Üniversiteden ve medyadan tanıdığım, sevdiğim insanlar televizyon ekranlarında, bilgisayar ve cep telefonu ekranlarında coşkuyla İsrail vahşetini, Filistinlilerin ve Gazzelilerin durumlarını ve dertlerini "konuk"larına ve "seyirci"lerine anlatıyorlar. Tam "ara noktada duran" bir Müslüman aydın olarak onları ve olanları günlerce gözlemledim.

Ekranda, yüz yüze görüşmelerde, salon söyleşilerde dilimden dökülen ve onlara "kolaylık" dileyen sözlerin gerisinde, yüreğimden ve aklımdan geçen başka sözler de vardır her zaman. Onlara daha sonra bir fırsat bulup da ifade edemediğim düşünceler. Bu düşünceleri söylemek de söylememek de onlara haksızlık olacaktır.

Aklıma gelen o sözleri, İslam coğrafyasının, Filistin’in ve Gazze’nin bu hale gelmesinde en az payı olanlar olarak duymak Müslüman akademisyenlerin ve yazarların hoşuna gitmeyecektir mutlaka. Yıllardır bütün yaptığım, onları birer İslam kardeşi, arkadaş ve dost saydığım için susmaktan ibaret. Dahası onların bunları bildiğini, belki de zaman zaman "iç sesleri"yle kendilerine söylediklerini tahmin ediyorum.

Filistin’de, son günlerde Gazze’de yaşanan soykırımı konuşurken, hatta ABD ve Avrupa ülkelerini eleştirirken bile bizim profesörler Avrupa merkezli sosyal bilim söyleminin dışına çıkmıyorlar; İslam’ın özgün diliyle konuşmuyorlar. Politikacıları, gazetecileri, sanatçıları, sporcuları bir kenara bırakalım; ilahiyatçılar bile meseleyi esastan alıp irdelemiyor, fıkıh, kelam, din sosyolojisi, din psikolojisi vs her hangi bir İslami ilimin kuram ve kavramlarıyla konuşmuyorlar. Gazze’de yaşanan soykırıma dair Kudüs Üniversitesi gündeme gelmiyor, hocaları konuşturulmuyor; Allah’ın emri söylenmiyor, İslam’ın ümmete yüklediği görev açıklanmıyor. Bilinçli bir şekilde hukuki mesele, kategori değiştirilerek ahlaki bir mesele haline getiriliyor; Müslümanlara, ‘para yardımı yap’, ‘dua et’ ve ‘yürüyüşlere katıl’ demenin ötesine geçilemiyor.

ÖZGÜRLÜK VE BAĞIMSIZLIK

12 Eylül darbesi YÖK’ü kurarak Avrupa merkezli bilim anlayışının kalesi olan üniversiteye yeni idari düzenlemeler getirdi, denetimi daha da sıkılaştırdı. Şu anda gelinen nokta, buna öznel olarak ne dersek diyelim, ortaya çıkan yalnız ve yalnız bir "bilim kilisesi"dir. Çünkü bilmek değil, inanmak neredeyse tek değer ve belirleyen; pozitivist bilim anlayışına inanmak.

Yüksel Kanar, "Sezai Karakoç’un Batımerkezci Üniversite Yapısına Bakışı" başlıklı yazısında "Cumhuriyetten sonra bizde ve öbür İslâm ülkelerinde kurulan üniversiteler, Batıcılık dogmatizmine saplanmış, tamamen Avrupa sosyal bilim programının otoritesine dayanan yeni tip skolastik üniversitelerdir. Sadece verili bilgileri tekrarlayan bu üniversitelerin ürettiği bilgiler, doğal ortamında değil de, saksı veya sera bitkileri gibi, gerçek renk ve tattan yoksundurlar" derken haksızlık etmiyor.

“Gerçek bir üniversite, ulu bir çınar gibi, kökünü ülkesinin kültür toprağının derinliklerine saldığı halde, bu üniversiteler saksıdaki çiçekler gibi cılız köklerle, dışardan dökülen sularla hayatlarını sürdürürler. Bu bakımdan Ortadoğu’da kurulmuş hiçbir üniversitenin gerçek bir üniversite özelliği taşıdığı görülmemektedir. Bu üniversitelerde Ortadoğu kültüründen eser yoktur. Bu hayal ve gölge üniversiteler, Avrupa üniversitelerinin sürekli kopyacısıdırlar…” (Sütun, s. 450) şeklinde yapıyor üniversite eleştirisini Sezai Karakoç da.

İslâm ülkelerinde daha önce kurulan medreselerin canlılığını kaybederek durgunlaşmasından sonra, onların yerini alan yeni Batı tipi üniversiteler, kökleşmiş ve ilim tarihinde yerini almış herhangi bir üniversitenin doğumuyla değil, “parçaları dışarıdan getirilerek monte edilen fabrikalar gibi kuruldular. Bu yüzden ilim tarihinde yeni bir denemenin, başarısı çok şüpheli bir denemenin kurbanıdırlar. Bunların ilim dünyasındaki yeri bir radar ekranı olmaktan öte geçmez. Bu üniversiteler, kendi öz sesi bulunmayan, duyargalarını uzaktan gelecek seslere doğru uzatmış garip böceklere benzerler.” (Sütun, s. 450)

Gerçekte kendimize özgü bilim anlayışını oluşturması beklenen üniversitelerimiz, ne yazık ki, dün devletimizi yıkan Batıcılığın bugün güdümüne girdi. Söz gelimi bugün ülkemizin sosyoloji anlayışını, özellikle İngiliz, Fransız, Alman ve Amerikan sosyolojileri belirliyor. “Dolayısıyla sosyolojimiz, başlangıçtan günümüze sosyolojinin Batıdaki macerası doğrultusunda dönemsel olarak farklı etkilere hep açık olmuştur. Bu ise sosyolojimizde telifçi bir karakterin gelişmesini engellemiş; tercüme niteliğinde, diğer ifade ile aktarmacı karakterde bir sosyoloji geleneğinin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Yerli arayışlar ise sosyolojinin bilimsel çizgisinden sapma olarak değerlendirilmiş, ya mahkum edilmiş ya da görmezlikten gelinerek yok sayılmıştır” (Mehmet Karakaş, “100. Yılında Türkiye’de Sosyoloji”, s. 8, TYB Akademi, Yıl:3 Sayı: 9, Eylül 2013, Türkiye’nin Sosyolojisi).

Üniversitelerde bu noktaya neden ve nasıl gelindi sorusu tartışıldığında bir dolu gerçek ve bir dolu neden sayılabilir. Ama benim dışarıdan gözlemlediğim en temel unsur, söz ettiğim hakkın sahiplerinin bu haklarının gereği olan "görev"lerini ve sorumluluklarını yeterince yerine getirmemeleridir; böylelikle üniversiteyi var eden "özgürlük ve bağımsızlığı" ortadan kaldırılmasına katkıda bulundular.

Dolayısıyla tek sorumlu 12 Eylül darbecileri değildi. Onlara üniversitenin ne olduğunu tutumları ve davranışlarıyla anlatmayanlar, üniversitenin gerçek anlamda varlığını sürdürmesi için çaba göstermeyenler de sorumludur. Kuşkusuz bunu yapmanın bir bedeli vardı; üstelik o bedel başlarda çok ağırdı. 12 Eylül'ün demir yumruğu dokunduğu yeri yok ediyor, bir daha asla orada olunamıyordu. Bu gerçeğin en yoğun, etkin ve derin yaşandığı akademik alanların başında da "ilahiyat" fakültesi, "İslami ilimler" fakültesi gibi yapılar geliyor. Akademik erkin tüm dayatmalarına "uyarak", "boyun eğerek", "bilimin ve üniversitedeki akademik hayatın" imkanları, üniversite yerine, o erkleri paylaşanların kendileri için kullanmaları sonucu gerçekleşti sözkonusu düzenlemeler ve baskılar.
Karakoç, Batıcı üniversite hocalarının farkında olarak veya olmayarak içinde bulunduğu tutsaklığı ve sömürge ruhunu, büyük bir duyarlılıkla şu şekilde tasvir ediyor: “Bir üniversite profesörünün bir kitabını açtığımda, içinden şıkır şıkır zincir seslerinin geldiğini duyar gibi oluyorum. Her cümlesi bir batılı profesörün cümlesine bağlanmış, her sayfası batı düşüncesince zincire vurulmuş, bibliyografyası da, bu mahkumluğun en canlı şahitleri olarak sonuna eklenmiş kitaplar. (…) Kendi ülkesinin ve insanının medeniyetine, dinine, sanatına, ahlâkına, bütünüyle kültürüne ve sonuç olarak varlığına diş bileyen, batı düşüncesinin azatsız köleleri olan ilim ve kalem sahipleri, size yazıklar olsun!” (Sütun, s. 392).

Karakoç, kendi ülkesinde yabancı kültürlerin ürettiği düşünceleri çoğaltan, onların sözcülüğünü yapan üniversitelerin gerçek üniversite olamayacaklarını söylüyor haklı olarak. Bunlar, hiçbir temel üzerine oturmayan, kendi medeniyet kökümüzden gelen kişilik verici iklimden mahrum kopya, hatta daha da ileri giderek söylenebilir ki, “olup olabildikleri, topu topu otokolonizasyon üniversiteleri olmak”tır (Dirilişin Çevresinde, s. 154-155)

BAŞLANGIÇ NOKTASI KUDÜS ÜNİVERSİTESİ OLABİLİR

Bu saptamaları kimseyi kınamak, eleştirmek için yinelemiyorum. Tüm amacım genel olarak üniversitenin, ama somut durumda ilahiyat fakültelerinin içinde oldukları durumdan çıkışları için bir yol önerisinde bulunmak.
Çok geç olduğu için, değişimin çok da zor olduğunu biliyorum. Dahası bunun için ödenecek bedelin de ilk zamandakine göre çok daha büyük olduğu da reddedilemeyecek bir gerçekliktir. Üstelik bu bedeli ödeyecek olanlar da bu konuda en çok direnenler olacaktır. Ama başka da çıkış yolu yoktur. Durumu değiştirecek tek unsuru; üniversitenin ne olduğunu, özünün, olması gerekenin ve değişimin ilk koşulunun ne olduğunu işaret etmek için bunları yineliyorum.

Üniversite her düzeyde ve içindeki herkes için "özgürlük ve bağımsızlığı"na yeniden kavuşmadan bu yoldan dönüş imkansızdır. Bunları kimse yukarıdan aşağıya doğru vermeyecektir. Ama başlangıç noktasının bu nokta, Avrupa merkezli ilim anlayışından vazgeçiş, İslami ilimleri ihya olduğunu gören herkes, kendi erki ve gücü çerçevesinde kendisine tabi ya da bağlı olana bunu hakkı tanıyıp, bu ödevi hatırlatarak ve yaşam içinde uygulayarak sağladığı birliktelikle, böyle yapmayan kendi üzerindeki erk sahibine direnerek bu mücadele hattını genişletmek suretiyle yitirilenleri yeniden sağlayabilir.
Batımerkezci/aktarmacı metodun bir ruh ve kafa köleliği olarak doğurgan düşünceyi öldürdüğü, çalışmayan zekâyı körelttiği muhakkak. Yapmamız gereken şey, “kendi kültürümüzün geçmişini bugüne bütünüyle aktardıktan sonra, ortaya çıkacak düşünce doğrultularında ilerlemek..

Bu süreç çok sıkıntılı ve acılı olacaktır. Tek yapılması gereken, çok küçük ve önemsiz de olsa bunun örneklerini yaratmak ve bu yaratılanı, yaşanan değişimi anlatmaktır. Başlangıç olarak İslami ilim anlayışının ihyası için Kudüs Üniversitesi’nde bir program açıp İslam dünyasının üniversiteler arası entegrasyon çalışmalarının merkezi haline getirilebilir. Kudüs Üniversitesi (AQU), Filistin’in Kudüs kentindeki ilk ve tek Arap üniversitesidir. AQU, lisans, yüksek lisans ve doktora programları dahil olmak üzere programların çeşitliliği açısından bölgedeki en büyük üniversitelerden biri haline gelmiştir. Kudüs Üniversitesi, İslami ilimlerin İslam toplumu ve insanlık yararına ihya edildiği, öğrenildiği ve uygulandığı, özgürlük ve bağımsızlık kalesi olabilir! Üniversitede 10 bin 800 lisans öğrencisi ve bin 900 lisansüstü öğrenci olmak üzere yaklaşık 12 bin 700 öğrenci kayıtlıdır. Kudüs Üniversitesi, İslam ülkesini bir bütün olarak görecek; başa gelen felaketi doğru tanımlayacak ve İslam milletine gerçek çözümü önerecektir. Filistin devletinin acilen sivil asker bürokrasiye (orduya, yargya) ve üniversitelere ihtiyacı vardır.

Mustafa Yürekli / Haber7

QOSHE - Kudüs Üniversitesi’nde buluşmak... - Mustafa Yürekli
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Kudüs Üniversitesi’nde buluşmak...

5 0
19.12.2023

Üniversiteden ve medyadan tanıdığım, sevdiğim insanlar televizyon ekranlarında, bilgisayar ve cep telefonu ekranlarında coşkuyla İsrail vahşetini, Filistinlilerin ve Gazzelilerin durumlarını ve dertlerini "konuk"larına ve "seyirci"lerine anlatıyorlar. Tam "ara noktada duran" bir Müslüman aydın olarak onları ve olanları günlerce gözlemledim.

Ekranda, yüz yüze görüşmelerde, salon söyleşilerde dilimden dökülen ve onlara "kolaylık" dileyen sözlerin gerisinde, yüreğimden ve aklımdan geçen başka sözler de vardır her zaman. Onlara daha sonra bir fırsat bulup da ifade edemediğim düşünceler. Bu düşünceleri söylemek de söylememek de onlara haksızlık olacaktır.

Aklıma gelen o sözleri, İslam coğrafyasının, Filistin’in ve Gazze’nin bu hale gelmesinde en az payı olanlar olarak duymak Müslüman akademisyenlerin ve yazarların hoşuna gitmeyecektir mutlaka. Yıllardır bütün yaptığım, onları birer İslam kardeşi, arkadaş ve dost saydığım için susmaktan ibaret. Dahası onların bunları bildiğini, belki de zaman zaman "iç sesleri"yle kendilerine söylediklerini tahmin ediyorum.

Filistin’de, son günlerde Gazze’de yaşanan soykırımı konuşurken, hatta ABD ve Avrupa ülkelerini eleştirirken bile bizim profesörler Avrupa merkezli sosyal bilim söyleminin dışına çıkmıyorlar; İslam’ın özgün diliyle konuşmuyorlar. Politikacıları, gazetecileri, sanatçıları, sporcuları bir kenara bırakalım; ilahiyatçılar bile meseleyi esastan alıp irdelemiyor, fıkıh, kelam, din sosyolojisi, din psikolojisi vs her hangi bir İslami ilimin kuram ve kavramlarıyla konuşmuyorlar. Gazze’de yaşanan soykırıma dair Kudüs Üniversitesi gündeme gelmiyor, hocaları konuşturulmuyor; Allah’ın emri söylenmiyor, İslam’ın ümmete yüklediği görev açıklanmıyor. Bilinçli bir şekilde hukuki mesele, kategori değiştirilerek ahlaki bir mesele haline getiriliyor; Müslümanlara, ‘para yardımı yap’, ‘dua et’ ve ‘yürüyüşlere katıl’ demenin ötesine geçilemiyor.

ÖZGÜRLÜK VE BAĞIMSIZLIK

12 Eylül darbesi YÖK’ü kurarak Avrupa merkezli bilim anlayışının kalesi olan üniversiteye yeni idari düzenlemeler getirdi, denetimi daha da sıkılaştırdı. Şu anda gelinen nokta, buna öznel olarak ne dersek diyelim, ortaya çıkan yalnız ve yalnız bir "bilim kilisesi"dir. Çünkü bilmek değil, inanmak neredeyse tek değer ve belirleyen; pozitivist bilim anlayışına inanmak.

Yüksel Kanar, "Sezai Karakoç’un Batımerkezci Üniversite Yapısına Bakışı" başlıklı yazısında "Cumhuriyetten sonra bizde ve öbür İslâm ülkelerinde kurulan üniversiteler, Batıcılık dogmatizmine saplanmış, tamamen Avrupa sosyal bilim programının otoritesine dayanan yeni tip skolastik üniversitelerdir. Sadece verili bilgileri tekrarlayan bu üniversitelerin ürettiği bilgiler, doğal ortamında değil de, saksı veya sera bitkileri gibi, gerçek renk ve tattan yoksundurlar" derken haksızlık etmiyor.

“Gerçek bir üniversite, ulu bir çınar gibi, kökünü ülkesinin kültür toprağının derinliklerine saldığı halde, bu üniversiteler saksıdaki çiçekler gibi cılız köklerle, dışardan dökülen sularla hayatlarını sürdürürler. Bu bakımdan Ortadoğu’da kurulmuş hiçbir üniversitenin gerçek bir üniversite özelliği taşıdığı görülmemektedir. Bu üniversitelerde Ortadoğu kültüründen eser yoktur. Bu hayal ve gölge üniversiteler, Avrupa üniversitelerinin sürekli kopyacısıdırlar…” (Sütun, s. 450) şeklinde yapıyor........

© Haber7


Get it on Google Play