Doğada, şehrin kalabalığından uzak, huzurlu bir yaşam… Etrafta koşturan çocuklar. Evden eksik olmayan eş dost. Hafta sonları gidilen piknikler, atlarla yapılan kır gezileri… Bu tür hayatı özellikle sevenler, arayanlar için pastoral bir rüya…

Ama başkalarının kabusu olan bir rüya.

Bu ev, bu yaşam, bu ‘rüya’ gerçekten vardı. Polonya’da, Krakow şehrinin 60 kilometre batısındaydı. Dünyanın görüp göreceği en korkunç yerlerden, Auschwitz-Birkenau toplama ve çalışma kampının yanı başındaydı. Höss ailesi, 2. Dünya Savaşı’nın büyük bölümünde o kampın yönetici konutunda yaşadı. Çünkü Rudolh Höss, Auschwitz’i yöneten kişiydi; Avrupa’nın dört yanından milyonlarca Yahudi’nin katlini bizzat o yürüttü. Ona insani bir sıfat verilebilirse, çalışkandı. Ailesiyle birlikte neredeyse içinde yaşadıkları, evlerinden sadece bir duvarla ayrılan kampta yıllarca sistematik bir şekilde çalıştı, sistematik şekilde dehşet üretti. Gaz odalarını yaptıran ve işleten Nazi komutanı oydu. Tarihe Nazilerin en korkunç isimlerinden biri olarak geçti.

Bu korkunç komutanın yaptığı işi sevdiğini tahmin ediyordum ama işyerini de sevebileceği aklıma gelmezdi.

Rudolf Höss ve eşi Hedwig, doğada, şehrin kalabalığından uzak, ‘huzurlu’ yaşamlarını, bulundukları yeri çok seviyorlardı. Tayinleri çıkınca karalar bağlayacak kadar çok seviyorlardı…

Bu ailenin Auschwitz’deki yaşantısını, onları konu alan ilginç bir filmde; Britanyalı yönetmen Jonathan Glazer’ın bu sene çok konuşulan, Cannes’da Büyük Ödül’le FİPRESCİ ödülünü kazanan, bir yandan Oscar’a da aday olan filmi “Zone of Interest”te [İlgi Alanı] seyrettim. Glazer filmde, 2. Dünya Savaşı’nın bu en dehşetli mekânını, ilginç bir yerden, Höss’lerin kampın hemen yanındaki evinden bakarak anlatıyor. Toplama kampının bu ailenin hayatlarındaki yeri üzerinden anlatıyor. Holokost’u konu alan filmlerde sıklıkla gördüğümüz katliam sahnelerine yer vermeden ama onu hep bir şekilde işleyerek, bazen milyonlarca insanın yakıldığı krematoryumdan çıkan dumanla, bazen uzaktan uzağa haykırışlarla, silah sesleriyle, konakta çalışan Yahudi hizmetkârların yürekleri ağızlarında dolaşmasıyla anlatıyor. Ama Glazer derdini bir şeyle daha anlatıyor: Höss ailesinin ve onların eşinin dostunun yanıbaşlarındaki katliama karşı kayıtsızlığıyla… Bu insanlar yaşadıkları yeri “cennet” görüyorlar; yaptıkları işi ise hayatlarında bir adım, erişilecek bir nokta, bir kariyer olarak değerlendiriyorlar. Bu kayıtsızlığı izlemek can acıtıyor.

Ama sinemadan çıktıktan beri kafam karışık.

Filmi, birçok sinemacı ve eleştirmen tarafından büyük övgüler aldığını bilerek seyrettim. Cannes’daki ödüller, zaten eserin nereye konulduğunun başlıca göstergesi. Haksız değiller. Etkileyici bir film. Kurgusu, oyunculukları, sizi filmin başında alıp son sahneye kadar bırakmayan ürkütücü ses dünyası. Glazer film için sanki, başlı başına bir sinema dili üretmiş. Çok anlatılmış, herkesin neredeyse ezbere bildiği bir hikâyeyi, özgün kalabilerek anlatmayı başarmış. Bunları sinemayı iyi bilenler şüphesiz çok daha isabetle anlatacaktır.

Ben size başka bir şey anlatmak istiyorum. Kafamı karıştıran şeyi…

Üzerine düşündükçe, ben bu güzel filmi sevmediğime karar verdim. Bu yazıyı lütfen bir film eleştirisi olarak okumayın. Dedim ya film güzel ama bu hikâyecilikte bana yanlış gelen, hatta tahammül edemediğim bir şeyler var.

Kötülüğün böyle sıradan, gündelik bir meseleymiş gibi gösterilmesine tahammül edemiyorum. Höss ailesinin herkes gibi, sıradan, işinde gücünde, kariyerist, doğaperver, çocuklarıyla ilgili, sıradan insanlar olarak resmedilmesi bana yanlış geliyor. Tamam bu kişilerin türlü korkunçlukları da filmde anlatılıyor ama şunu da hissediyorsunuz: Onlar makinenin herhangi bir dişlisi sadece…

Tarihin bir anında, belli bir yerde var olmuş, belli bir yerde yaşadıkları için de belli kararlar almış alelade insanlar mı bu kişiler? Değiller. Onları, hele Nazi komutanı Höss’ü tanımlayan, esas tanımlayan unsur sıradanlık, rastgelelik olamaz.

Tıpkı zorunda değilken, vicdanlarının sesini dinleyenlerin ve bambaşka zorlukta kararları alan insanları tanımlayanın da sıradanlık olmadığı gibi… Sesini çıkarabilecekken çıkarmayanları, sesini çıkarmayabilecekken çıkaranları sıradan diye mi tanımlayalım?

Burada, filmin çok dışında ve çok eski bir soru var: İnsanlar tarihin akışı öyle gerektirdiği için mi iyi veya kötüdürler, bunu seçtikleri için mi?

Kafama takılan bir başka nokta daha var.

Film, Nazilerin kurduğu sistemi birçok yerde ayrıntılarıyla anlatıyor. O kadar ayrıntılı ki iç bulandırıyor. Krematoryumların nasıl kurulup nasıl hızlandırılacağının, sanki herhangi bir fabrikadan bahsediliyormuş gibi renksizce ve sadece işlevselliğe önem verilerek tartışıldığını izliyoruz. Hangi ülkeden kaç Yahudinin nereye sevk edilip nasıl yok edileceklerini de aynı şekilde. Sayılar, formüller, işlev…

Bakın bu da sıradan, diyor film. Bu Nazilerin gözünde sadece bir iş. Randımanlı bir şekilde yapılıp bitirilecek bir iş.

Elbette korkunç. Yönetmen, bu işlevsel hesaplardaki korkunçluğu göstermek istiyor bize. “Milyonlarca insan birtakım masalarda, birtakım hesaplar yapılarak, neredeyse hesap makinesine başvurularak katledildi” diyor. Eminim bundan.

Ama bu hesaplara bakıp ilham alacak kişiler olduğundan da eminim. Faşizmin ince hesaplarına, randıman sevdasına, işlevselliğine her geçen gün daha çok insan kapılıyor. Mazlumun değil sadece zalimin gösterildiği bu hikâyecilik, zalimle özdeşlik kuranlara da “bak nasıl çalışkanlar” diye de ilham verecektir.

Ben bundan korkuyorum. Hafıza köreliyor. Acılar unutuluyor. “Çözümcüler”, “işlevselciler” yeniden tırmanıyor. Dünyanın her yerinde. ‘Sıradan’ birçok insanın hevesi yine kabarıyor. İnsanlar faşizme de özenir. Film izleyerek özenmez elbette. Ama unutarak özenir. Kurbanlar sayılardan, sistem randımandan ibaret hale gelince; çekilen acı, kanayan vicdan tam olarak gösterilmeyince…

Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür. İnsan unutur.

Bir şeyden daha korkuyorum. Bu da bir tür özdeşlik korkusu.

Filmin birçok sahnesinde duman var. Kamptan yükselen duman. Ne olduğu çok belli olan dumanı görüyor, izliyor herkes. Bir manzara izler gibi izliyor.

Bana öyle geliyor ki, o herkesin içinde, o kayıtsızlıkta biz de varız artık. Dünyanın her yerini, Gazze’de, Kiev’de yaşananları umursamıyoruz artık. Ben o kayıtsız, sıradan insanla özdeşleşmekten korkuyorum. Bir yandan korktuğum kişiye de dönüşüyorum.

Film mi anlattı bunu bana? O halde iyi sayılmaz mı bu film? Ben sevemedim ama demek ki güçlü bir film. Doğrusunu isterseniz, anlattıklarımın filmle de doğrudan ilgisi yok. İçinde yaşadığımız bugünün dünyasında, ezelden beridir üstüne düşündüğümüz iyilik ve kötülükten konuşalım istedim.

“Kötülüğe yönelmediği sürece çok ince, çok güzel bir şey vardır insanın budalalığında, bu hep böyledir” der Tolstoy.

Ama yönelmediği sürece…

Çünkü yönelmek bir seçimdir. Seçeriz. Seçince de, kötüysek de iyiysek de sıradanlıktan çıkarız. Bir başkası oluruz.

Tarihte yeri olan bir başkası.

QOSHE - İyinin ve kötünün bahçesinde - Yenal Bilgici
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

İyinin ve kötünün bahçesinde

37 9
25.02.2024

Doğada, şehrin kalabalığından uzak, huzurlu bir yaşam… Etrafta koşturan çocuklar. Evden eksik olmayan eş dost. Hafta sonları gidilen piknikler, atlarla yapılan kır gezileri… Bu tür hayatı özellikle sevenler, arayanlar için pastoral bir rüya…

Ama başkalarının kabusu olan bir rüya.

Bu ev, bu yaşam, bu ‘rüya’ gerçekten vardı. Polonya’da, Krakow şehrinin 60 kilometre batısındaydı. Dünyanın görüp göreceği en korkunç yerlerden, Auschwitz-Birkenau toplama ve çalışma kampının yanı başındaydı. Höss ailesi, 2. Dünya Savaşı’nın büyük bölümünde o kampın yönetici konutunda yaşadı. Çünkü Rudolh Höss, Auschwitz’i yöneten kişiydi; Avrupa’nın dört yanından milyonlarca Yahudi’nin katlini bizzat o yürüttü. Ona insani bir sıfat verilebilirse, çalışkandı. Ailesiyle birlikte neredeyse içinde yaşadıkları, evlerinden sadece bir duvarla ayrılan kampta yıllarca sistematik bir şekilde çalıştı, sistematik şekilde dehşet üretti. Gaz odalarını yaptıran ve işleten Nazi komutanı oydu. Tarihe Nazilerin en korkunç isimlerinden biri olarak geçti.

Bu korkunç komutanın yaptığı işi sevdiğini tahmin ediyordum ama işyerini de sevebileceği aklıma gelmezdi.

Rudolf Höss ve eşi Hedwig, doğada, şehrin kalabalığından uzak, ‘huzurlu’ yaşamlarını, bulundukları yeri çok seviyorlardı. Tayinleri çıkınca karalar bağlayacak kadar çok seviyorlardı…

Bu ailenin Auschwitz’deki yaşantısını, onları konu alan ilginç bir filmde; Britanyalı yönetmen Jonathan Glazer’ın bu sene çok konuşulan, Cannes’da Büyük Ödül’le FİPRESCİ ödülünü kazanan, bir yandan Oscar’a da aday olan filmi “Zone of Interest”te [İlgi Alanı] seyrettim. Glazer filmde, 2. Dünya Savaşı’nın bu en dehşetli mekânını, ilginç bir yerden, Höss’lerin kampın hemen yanındaki evinden bakarak anlatıyor. Toplama kampının bu ailenin hayatlarındaki yeri üzerinden anlatıyor. Holokost’u konu alan filmlerde sıklıkla gördüğümüz katliam sahnelerine yer vermeden ama onu hep bir şekilde işleyerek, bazen milyonlarca insanın yakıldığı krematoryumdan çıkan dumanla, bazen uzaktan uzağa haykırışlarla, silah sesleriyle, konakta çalışan Yahudi hizmetkârların yürekleri ağızlarında dolaşmasıyla anlatıyor. Ama Glazer derdini bir şeyle daha anlatıyor: Höss ailesinin ve onların eşinin dostunun yanıbaşlarındaki katliama karşı kayıtsızlığıyla… Bu insanlar yaşadıkları yeri “cennet” görüyorlar;........

© Gazete Duvar


Get it on Google Play