapmasından dolayı şehir; han, cami, çarşı ve taş köprüler gibi tarihî eserlerle süslü... Ayrıca köşkler, konaklar ve özel dekore edilmiş çeşitli ahşap evler, “Edirnekâri” adı verilen özel süsleme tarzıyla dekore edilmiş pek çok eser, günümüze kadar gelmiş. Kaleiçi, dar sokakları ve tarihi kalıntılar arasındaki eski evleri ile Orta Çağlardan günümüze yaşayarak gelmiş bir bölge.

Şehrin kuzeyinde, Tunca Nehri kenarında, 300-355 bin metrekarelik alana kurulan Edirne Sarayı’nın yapımına, 1450’de II. Murad zamanında başlanmış. Hükümdarın ölümü üzerine bir süre duran saray inşaatı, Fatih Sultan Mehmed tarafından 1475’te tamamlanmış. Her padişah zamanında saray sürekli tamir görmüş ve yeni yapılar eklenmiş. III. Ahmed’in 1718 yılında İstanbul’a gitmesinden sonra 1768’de III. Mustafa’ya kadar hiçbir padişah Edirne’ye gelmemiş, aradaki bu yarım asırlık süreç tahribatın başlangıcı olmuş. Deprem, yangın, işgaller de cabası olmuş. Saray’ın sağlam kalan tek binası Adalet Kasrı...

Orta Çağ Avrupa’sında akıl hastalarının yakılarak öldürüldüğü dönemde, Edirne’deki “Şifahane ve Tıp Medresesi”nde bu hastaların su ve müzikle tedavisi yapılırmış. Ayrıca külliyenin göz tedavisi için de yine önemli bir merkez olduğu anlatılıyor. Günümüzde, İkinci Beyazıt Sağlık Müzesi’ne dönüştürülen, “Avrupa Müze Ödülü”ne sahip yapı; cami, tıp medresesi, imaret, darüşşifa, hamam, mutfak, erzak depoları ve öbür bölümleriyle geniş bir alana yayılmış.

Edirne’de ayrıca önemli eserlerin sergilendiği Türk-İslam Eserleri Müzesi, Arkeoloji ve Etnografya Müzesi, Kent Müzesi, Balkan Savaşı Müzesi bulunuyor.

Başka bir şehre gittiğinde çoğu insan alışveriş merkezi gezerken Edirne’de alışveriş için sizi tarihî çarşılar yani arastalar bekliyor; Ali Paşa Çarşısı, Selimiye Arastası, Bedesten Çarşısı...

Meriç ve Tunca nehirlerinin, “Sular Kenti” olarak da bilinen Edirne’nin en önemli iki nehri olduğunu belirtmiştik. Çevresinde mesire alanları ve dinlenme tesisleri yer alan bu nehirlerin üzerinde de şehrin gerdanlıkları gibi tarihî köprüler bulunuyor.

İster Mecidiye Köprüsü ya da diğer adıyla Meriç Köprüsü’nden ister Edirne’nin diğer köprüleri Ekmekçizade Ahmet Paşa Tunca, Saray (Kanuni), Bayezid, Gazi Mihal (Hamidiye), Saraçhane, Fatih köprülerinden isterseniz de Uzun Köprü’den yürüyün. Hangisi olursa olsun gün batımının eşsiz manzarasını izleyebilir, köprülerden usulca yürüyerek, anın tadını çıkarabilirsiniz.

Şüphesiz dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ve dâhi mimarlarından Mimar Sinan’ın ustalık eseri Selimiye Camii, Edirne’nin en önemli yapılardan ve simgelerinden... UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer alan cami, ihtişamlı görüntüsüyle ziyaretçilerini kendine hayran bırakıyor. 1568 yılında yapımına başlanmış ve yaklaşık 15 bin kişinin çalışmasıyla ancak 1575 yılında tamamlanabilmiş. İçine girdiğinde de insan nereye bakacağını şaşırıyor. Zaten caminin kubbesi, Mimar Sinan’ın mesleğinde ulaştığı doruk noktalarından birini temsil ediyor. Böylesi geniş bir kubbeye sahip olmasına rağmen kubbeyi destekleyen ayakların iç mekânı bölmesine izin verilmemiş.

Cami ile birlikte külliyeyi meydana getiren yapılardan Dar-ül Kurra Medresesi, günümüzde Vakıf Müzesi, Dar-ül Hadis Medresesi ise yukarıda adını geçirdiğimiz Türk ve İslam Eserleri Müzesi olarak hizmet veriyor. Yine meraklıları Edirne’deki Ayşekadın, Eski, Beylerbeyi, Darül Hadis, Gazi Mihal Kadı Bedrettin, Defterdar, Sittişah Sultan ile Edirne Muradiye camileri ve Mevlevihanesi’ni gezebilir.

Gelelim Edirne Büyük Sinagogu’na... Edirne’de 1905 yılının Ağustos ayında çıkan büyük yangında tamamen yok olan on dört sinagogun yerine, 6 Ocak 1906 fermanıyla inşaatına izin verilen Büyük Sinagog, Fransız mimar France Depre tarafından inşa edilmiş. Kal Kados ha Godal adıyla 1907 yılında, o dönemde sayıları 20 bini bulan Yahudiler için ibadete açılan Sinagog’un Balkanlar’daki en büyük, Avrupa’daki üçüncü büyük sinagog olduğu belirtiliyor. Cemaatin yoğun olarak bulunduğu 1960’lı yıllara kadar aktif olarak kullanılmış. Geçen uzun yıllara dayanamayan ve büyük tahribat yaşayan Edirne Büyük Sinagogu, restorasyonunun ardından 2015 yılında hizmete girdi.

Edirne’de bulunan Sweti George Bulgar Kilisesi, Konstantin ve Elena Kilisesi, Bahai Evi de kentin uzun yıllar önceki renkli kültürünü yansıtması açısından önemli yapılar.

Bu muhteşem yapılardan sonra lafı çok uzatmak istemiyorum. İsterseniz “Edirne’de gezilecek başka nereler var?” bir çırpıda sıralayayım: Edirne Kalesi Makedonya Saat Kulesi, Enez Kalesi, Karaağaç Tren Garı, Hıdırlık Tabyası, IV. Mehmet Av Köşkü, Rüstempaşa ve Ekmekçizade kervansarayları, Deveci Hanı (Eski Hapishane), Sarayiçi Balkan Şehitliği, Lalapaşa Dolmenleri, Sokullu ve Mezitbey hamamları, ile Hacı Adil Bey, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Dertli Mustafa Efendi, Hacılar Ezanı, Askeri Hastane, Sinan Ağa ve Nazır çeşmeleri...

Son olarak benden size ek bir bilgi: Benim gibiler için söylenen “Kırmızı olsun üç kuruş fazla olsun” sözündeki kırmızının “en değerli olduğu il” neresi biliyor musunuz? Edirne! Nasıl mı? Adını dünya literatürüne “Rouge de d’Andrinople” olarak yazdıran Edirne Kırmızısı diye bir renk var. Bir dönem sırrını çözene ödüllerin verildiği, uğrunda çokça emek ve paranın harcandığı, hatta casusluk olaylarına konu olan bir renk düşünebiliyor musunuz? Arzu edenler, Trakya Üniversitesi öğretim görevlisi Orkun Akman’ın şu yazısından daha çok bilgiye ulaşabilir.

O zaman yazımız bittiğine göre haydi, Darbukatör Baryam ve Güllü gibi “Edirne, Çorlu, Tekirdağ, Keşan; dolaşalım bütün Avrupa’yı arabaylan”...

QOSHE - Edirne’ye gel, ciğerimi ye - Serpil Kurtay
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Edirne’ye gel, ciğerimi ye

57 11
17.01.2024

Bir yerde görürsen ki;
Ağır ve edalı akar
dal dal söğütleri öperek
samur üç belik gibi
üç koldan sular;
müjdeler olsun efendim:
Edirne’desin.

Şair Niyazi Akıncıoğlu, “Edirne” şiirine böyle başlıyor ve şu dizelerle son veriyor:

yeni baştan
söylemek kolay olsa eski türkümü:
“Edirne köprüsü taştan
Sen çıkardın beni baştan.”

Edirne’nin taştan köprülerini ve “baştan çıkarıcı” güzelliklerini elbette anlatacağım ama öncelikle -çok da derine inmeden* tarihinden söz edelim istiyorum. İlkçağlarda Orta Asya’dan göç ederek, buraya yerleşen Traklar tarafından kurulduğu bilinen Edirne, Makedonya İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu, Doğu Bizans, Bulgar Türkleri, tekrar Bizans derken 1361 yılında I. Murad tarafından Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarına katılarak, taht (baş) şehri oldu. 1453 yılında İstanbul fethedilinceye kadar doksan iki yıl payitaht (başkent) olarak kaldı. Bu yıllar içinde de tarihinin en görkemli günlerini yaşadı Edirne.

Doğal olarak epey de göç aldı. Öyle ki II. Bayezid, 1492 yılında, İspanya ve Portekiz’den sürgün edilen İspanyol Yahudilerinin Selanik, İstanbul, Edirne, İzmir ve çevresine yerleştirilerek iyi karşılanmalarını, onlara kötü muamele edeceklerin ölümle cezalandırılacaklarını buyuran bir ferman yayımladı. Öyle az buz değil, yüz binlerce Sefarad Yahudisi yerleşti Osmanlı topraklarına.

17. yüzyılda dünyanın en büyük birkaç şehrinden biri hâline gelen kentin bu şatafatlı günleri, sonraki yüzyılda gerilemeye başladı. 1745 ve 1751 yıllarında çıkan iki büyük yangın, 1829’da Rusların birkaç ay süren işgali; 1887’de tekrar Rusların on üç ay, 1913’te Bulgarların dört ay, 1920’li yıllarda Yunanlıların iki yıllık işgalleri... 25 Kasım 1922’ye kadar kötü günler bu şekilde birbirini izledi.

1923 Lozan Antlaşması’nın da şehrin bugünkü yapısını oluşturması açısından epey etkili olduğunu söyleyebiliriz. Karaağaç, Edirne topraklarına katılırken şehrin renkli kültürünü oluşturan azınlıklar “Türk uyruklu” kabul edildi. Ancak Anlaşma’nın gereğince bir mübadele yaşanacaktı ve öyle de oldu. Türkiye’ye gelen 463 bin 549 kişinin 49 bin 441’i Edirne’ye yerleşti. Bu Türkiye illeri içinde en yüksek rakamdı. Bugünlerin anısına Karaağaç’ta bir Lozan Anıtı ve hemen yanında Lozan Müzesi bulunuyor.

Her ne kadar yapısı epey değişmeye başlamışsa da “hassasiyet” hiçbir zaman yok olmadı bu topraklarda. Özellikle Trakya’nın, olası bir savaş durumunda düşmanla iş birliği yapmayacak Türkler tarafından iskân edilmesi önemliydi! Zaten her felaket döneminde nüfus yapısı değişiklik gösteren Edirne dâhil Trakya’nın gayrimüslimlerden arındırılması hedeflendi ve 1934 İskân Kanunu çıkarıldı. Kanun’un ilanıyla gayrimüslimlere yönelik şiddet ve gaspa dayanan eylemler başladı. Epey bir gayrimüslim evlerini terk ederek, İstanbul’a kaçtı. Bir süre sonra duruma el konulsa da çok azı cesarete etti evine dönmeye...

Bu bilgileri şu yüzden önemli buluyorum çünkü bugünkü Edirne’yi meydana getiren her şeyde bu yaşanmışlıkların, bu kültürlerin izlerini bulmanız mümkün. Hani hava durumu haberlerinde sıkça duyduğumuz o Balkanlar’dan gelen soğuk hava dalgası gibi, sürekli bir göç dalgası da yaşanmış bu topraklarda. Edirne, hâlen Türkiye’yi Avrupa’ya bağlayan karayolu üzerinde olması, Yunanistan ve Bulgaristan sınır kapılarına ev sahipliği yapmasıyla önemli bir noktada. Şehir merkezi Yunanistan’a yedi, Bulgaristan’a on yedi kilometre uzaklıkta. Yani iki ülkeye ulaşmak sadece dakikalar sürüyor. Elbette avronun ve levanın bu kadar artmadığı, vizelerin kolay alındığı zamanlarda bu durum, Edirneliler için mükemmel bir özellikti. Şimdi ise bunun sefasını Bulgaristan’da ve Yunanistan’da yaşayanlar sürüyor. Artık Türkiye, onlar için ucuz alışverişin adresi! Özellikle şehrin en bilinen Saraçlar Caddesi’nde dolaşırken ne dediğimi daha iyi gözlemleyebilirsiniz.

Yunanistan sınırı 204, Bulgaristan sınırı seksen sekiz, sahil kesimi yetmiş beş kilometre uzunluğunda olunca Edirne, mültecilerin de bir geçiş kapısı olma tehlikesi yaşıyor. Zaten Edirne Valiliği de internet sitesinde, Edirne’nin “Yunanistan ve Bulgaristan ile sınır olması, altı gümrük kapısının bulunması [gerçi beş ama neyse] uluslararası transit taşıma güzergâhı üzerinde olması; göçmen, akaryakıt, tarihî eser, gümrük, tekel ve uyuşturucu kaçakçılığı; yasadışı kenevir ekimi suçları bakımından önem arz ettiğini” vurgulamış.

Edirne’nin Türkiye’deki komşuları ise Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale... Çanakkale’yi saymazsak bu üç ilden olanlar, zaten başka bir şehre gittiklerinde kendilerini “Trakyalı” olarak ifade ediyorlar. Genelde düz bir il; sınırları içerisindeki herhangi bir yükselti 500 metreyi aşmadığı için Edirne’de dağ bulunmuyor. Tunca, Arda ve Meriç ırmaklarının buluştuğu düzlükte kurulu bir şehir. Eskiden bu ırmakların taştığıyla ilgili bolca haber duyardık ama Devlet Su İşleri’nin (DSİ) verilerine göre Meriç Nehri, son dört yılın en kurak ocak ayını yaşıyor; ne acıdır ki bugünlerde dörtte bir oranında akıyor.

Şehrin her yıl........

© Gazete Duvar


Get it on Google Play