Mehmet Kaplan (1915 -1986) ‘Sinema’ başlıklı denemesinde (Sevgi ve İlim, s.62) sinema, tiyatro ve romanın karşılaştırmasını yapmakta ve bu sanat dalları arasındaki farkları belirlemeye çalışmaktadır. Kültür sanat sohbetlerimde zaman zaman bu metne atıfta bulunarak sanat ontolojisi bağlamında sinemanın tiyatroyla ve romanla karşılaştırmasından yararlanıyorum, Kaplan hocaya da Allah’tan rahmet diliyorum.

Mehmet Kaplan, ‘son sanat’ olan sinema ile ‘insanlık kadar eski’ bir sanat olan tiyatroyu karşılaştırarak başladığı sözkonusu yazısında, aralarındaki farkı ‘makine adam’ yani robot ile insan arasındaki farka benzetir. Tiyatroda sahnede ‘canlı insanlardan mürekkep’ bir grupla karşılaşılmaktadır. Sinemada ise seyircinin karşısında, canlı insan değil, ‘cansız bir şey’, filim vardır. İki sanatı belirgin bir biçimde ayıran bu fark her birine ayrı bir özellik vermektedir.

Tiyatroda insanla insanın karşılaşmasından doğan gerçek ‘heyecan’, ‘tehlike’, ‘sürpriz’ ve bunlara bağlı ‘zevkler’ vardır. ‘Seyirciyi her zaman karşısında gören’ tiyatro aktörü ile seyirciye karşı ‘kör ve duygusuz olan’ sinema artisti, farklı tecrübeleriyle ‘ayrı insan’dırlar; ayrı ‘deha’ ve ‘sanat’a sahiptirler.

Seyirciyi her an karşısında bulan aktör, önceden rolüne ne kadar ‘hazırlanmış’, yani ‘itiyat’ ve ‘makine’ haline gelmiş olursa olsun, ‘üzerine dikilmiş olan göz, yüz ve tavırlar’ın kuvvetle etkisi altında kalır.

Kısacası aktör, seyirci karşısında sahnenin üzerinde kendisini her an bir ‘tehlike’ içinde hisseder. Bu dıştan içe, seyirciden aktöre geçen ‘heyecanlı dikkat’, aktörü ya ‘dahi’ yahut da ‘gülünç ve beceriksiz yapar’.

Kaplan’ın tespitiyle aktörü yöneten yarı yarıya ‘rolü, kendisi ve rejisör’ ise, yarı yarıya da ‘seyirci’dir.

Bu yüzden tiyatro her zaman ‘menşeindeki kollektif karakteri’ taşır. Sadece bir ‘temaşa’ olmaktan çıkarak, herkesin ‘iştirak ettiği’ ve karşılıklı ‘etkisini canlı olarak duyduğu’ bir ‘ritüel’, bir ‘ibadet’, bir ‘merasim’ hali kazanır.

Sinemaya gelince; filmdeki ‘hayaller’ ile ‘seyirciler’ sanat ontolojisi bağlamında bile tamamen ‘ayrılmış’ olduğu için, onda, ‘parter’ ve ‘paradi’den sahneye doğru akan o canlı, esrarlı ve elektrikli ‘akım’ yoktur.

Film artisti ve aktristi, düşünülmesi imkansız bir ‘müstebit’ gibi, idare ettiği halka karşı, duygusuz ve ölüdür. Fakat bu mutlak ‘istibdat’, sinemanın etkisini tiyatroya nazaran çok ‘azaltır’: ‘İnsanın insana tesiri, resmin insana tesiriyle mukayese edilir mi’?

İnsanın en sıcak, en kuvvetli heyecanları ‘hemcinsleriyle olan münasebetleri’nden doğar. Sahne aktörünün seyirciler üzerinde yaptığı etki; her an canlı, tehlikeli, gerçek bir sürprizdir. Seyirci onun konuşma veya tavırlarında her an bir ‘falso’, bir ‘aksaklık’ yapmasını bekler. Çünkü insanoğlunun ‘bir an sonra ne olacağı’ bilinmez. Bu ‘korku’ aktörün başarısından doğan ‘sevinç’i kat kat arttırır.

Aktör, seyirciler üzerinde yaptığı etkileri ayarlaya ayarlaya ilerler. Film artistinin hareketini seyrederken ‘sürpriz’ beklenmez. Filmin ‘mükemmel bir makine gibi yoluna devam edeceğini’ seyirci ‘önceden bilir’.

İnsanın ‘resme karşı dikkati’ ile canlı ‘insana dikkati’ ayrı ayrı duygular doğurur.

Sahne aktörü her an ‘yaratıcı’ olmak zorundadır. Sahnede daima bir ‘irtical’, yani ‘doğaçlama’ vardır. Burada ‘tavırlar’ ve ‘sözler’ ‘tabii’ ve ‘gerçek kaynak’ından çıkarken görülürler.

Filmde doğaçlama ‘irtical’ yoktur, her şey önceden hazırlanmıştır. Film, her parçası ‘ayrı ayrı’ ve ‘tekrar tekrar’ denenerek hazırlanmış, ‘bitmiş’ bir makinedir.

Filmde bütün ‘tehlike’ler ortadan kaldırılmıştır. Halbuki her sanatın ‘canı’ tehlikedir. Tiyatroda canlı insan olduğu için tehlike daima hazırdır. Bundan dolayı onun verdiği heyecan ve sanat zevki sinemanınkinden çok üstündür. Tiyatronun hatırasını uzun müddet saklamamız bu fizyolojik sebeplerden ileri gelir. Film, geniş, zengin manzaralar yaratır. Film zamana ve mekana hükmeder.

Mehmet Kaplan’ın sinemaya dair önemli tespiti şudur: Filmin, en mühim şeyden, ‘canlı insan’dan mahrum oluşunu, bundan doğan ‘mahzurları’ hiçbir vasıtayla ‘telafi edemez’!

Bir film artistinin ‘sokakta görünüşü’ bile bir ‘mucize’ tesiri uyandırır: ‘Canlı, mucizelidir’.

Filmin tabiattan ve tabiilikten ne kadar uzak, tiyatronun ise ona ne kadar yakın olduğunu başka bir yönden de aydınlatabiliriz: Tiyatro yerelliği, sinema küreselliği önceler.

Tiyatro ‘yaşadığı vatan ve millete çok sıkı surette bağlıdır’: Çünkü tiyatronun araçları olan ‘jest ve dil’; ‘toprak, millet, tarih, örf ve adet’in eseridir. ‘Gülüş, ağlayış, oturuş, kalkış, selam veriş, darılış, kızış, şaşırış, hemen hemen bütün tavırlar bir cemiyetin içinde alına verile özel bir karakter ve mana kazanırlar. Bunların incelik ve sıcaklığını ancak o topluluktan olanlar duyarlar. Tiyatro bunları kullanır.’

Oysa ‘yabancı tavırlara iştirak edemeyiz’. Onlar bize duygularını geçiremezler.

Dünya seyircileri için hazırlanan filmde jestler geniş bir tasfiyeye uğrar; milletlerarası bir tavır dili yaratmak ihtiyacı ile tabii tavır dil i bozulur ve fakirleştirilir. Film jesti telafi için harekete, vak'aya, dekora önem verir. Bunların sanatı nasıl tabiilikten çıkardıklarını izaha lüzum yoktur.’

Tiyatro ile sinema filmini asıl ‘konuşma’ bağlamında değerlendirmek gerekir.

Tiyatroda konuşmanın rolü bilinmektedir. ‘Tiyatronun canı, jestle konuşma ·birliğidir’ diyen Kaplan’a göre ‘Sahnede söz, hayatta olduğu gibi, insanoğlunun kendisidir. Kelime, cümle yapısı, ton, en küçük nüans, aktöre türlü heyecanları anlatma aracı ödevini görür’.

Oysa filmde konuşma, ‘bütün demesek de yarı değerini kaybeder’. Kısaca ‘milletlerarası bir dil yaratılamaması, filmin dünyayı fethetmesine en büyük engeldir’.

Filmde, ‘jest gibi konuşma da azaltılır, basitleştirilir, alelade bir işaret haline gelir’ tespitini yapan Kaplan’a göre ‘yabancı dilde bir filmi seyrederken jestler de, konuşma da boşlukta kalmış gibi gelir. Dublaj hiçbir zaman aslın ve tabii konuşmanın yerini tutamaz. Telaffuzla çehrenin durumu arasındaki tabii münasebet çirkin bir parçalanma gösterir’.

‘Romanla sinema arasındaki ayrılık daha derindir’ diyen Mehmet Kaplan, sözkonusu ayrılığı göz ile ‘kafa’, yani zihin arasındaki ayrılığa benzetiyor: ‘Film göze hitap ettiği ve o seviyede kaldığı halde roman dimağın içine tesir eder ve ruhu köklerinden kavrar’.

Filmde ‘hayal, seyirciye ihtiyaç göstermeksizin perde üzerinde canlanır. Bundan dolayı film, seyircinin muhayyilesini mutlak surette atıl bırakır; ‘düşünce, hafıza, hatıra dahi işlemez hale gelir.

Halbuki roman, okuyucunun bütün ruh dünyasını harekete getirir. Roman insanı aktif yapar; etkisi filmden çok daha kuvvetlidir’.

Mehmet Kaplan, ‘başka önemli bir nokta da, sinemanın seyirciyi beklememesi, kendi zamanına göre cereyan etmesi’ şeklinde yazının sonunda tek cümleyle değindiği konu aslında ana meseledir.

Romanda dil neyse, sinemada da zaman odur. Sinema, zamanla yapılan bir sanattır. Roman okurken durur, okunup geçilen sayfalara dönüp bakabiliriz. Sinema filmi seyirciyi beklemez, otomobil camından dışarıyı seyretmek gibidir, algılamaya bile fırsat vermez. Bu yüzden beğenilen bir filmi seyirci birkaç kez seyretmek ister.

Sinema, tiyatro ve romanın, zaman, mekan ve hareket açısından değerlendirmesini bağımsız bir yazıyla anlatacağım. Bu yazı ona giriş olsun diye kaleme alınmıştır.

Mustafa Yürekli / Haber7

QOSHE - Sinema küresel tiyatro yereldir - Mustafa Yürekli
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Sinema küresel tiyatro yereldir

2 0
10.02.2024

Mehmet Kaplan (1915 -1986) ‘Sinema’ başlıklı denemesinde (Sevgi ve İlim, s.62) sinema, tiyatro ve romanın karşılaştırmasını yapmakta ve bu sanat dalları arasındaki farkları belirlemeye çalışmaktadır. Kültür sanat sohbetlerimde zaman zaman bu metne atıfta bulunarak sanat ontolojisi bağlamında sinemanın tiyatroyla ve romanla karşılaştırmasından yararlanıyorum, Kaplan hocaya da Allah’tan rahmet diliyorum.

Mehmet Kaplan, ‘son sanat’ olan sinema ile ‘insanlık kadar eski’ bir sanat olan tiyatroyu karşılaştırarak başladığı sözkonusu yazısında, aralarındaki farkı ‘makine adam’ yani robot ile insan arasındaki farka benzetir. Tiyatroda sahnede ‘canlı insanlardan mürekkep’ bir grupla karşılaşılmaktadır. Sinemada ise seyircinin karşısında, canlı insan değil, ‘cansız bir şey’, filim vardır. İki sanatı belirgin bir biçimde ayıran bu fark her birine ayrı bir özellik vermektedir.

Tiyatroda insanla insanın karşılaşmasından doğan gerçek ‘heyecan’, ‘tehlike’, ‘sürpriz’ ve bunlara bağlı ‘zevkler’ vardır. ‘Seyirciyi her zaman karşısında gören’ tiyatro aktörü ile seyirciye karşı ‘kör ve duygusuz olan’ sinema artisti, farklı tecrübeleriyle ‘ayrı insan’dırlar; ayrı ‘deha’ ve ‘sanat’a sahiptirler.

Seyirciyi her an karşısında bulan aktör, önceden rolüne ne kadar ‘hazırlanmış’, yani ‘itiyat’ ve ‘makine’ haline gelmiş olursa olsun, ‘üzerine dikilmiş olan göz, yüz ve tavırlar’ın kuvvetle etkisi altında kalır.

Kısacası aktör, seyirci karşısında sahnenin üzerinde kendisini her an bir ‘tehlike’ içinde hisseder. Bu dıştan içe, seyirciden aktöre geçen ‘heyecanlı dikkat’, aktörü ya ‘dahi’ yahut da ‘gülünç ve beceriksiz yapar’.

Kaplan’ın tespitiyle aktörü yöneten yarı yarıya ‘rolü, kendisi ve rejisör’ ise, yarı yarıya da ‘seyirci’dir.

Bu yüzden tiyatro her zaman ‘menşeindeki kollektif karakteri’ taşır. Sadece bir ‘temaşa’ olmaktan çıkarak, herkesin ‘iştirak ettiği’ ve karşılıklı ‘etkisini canlı olarak duyduğu’ bir ‘ritüel’, bir ‘ibadet’, bir ‘merasim’ hali kazanır.

Sinemaya gelince; filmdeki ‘hayaller’ ile ‘seyirciler’ sanat ontolojisi bağlamında bile tamamen ‘ayrılmış’ olduğu için, onda, ‘parter’ ve ‘paradi’den sahneye doğru akan o canlı, esrarlı ve elektrikli ‘akım’ yoktur.

Film artisti ve aktristi, düşünülmesi imkansız bir ‘müstebit’ gibi, idare ettiği halka karşı, duygusuz ve ölüdür. Fakat bu mutlak ‘istibdat’, sinemanın etkisini tiyatroya nazaran çok ‘azaltır’: ‘İnsanın insana tesiri, resmin insana........

© Haber7


Get it on Google Play