Açık kalmış kitap dolabının kapağını kapatırken o küçük kitabın; bulunduğu raftaki kitapların arasından, hafifçe dışarıya uzanmış halde kenarı açıkta kalmamış olsaydı, ben onu oradan çekmeyecek, o hikâyeyi okumayacak, bu yazı da hiç yazılmamış olacaktı.

Böyledir, bazı şaheserlerle yolun tesadüfen çakışır, tesadüfen düşersiniz bazen bir hazinenin tam içine.

*

Şimdi anlatacağım hikâyenin yer aldığı kitabın bendeki baskısı İletişim Yayınları’ndan çıkmış, Renan Akman çevirmiş, yazarı Honoré de Balzac, kitabın adı “Bilinmeyen Şaheser”...

Kitabın özgün adı “Le Chef-d’oeuvre inconnu”… Türkçeye ilk çevrisini Nahit Sırrı Örik yapmış ve Tercüme Bürosu’nun yayın organı Tercüme Dergisi’nde “Bilinmeyen Şaheser” adıyla 1945 yılında yayınlanmış. Daha sonra Samih Rifat çevirip “Gizli Başyapıt” adıyla Can Yayınları arasından çıkarmış, onu İletişim’inki takip etmiş, bir de Poetika’dan Murat Yiğit’in Almancadan yaptığı bir çevirisi var, belki başkaları da vardır bilmiyorum, bunlar benim tespit ettiklerim.

“Bilinmeyen Şaheser” küçük bir kitaptır, hepi topu on beş, yirmi sayfalık bir hikaye… Yayınlandığı 1831 yılından bugüne, aradan geçen 195 sene boyunca hem edebiyatı hem resim sanatını hem de sinemayı bu kadar etkilemiş başka bir kitap yoktur. Sadece bu sanatları değil, birçok büyük ressamı, yazarı, alimi de etkilemiş. Karl Marks da bunlardan biridir mesela. Ona göre bu kitap, “Enfes ironilerle dolu küçük bir baş yapıt”tır. “Kapital”i yazarken, yazdığı şeyin neye benzediğini kendisi de bilmezken, aklında henüz sosyalizm fikri yokken, salt kapitalizmi eleştirmekle nereye varacağını henüz kestirmemişken yani, çok bunaldığında yoksul odasındaki kanepeye uzanır, bu küçük kitabı eline alır, okur, bitirince tekrar baştan okurmuş:

“Tanrım, bu kadar büyük bir işe soyundum, bu kitap ne zaman ve nasıl bitecek, bitince beni anlayacaklar mı?”

Her defasında bu soruyu kendine sorup duran Marks o sırada en az Balzac’ın derdi kadar büyük bir dertle uğraşmaktadır. İşte bu küçük kitap bu büyük derde dairdir!

*

Hikâyenin başkahramanın adı Frenhofer’dir. Üstat “Hırçın Güzel” adını verdiği bir esere yıllarını vermiş, gece gündüz çalışmış üzerinde. Yapmakta olduğu resmi kendisinden başka gören yok henüz. Tam on yıldan beri çalışıyor, ortaya çıkan şey nedir, kendisi de bilmiyor daha, tıpkı Marks’ın “Kapital”i yazarken neye benzediğini başta bilmemesi gibi…

Hikâyenin dile getirdiği mevzulardan dolayı, yaklaşık iki yüz yıldan beri edebiyatçılardan çok sanat kuramcılarının ilgisini çekmiş kitap. Üzerine yüzlerce makale, birçok kitap yazılmış, tez konusu olmuş. Ressamlar ise, bu edebi metni karşısında afallayıp kalmışlar; Cezanne, Picasso gibi olağanüstü ressamlar kendilerini hikâyenin başkahramanı Frenhofer’le özdeşleştirmiş (hatta Cezanne, “o benim” bile demiş), onu kendisinin veya kendilerini onun ruh ikizi olarak görmüşler.

İşi daha ileri noktaya vardıran ise Picasso’dur. Hayatına bir yığın kadın girmiş çıkmış bu büyük ressamın, ama girip kolay kolay çıkmayanlardan birisi, büyük fotoğraf sanatçısı Dora Maar’dır. Birçok kaynakta, Picasso’nun şaheseri Guernica’yı yaptığı atölye olarak, Balzac’ın kahramanı Frenhofer’in “Bilinmeyen Şaheser”i yaptığı atölye olarak gösterilir. Piccaso’nun hayatını anlatan bir filmde çıktı karşıma, bu atölyeyi, “bir başyapıt yaratsın diye” ona bulan Dora Maar’mış meğer. Sevdiğine bundan daha büyük bir armağan olabilir mi? “Bilinmeyen Şaheser”in mekânı, daha o andan itibaren, yirminci asrın en büyük şaheserlerinden birisi olacak olan Guernica’nın da yaratıldığı mekân olur. Picasso’nun hikâyeyle olan rabıtası burada bitmez. Yayıncının önerisi üzerine 1926 yılında yapılan yeni bir baskısına, kitaba mahsus desenler çizer. Samih Rifat’ın verdiği bilgiye göre, çok az sayıda basılan ve hemen “nadir kitap” payesini kazanan bu kitap, bugün Avrupa piyasalarında otuz-kırk bin Euro’ya alıcı buluyor. İletişim’in çıkardığı nüsha Picasso’nun bu desenleriyle süslüdür.

Balzac’ın hikayesi, sinemacıların da ilgisini çekmiş. Senaryo derslerinde hocalar der ki, bir hikâye tek bir cümleye sığarsa eğer, o hikâyeden çok iyi senaryo çıkar. Balzac’ın hikayesini özetleyen birbirinden farklı yüzlerce cümle kurulabilir ama sanırım şöyle bir cümle her senaristin aklını çeler:

Genç bir adam güzel sevgilisini, modellik yapsın diye ihtiyar bir ressama ödünç verir; ressam da buna karşılık, yapmakta olduğu ve o zamana kadar kimseye göstermediği resmini görmesine müsaade eder.

İşte bu hikâyeden yola çıkarak Fransız yönetmen Jacques Rivette 1991 yılında “Gizli Şaheser” uyarlaması “La Belle Noiseuse” filmini çeker, bu dört saatlik filmde yönetmen Balzac’ın hikayesini, günümüze taşıyıp biraz da değiştirerek yeniden anlatır.

*

Balzac’ın kitabı, bütün dünyada iki yüz yıldan beri ressamları, romancıları, sinemacıları, sanat teorisi üzerine kafa yoran alimleri etkilediği gibi bizim sanatçılarımızı da etkilemiş. Mesela Abidin Dino ölünceye kadar kitabı hep yakınında tutmuş. Ferit Edgü’nün birçok metninde kitaptan ve “Frenhofer”den bahis vardır. Hele Enis Batur… Kitabın çevirmenlerinden birisi olan Samih Rifat, yaptığı çevriye yazdığı önsöze şu cümlelerle girer:

“Gizli Başyapıt’ın girişini az çok andıran bir tümceyle başlarsak: ‘1993 yılının sonlarına doğru soğuk bir Aralık sabahı, oldukça sıkı giyinmiş, orta yaşlı iki adam, Paris’teki Grands-Augustins Sokağı’nda bir evin kapısı önünde dolaşıyorlardı.’ Enis Batur’la ikimizdik bu iki aylak; sokağın ortalarında yükselen eski bir yapının görkemli kütlesini seyrediyor, avlu kapısından içeriyi, avluya bakan asıl cepheyi görmeye çalışıyorduk. Beni oraya Enis götürmüş ve şimdilerde sanat eğitimiyle ilgili bir kurumun yerleştiği evin kapısında bir fotoğrafını çekmemi istemişti (…) Sonradan adının Brière de Bretteville Konağı olduğunu öğrendiğim yapı, eski Paris’in birkaç katlı, avludan girişli, ağır taş yapılarından biriydi ve kemerli, üçgen alınlıklı avlu kapısında okuduğum mermer levha, ağzımı şaşkınlıktan bir karış açık bırakmıştı: ‘Picasso, 1936’dan 1955’e kadar burada yaşamış ve Guernica’yı 1937’de bu atölyede yapmıştır. Öte yandan Balzac da ‘Le Chef-d’oeuvre inconnu’ adlı öyküsündeki olayın burada geçtiğini söyler.”

Enis Batur bu, bulmuş hazineyi, bırakır mı? Arkadaşının anlattığı bu hadiseden birkaç sene sonra, bu meseleye dair, “Frenhofer Olmak, Balzac’ın Meçhul Şaheser’i İçin Picasso’nun XIX+I İllüstrasyonu ve Tahribat Sanatı Üzerine Söyleni” (Sel Yayıncılık) adlı nefis bir kitap yazar. Enis Bey’in kitabı, “bir sanat eseri, onu yaratan için ne zaman biter” sorusuna dairdir.

*

Tuhaf bir hikayedir “Gizli Şaheser”, yüzlerce değişik okumaya açıktır, isteyen istediği yerden yakalayarak kendine özgü bir mana çıkarabilir, isteyen istediği yerden yakalayarak hikâyeyi genişletebilir.

Ama kitabı asıl önemli kılan, içinde barındırdığı bir “kehanet”tir. O kehanet de ortaya çıkışından tam bir asır evvel, modern sanatın, bir başka deyişle soyut resmin habercisi olmasıdır.

*

Büyük bir dâhidir Balzac. Köylü bir aileden geliyor ama herkesin kendisiyle alay etmesini göze alarak isminin arkasına soylulara özgü “de”yü takar. O artık “Honoré Balzac” değil, “Honoré de Balzac”tır. Hayatı boyunca kendi imzasıyla 200’ün üzerinde kitap yazmış, müstearlarla yazdıkları cabası, gazete yazısından tutun reklam metinlerine, görgü kurallarına kadar kalem oynatmadığı saha yok. Gece gündüz durmadan yazar, oturduğu klozetin yanında bile divit ve kâğıt bulundurur, hiçbir anını boş geçirmez. "Büyük işler başarmak için doğduğuna ama aynı zamanda bir hiç olduğuna inanan" bu büyük yaratıcı, ölümüne yakın bir zamanda, hayatı boyunca beynini kemiren soruyla daha çok boğuşur:

Bu kadar yazdım, sahiden beni anlayan var mı?

Aslında bu haklı bir sorudur, zira o zamana kadar edebiyat dünyasında hiç görülmediği kadar çok sayıda novella, kısa roman, gazete yazsısı, mizahi fıkra, kısa hikaye, tefrika ve siyasi yazı yazdığı halde bekledeği saygınlığa sahip değildir. Yazdığı onca şeye rağmen, adının henüz itibar görmediği bir dönemde, 1831'de oturur, “Gizli Şaheser”i yazar. Aslında hikâyenin kahramanı Frenhfoner, Balzac’ın ta kendisidir.

*

Dünyada Stefan Zweig, bizde Cemil Meriç, Balzac’ı okumaya başlayıp bir türlü bitirmeyen iki büyük üstattır. Yazı hayatına Balzac’la başladığını söyler Cemil Meriç, birçok romanını Türkçeye çevirir, “belki de hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir rüya” olarak gördüğü bir Balzac kitabına girişir, ama sonu gelmez. Zweig ise Balzac’ın hayatına ve eserlerine dair başladığı, en önemli eseri, yani magnum opusu olacak en hacimli kitabını bitiremeden intihar eder. Şimdi elimizde bitmemiş o kalın kitap var, Zweig orada anlatır büyük yazarın annesiyle olan korkunç münasebetini...

Kendi deyimiyle “Bir insana dünyada yaşatılabilecek en korkunç çocukluk” nasıl bir şeyse, annesi ona bunu yaşatmış. Balzac der ki, “Benim hiçbir zaman bir annem olmadı”, kadın oğlunun doğumundan hemen sonra, henüz loğusayken, onu bir cüzzamlı gibi evden atar. Çocuk, onu büyütsün, sütannelik yapsın diye bir jandarmanın karısına teslim edilir. Dört yaşına kadar kadında kalır, daha sonra da annesinin, babasının, kardeşlerinin yaşadığı eve dönemez, yarım pansiyonlu olarak bir yabancı aileye verirler onu, ailesini sadece haftada bir kez o da Pazar günü görebilir, küçük kardeşleriyle oyun oynayamaz, hiçbir oyuncağı yoktur, çocukluğunda hiçbir hediye almamıştır, ateşi çıktığında annesinin şefkatli eli alnında dolaşmamıştır, öz annenin ağzından çıkan tatlı bir ninniyi kulakları hiç işitmemiştir, annesini gördüğü zamanlarda sevgiyle başını dizine koymak istediğinde annesi onu hemen itmiş, kendinden uzaklaştırmıştır, yedi yaşına gelince de onu uzak bir yerde, bir hapishaneden farksız rahip yetiştiren bir yatılı okula göndermişler, tek bir kez olsun ziyaret etmemişler, askeri bir disiplin içinde, izin yapmadan, o kasvetli okulda yedi yıl geçirdikten sonra (doğduğundan on dört sene sonra), annesinin babasının evini ilk kez görür. Eve geldikten sonra da kendi deyimiyle annesi “hayatını öyle zorlaştırır” ki, on sekiz yaşına geldiğinde bu korkunç hayata kendisi son vererek evden ayrılır.

Yıllar sonra, kırklı yaşlardayken “çocukluğunda ona cehennem azabı yaşatan” annesini yanına alır, ona bakar, anne annedir yine de. Peki annesi deli olduğu için mi çocuğuna bütün bunları yaşatmış? Bu soruya Balzac şu cevabı verir:

“Hayır, deli değildi, sadece kötü biriydi. Benim hayatımdaki bütün kötülüklerin sebebi annemdir.”

Evden gidişinin de “şarta bağlı” bir hikayesi var. Annesi babası onun hukuk okuyup noter olmasını isterken, o ise yazar olmak istiyor. Aile söz geçiremeyince bir şart koyarlar önüne. Ona başka bir yerde bir ev tutacaklar, iki yıl da mühlet verecekler, bu iki sene zarfında kayda değer, yani para eden bir eser yazarsa yazarlığa devam edebilir, yok bunu başaramazsa noter olacak! Balzac şartı kabul eder. Annesi ona Paris’in en fakir semtinde berbat, döküntü, köpek bağlasan durmaz, “hapishane hücresine” benzer, kapısı bacası açık bir ev tutar ve ölmeyecek kadar da küçük bir harçlık verir.

“Hayal gücü gerçeklikten bin kat kadar daha güçlü, tek bakışıyla en ölü nesnelere bile bir canlılık katan” bu büyük dahi burada yazmaya başlar. Onun gibi bir yazar için, “odasındaki kitaplar, sokaklardaki insanlar ve her şeye nüfuz edebilen bir göz, düşünceler ve olaylar, bir dünya kurabilmesi için” yeterlidir.

Yazmak için her şeyi hazırlar ama ne yazacağı konusunda henüz aklında hiçbir şey yoktur. Yirmi bir yaşındadır ve yazar mı olmak istiyor, filozof mu, şair mi, oyun yazarı mı ya da bilim adamı mı, bilmiyor. Hissettiği tek şey, nereye yönlendireceğine karar veremediği muazzam bir gücün onu durmadan ileri ittiğidir.

Ailesinden bağımsızlığını kazanmasının tek yolu, önündeki kağıtlara bir şeyler yazıp, yazdıklarını paraya çevirip, onların sayesinde meşhur olmaktır. (Stefan Zweig, “BALZAC, Bir Yaşam Öyküsü”, Can Yayınları, s.31-74)

Hikâyenin bundan sonrası çok uzundur ama Cemil Meriç’in “Batı’nın Bin Bir Gece Masalları” dediği, toplamı 95 romandan oluşan, “İnsanlık Komedyası”nın yazarı işte bu şartlarda doğar.

Ölümüne beş sene kala eserini tamamlamamış ve hâlâ kendine aynı soruyu sorar:

“Sahi, bir sanat eseri, onu yaratan için ne zaman biter?”

*

İşte “Bilinmeyen Şaheser” bu sorunun ürünüdür. Bu çok katmanlı hikâye, en çok Frenhofer’in “Hırçın Güzel” adını verdiği ve tam on yıldan beri yapmakta olduğu eserinin ortaya çıkışının hikayesidir. Hikâyenin ana damarını takip edersek eğer, yukarıdaki soruya götürür bizi. Eserini bitirmek için, “Türkiye’ye, Yunanistan’a, Asya’ya gidip bir model” bulmayı amaçlayan Frenhofer, Genç Poussin’in “emsalsiz güzel” sevgilisi Gillette, aradığı ilhamı verir ona. Ona bakarak tabloyu bitirir. İş bitince şart gereği, iki dostunun Purbus ile Poussin’in eserini görmelerine izin verir. Ancak gördükleri şey resim falan değildir, tablodan hiçbir şey anlamazlar. Şaşkına dönerler, dikkatli bakarlar, tablonun kenarında zar zor bir ayak seçerler. Gerisi karmakarışık çizgilerdir, bedenin üzerine katman katman, üst üste binmiş renk girdapları arasında hiçbir şey seçemezler.

Peki bu neden böyle? Büyük üstat Frenhofer’a göre “Doğa, iç içe geçen bir yuvarlaklar silsilesinden oluşur. Kesin konuşursak desen yoktur! (...) İnsan, ışığın nesneler üzerindeki etkisini çizgi aracılığıyla fark eder; ancak, her şeyin içinin dolu olduğu doğada çizgi diye bir şey yoktur: Resim, biçim kabartılarını göstererek, yani nesneleri bulundukları ortamdan kopararak yapılır, gövdeye görünüşünü veren sadece ışığın dağılımıdır!”

Bu fikrinin sağlamasını da dostu Purbus’un “Mısırlı Meryem” tablosuna birkaç fırça dokunuşunu yaparak göstermiştir.

Hikâyenin sonunda anlarız; üstat Frenhofer bahsettiği bu tekniği kendi eserinde öylesine bir noktaya vardırmış ki, gerçekliği kırmış, zamanı bükmüştür. Bu yüzden ilk bakışta tablo insan gözü için pek bir şey ifade etmez. Dönemin insan zihni henüz bu aşamada değildir. Karşılarında, yaşadıkları zamanın çok ilerisinde bir şaheser var ama onun bir şaheser olduğunu bilmiyorlar, kavrayamıyorlar. “Bir sürü garip çizginin içinde toplanmış karmakarışık renklerden başka bir şey” görmüyorlar.

İşin tuhaf yanı, Frenhofer de bir şaheser yarattığının farkında değil. İki ressamın acımasız eleştirileri karşısında bütün umudunu yitirir, delirir, o gece kahrından ölür.

Balzac’ın “Şaheser”ini okuduktan sonra dostu Engels’e yazdığı ve “Seçme Yazılar”kitabında yer alan bir mektupta Karl Marks şunları söyler:

“Zavallı ressam. Mükemmelliği ararken, kendi sanatını öldürdü. İnsan gerektiği yerde durmasını ve noktayı koymasını bilmeli, değil mi? Mükemmel, iyinin düşmanıdır. Balzac’ın, yaptıklarıyla hiçbir zaman yetinmeyen kahramanının ruhunu anlıyorum ben.”

*

Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanların birer şaheser olduğunu ne Balzac biliyordu ne de Marks yazdığı kitabın bütün zamanlarda İncil’den sonra en çok satan bir şaheser olacağının farkındaydı.

Şaheserlere karar veren insan değil zamandır çünkü.

*

Bu küçük kitabın yayınlandığı 195 sene evvelinden bugüne, mesele üzerine kafa yoran birçok sanat eleştirmeninin sorduğu bir soru var:

Acaba Balzac, ortaya çıkışından yüz sene evvel modern sanatı mı öngördü, o bir kâin midir, yoksa modern sanat dediğimiz şey Balzac’ın bu küçük kitabından mı doğdu?

Modern sanatın iki büyük kurucu babası Cezanne ve Picasso bu küçük hikâyeye bu kadar kıymet verip onun kahramanı Frenhofer’le kendilerini özdeşleştirdiklerine göre, modern sanatın ortaya çıkmasında Balzac’ın hikayesinin etkisinin yadsınamaz olduğuna birçok kuramcı hemfikridir bugün.

Picasso kendisine gelinceye kadar bütün kuralları yıkarak Kübizm akımını başlattığında; mesela “Avignonlu Kadınlar” tablosunu yakın çevresine gösterdiğinde, Frenhofer’in karşılaştığı tepkilere benzer tepkilerle karşılaşır ancak o umudunu yitirerek resimlerini yakıp intihar etmez onun gibi. Bildiğinden şaşmaz, kübizmde ısrar eder.

Başka bir yazı vesilesiyle hayatına dair bir yığın şey okurken çıktı karşıma: Picasso, Polonya’ya yaptığı yolculuk sırasında uçağın penceresinden aşağı bakar; aşağıda gördüğü tarlalar tıpkı yaptığı kübik resimler gibi görünür gözüne, gördükleri karşısında şaşar kalır, yanındaki arkadaşına onları göstererek bildiğinden neden bu kadar ısrar ettiğini gülümseyerek anlatır. Muhtemelen o sırada Balzac’ın hikayesinde geçen, “Sanatın görevi doğayı kopya etmek değil, ifade etmektir. (…) Bize düşen canlı cansız varlıkların özünü, ruhunu, çehresini kavramaktır. Görsel etkiler hayatın kendisi değil, arızlarıdır,” sözü kulaklarında yankılanıyordu.

*

Bazı tesadüfler insanı bazen gizli bir şahesere götürür. Onun bir şaheser olduğunu keşfettiğinde, senden önce onu keşfeden birileri olduğunu anlar, kıskanırsın onları.

“Bu olağanüstü metni ilk kez okuyacakları kıskanıyorum!” diyen kitabın çevirmeni Samih Rifat’ın ne kadar haklı olduğunu, onu okuyunca anladım.

Okumadıysanız eğer okuma sırası sizde, kıskanma sırası da bende şimdi.

QOSHE - "Gizli Şaheser"in kehaneti! - Muhsin Kızılkaya
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

"Gizli Şaheser"in kehaneti!

124 0
21.01.2024

Açık kalmış kitap dolabının kapağını kapatırken o küçük kitabın; bulunduğu raftaki kitapların arasından, hafifçe dışarıya uzanmış halde kenarı açıkta kalmamış olsaydı, ben onu oradan çekmeyecek, o hikâyeyi okumayacak, bu yazı da hiç yazılmamış olacaktı.

Böyledir, bazı şaheserlerle yolun tesadüfen çakışır, tesadüfen düşersiniz bazen bir hazinenin tam içine.

Şimdi anlatacağım hikâyenin yer aldığı kitabın bendeki baskısı İletişim Yayınları’ndan çıkmış, Renan Akman çevirmiş, yazarı Honoré de Balzac, kitabın adı “Bilinmeyen Şaheser”...

Kitabın özgün adı “Le Chef-d’oeuvre inconnu”… Türkçeye ilk çevrisini Nahit Sırrı Örik yapmış ve Tercüme Bürosu’nun yayın organı Tercüme Dergisi’nde “Bilinmeyen Şaheser” adıyla 1945 yılında yayınlanmış. Daha sonra Samih Rifat çevirip “Gizli Başyapıt” adıyla Can Yayınları arasından çıkarmış, onu İletişim’inki takip etmiş, bir de Poetika’dan Murat Yiğit’in Almancadan yaptığı bir çevirisi var, belki başkaları da vardır bilmiyorum, bunlar benim tespit ettiklerim.

“Bilinmeyen Şaheser” küçük bir kitaptır, hepi topu on beş, yirmi sayfalık bir hikaye… Yayınlandığı 1831 yılından bugüne, aradan geçen 195 sene boyunca hem edebiyatı hem resim sanatını hem de sinemayı bu kadar etkilemiş başka bir kitap yoktur. Sadece bu sanatları değil, birçok büyük ressamı, yazarı, alimi de etkilemiş. Karl Marks da bunlardan biridir mesela. Ona göre bu kitap, “Enfes ironilerle dolu küçük bir baş yapıt”tır. “Kapital”i yazarken, yazdığı şeyin neye benzediğini kendisi de bilmezken, aklında henüz sosyalizm fikri yokken, salt kapitalizmi eleştirmekle nereye varacağını henüz kestirmemişken yani, çok bunaldığında yoksul odasındaki kanepeye uzanır, bu küçük kitabı eline alır, okur, bitirince tekrar baştan okurmuş:

“Tanrım, bu kadar büyük bir işe soyundum, bu kitap ne zaman ve nasıl bitecek, bitince beni anlayacaklar mı?”

Her defasında bu soruyu kendine sorup duran Marks o sırada en az Balzac’ın derdi kadar büyük bir dertle uğraşmaktadır. İşte bu küçük kitap bu büyük derde dairdir!

Hikâyenin başkahramanın adı Frenhofer’dir. Üstat “Hırçın Güzel” adını verdiği bir esere yıllarını vermiş, gece gündüz çalışmış üzerinde. Yapmakta olduğu resmi kendisinden başka gören yok henüz. Tam on yıldan beri çalışıyor, ortaya çıkan şey nedir, kendisi de bilmiyor daha, tıpkı Marks’ın “Kapital”i yazarken neye benzediğini başta bilmemesi gibi…

Hikâyenin dile getirdiği mevzulardan dolayı, yaklaşık iki yüz yıldan beri edebiyatçılardan çok sanat kuramcılarının ilgisini çekmiş kitap. Üzerine yüzlerce makale, birçok kitap yazılmış, tez konusu olmuş. Ressamlar ise, bu edebi metni karşısında afallayıp kalmışlar; Cezanne, Picasso gibi olağanüstü ressamlar kendilerini hikâyenin başkahramanı Frenhofer’le özdeşleştirmiş (hatta Cezanne, “o benim” bile demiş), onu kendisinin veya kendilerini onun ruh ikizi olarak görmüşler.

İşi daha ileri noktaya vardıran ise Picasso’dur. Hayatına bir yığın kadın girmiş çıkmış bu büyük ressamın, ama girip kolay kolay çıkmayanlardan birisi, büyük fotoğraf sanatçısı Dora Maar’dır. Birçok kaynakta, Picasso’nun şaheseri Guernica’yı yaptığı atölye olarak, Balzac’ın kahramanı Frenhofer’in “Bilinmeyen Şaheser”i yaptığı atölye olarak gösterilir. Piccaso’nun hayatını anlatan bir filmde çıktı karşıma, bu atölyeyi, “bir başyapıt yaratsın diye” ona bulan Dora Maar’mış meğer. Sevdiğine bundan daha büyük bir armağan olabilir mi? “Bilinmeyen Şaheser”in mekânı, daha o andan itibaren, yirminci asrın en büyük şaheserlerinden birisi olacak olan Guernica’nın da yaratıldığı mekân olur. Picasso’nun hikâyeyle olan rabıtası burada bitmez. Yayıncının önerisi üzerine 1926 yılında yapılan yeni bir baskısına, kitaba mahsus desenler çizer. Samih Rifat’ın verdiği bilgiye göre, çok az sayıda basılan ve hemen “nadir kitap” payesini kazanan bu kitap, bugün Avrupa piyasalarında otuz-kırk bin Euro’ya alıcı buluyor. İletişim’in çıkardığı nüsha Picasso’nun bu desenleriyle süslüdür.

Balzac’ın hikayesi, sinemacıların da ilgisini çekmiş. Senaryo derslerinde hocalar der ki, bir hikâye tek bir cümleye sığarsa eğer, o hikâyeden çok iyi senaryo çıkar. Balzac’ın hikayesini özetleyen birbirinden farklı yüzlerce cümle kurulabilir ama sanırım şöyle bir cümle her senaristin aklını çeler:

Genç bir adam güzel sevgilisini, modellik yapsın diye ihtiyar bir ressama ödünç verir; ressam da buna karşılık, yapmakta olduğu ve o zamana kadar kimseye göstermediği resmini görmesine müsaade eder.

İşte bu hikâyeden yola çıkarak Fransız yönetmen Jacques Rivette 1991 yılında “Gizli Şaheser” uyarlaması “La Belle Noiseuse” filmini çeker, bu dört saatlik filmde yönetmen Balzac’ın hikayesini, günümüze taşıyıp biraz da değiştirerek yeniden anlatır.

Balzac’ın kitabı, bütün dünyada iki yüz yıldan beri ressamları, romancıları, sinemacıları, sanat teorisi üzerine kafa yoran alimleri etkilediği gibi bizim sanatçılarımızı da etkilemiş. Mesela Abidin Dino ölünceye kadar kitabı hep yakınında tutmuş. Ferit Edgü’nün birçok metninde kitaptan ve “Frenhofer”den bahis vardır. Hele Enis Batur… Kitabın çevirmenlerinden birisi olan Samih Rifat, yaptığı çevriye yazdığı önsöze şu cümlelerle girer:

“Gizli Başyapıt’ın girişini az çok andıran bir tümceyle başlarsak: ‘1993 yılının sonlarına doğru soğuk bir Aralık sabahı, oldukça sıkı giyinmiş, orta yaşlı iki adam, Paris’teki Grands-Augustins Sokağı’nda bir evin kapısı önünde dolaşıyorlardı.’ Enis Batur’la ikimizdik bu iki aylak; sokağın ortalarında yükselen eski bir yapının görkemli kütlesini seyrediyor, avlu kapısından içeriyi, avluya bakan asıl cepheyi görmeye çalışıyorduk. Beni oraya Enis götürmüş ve........

© Habertürk


Get it on Google Play