DİYAR-I KALB’DE

Hüsn çağırırsa eğer Aşk gider. Çağırmasa da gider, mesele Hüsn ise eğer… Yol uzar, Aşk kuyuya düşer, bir dev esir alır onu, sihirbaz bir cadının pençesine düşer, cinlerin cirit attığı çölde yolunu kaybeder, Şebbi Yelda’da fırtınaya tutulur, Çin şahının kızı baştan çıkarmak ister ama Aşk gider; bülbül, dudu kuşu, gönül alan, sevimli sülün ona rehberlik eder; yol uzar, her fersahta menzil uzaklaşır, Hüsn varacaksa eğer menzile; “esrar-ı kafiyye” ise mesele alıp getirecek onu, ona bu yolculuğu şart koşan Beni Muhabbet kabilesine verecek, sonra dönüp onlara “Vardım ‘Diyar- Kalb’e, aldım istediğiniz esrar-ı kafiyye’yi, alın kimyanızı, verin Hüsn’ümü bana” diyecek.

Bitmez gibi görünen uzun bir yolculuk sonunda nihayet Aşk varır “Diyar-ı Kalb”e, orada kimyayı teslim alacak kimseyi bulamaz. Yapayalnız olduğunu sandığı anda, kalbinin derinliklerinde Hüsn’ün nefes aldığını hisseder.

Fersah fersah yolculukta, kuyuya düşerken de devlere esir düşerken de sihirbaz cadıyla boğuşurken de Çin şahının kızını defederken de oradaydı, kalbinin içindeydi aslında Hüsn… Ama o hissetmemişti Aşk, ne zaman Diyar-ı Kalb’e vardığını kulağına fısıldadı Sühan, işte o anda sesini duymaya başladı Hüsn’ün içinde atan kalbinin.

Uzun yolculuk sonrasında Aşk anlar ki baştan beri Hüsn içindedir, ayrı değildir ondan.

Hikâyeyi anlatan Şeyh Galip der ki; “Çünkü Aşk Hüsn’dü, Hüsn de Aşkın ta kendisi…”

*

GEYVE’DE

Tren Geyve İstasyonuna girdiğinde geceydi ama kasaba uyumamıştı henüz, deli bir yağmur yağıyordu; usul usul bir türkü çığırır gibi yağıyordu yağmur. “Diyar-ı Kalb”in yağmurlarıyla ıslanmak da varmış kaderimizde. Onu da ıslatıyor mu sahiden şu anda yağan yağmur? Yok daha neler, ne işi var onun bu saatte dışarıda, hem de böylesine şakır şakır yağmur yağarken. Bir saçak altına sığındı, seyretmeye başladı gökten dökülen rahmeti.

Aşk, Hüsn’ü bulmaya gelmişti Geyve’ye. Hüsn’ün adresi yoktu onda, Sühan yoktu yanında, bülbül, dudu kuşu, gönül alan, sevimli sülün uçmuyordu yanı sıra; trenin camına dayamıştı yanağını, tek adres “Diyar-ı Kalb”ti; tren tünellere girip çıktıkça, bir yerlerde uzun uzun durdukça, eski zaman destancıları trene girip ona bir hikâye satmaya çalıştıkça o, orada değildi, iki kelime saplanmıştı kalbine, bir bölümünü daha önce yazdığı, Hüsn’ün adını usta işi bir akrostişle içine gizlediği şiirin, yazacağı ikinci kısmının üst başlığını bulmuştu:

“Ölüm ve Çerçeveler”…

Hangi çerçeveye almalı burayı? Ne işi vardı burada? Sahiden de Hüsn’ü görmeye mi gelmişti? Nasıl bir anda karar vermişti yaz tatilinde memleketine gelmiş “muhacir kızının” peşine düşmeyi? Ya karşılaşırsa? Ya onu görürse evinin önünde? Ya çarpışırsa bir sokak başında? Küçük yer burası…

Bütün bedeninde ruhunun çalkantılarını hissetti. Fırtına vardı içinde, çalkantının yarattığı dalgalar içini dövüyordu. Onu değil, yaşadığı yeri görmeye gelmişti, çok sonra sevdiği bir şair arkadaşı “insan yaşadığı yere benzer” diye bir dize yazacak, o dizeyi okuduğunda bu yolculuğu hatırlayacaktı.

Kalbinin kapıları, aşkın bütün hallerine sonuna kadar açıktı. Serüven tutkunu değildi, munisti, hatta fazla dinginliğinden şikâyet ediyordu arkadaşları, ama ruhu? Ruhuyla baş edemiyordu işte, serüvenden serüvene sürüklemek istiyordu onu ruhu, bu gece de buraya onu ruhundaki bu serüven tutkusu sürüklemişti.

Lambalar sönmeye başladı evlerde tek tük. Yağmur gittikçe hızını arttırdı. Sırılsıklamdı, saçından başından sular dökülüyordu. Şikayetçi değildi, tam tersine “ne güzel tesadüf” diyordu bu yağmura, bir şeyleri alıp götürüyordu bir yerlerden ama neyi? Evlerin pencerelerin azalan ışıkları çoğalınca içine şu mısralar düştü:

“Bir lamba yanıyor hafif ve sarı;

Garip bir yolculuk, tren ve Geyve.

Bir hançer bölüyor, ah rüyaları:

Bir rüya, bir hançer, bir el; ve, ve, ve.”

Ne iyi etmişim de gelmişim. Bir otel var mı acaba buralarda… Otel mi, ne yapacaksın oteli, buraya uyumaya mı geldin “esmer delikanlı”? Ya ne yapacağım? Sabaha kadar onun izlerini arayacaksın bu sokaklarda, evlerin pencerelerini örten tül perdelerin gerisinde onu hayal edeceksin. Sarı lambadan gözlerini ayırmayacaksın. Bölüp parçalayacaksın onu, evlere dağıtacaksın, saçının her telini bir evde bırakacaksın, kokusunu her evin içine yayacaksın, ayak izlerini kasabanın bütün yollarına düşüreceksin, etekleri her sokakta biraz toz kaldırmış olacak, bakışları gördüğü her nesneye, binaya, ağaca, duvara, elektrik direklerine, vitrinlere sinmiş olacak; o bakışları, o vitrinleri, o eteği, o ayak izlerini, o kokuyu, o saç tellerini bütün gece arayacak, hepsini bulundukları yerden toplayıp ondan kendi Hüsn’ünü, ondan yeni bir “muhacir kızı” yaratacaksın, işin ne? Buraya uyumaya mı geldin?

Sahi, şu evlerin içinde, penceresinden sarı ışık sızan evlerden hangisidir onun evi? Aman, sorduğun soruya bak! Ben bir ev aramaya gelmedim ki. Onun evini bulmaya, onu evde ziyaret etmeye, ona her yaralı aşığın içinden geçirdiği şeyi yapmaya gelmedim. Nerede yaşadığına bakmaya geldim, soluduğu havayı solumaya geldim, sokaklarında yuttuğu tozu yutmaya geldim, ayağına değen taşı öpmeye geldim, yürüdüğü kaldırımda yürümeye geldim. Yağmur hiç durmasa… Bana eşlik etse sabaha kadar, beni yıkasa, arınsam… O tepeme yağdıkça ben de onunla birlikte bu yağmurun altında birlikte yürüdüğümüzü hayal edeceğim. Bir de şiir damıtacağım yağmurdan, geceden, pencereden sızan sarı ışıktan, lambadan, hafiflikten, hançerden, hatıralardan, kandan, toprağın kokusundan, yeşil gözlerden, hıçkırıklardan… Bütün kapıların aralıklarından o sızacak bu gece dışarı, bütün evlerin eşiklerine bakacağım, sonra bir ev kestireceğim gözüme. İçinde “hafif sarı” bir “lamba” yanan bir ev… Bu eve yakıştıracağım onu. Kapısının önünden defalarca gelip gideceğim. İçerdedir o, biliyorum, “Her yatak dopdolu/Bir yatak bomboş/Bir neşe şarkısı” terennüm ediyor şimdi muhtemelen…

Dizeler dökülüyor yağmurun ıslattığı bedeninden. Gece şiire gebe, geceden pul pul şiir dökülüyor sokağa, karışıyor yağmura, oluklardan geziyor kasabayı şiir. “Şehrazat” diye bir isim düştü aklına. “Lamba” mı bu ismi getirdi aklına, yoksa bu küçük kasabada, bu yağmurlu gecenin tek hükümdarı olması mı anlayamadı, bir “ölüm kuşu” feryat etse şimdi önce o duyacak, zira kasaba artık derin uykuda. Oysa onu Şehrazat değil, “muhacir kızı” getirdi buraya, Diyar-ı Kalbe… Ama Şehrazat da fena imge değil hani, “mahşer içinde en aziz yalnızlığı yaşamıştı” ya o “tiril tiril kadın”, ne çok benziyor bu gece yağan yağmura. “Bugün yalnızca yağmura tahammül edeceğim;/Tam boğazıma kadar çıkan deli yağmura.”

Aşk, nöbete durmayı sever Hüsn yakınındaysa eğer. Gelip dizine başına koyarsa eğer, meşe közlerine bile bağdaş kurabilir bu gece. Ne diyorsun sen, dizine mi kaldı, çoktan başını koymuştur annesinin kenarına tavus kuşunu işlediği patiska beziyle örtülü yumuşak yastığına.

Zaman karanlıkta daha mı ağır akar, zamanın bekçileri bilir ancak. Bundan sonraki hayatında “horozlarla en çok gezen” adam olarak nitelendirecek kendini, bir horoz sesi geldi kulağına, az sonra da yakınlardaki minarenin şerefesine çıkıp iki eliyle başını tutarak sabah ezanını okuyan müezzinin sesini. Ezanı duyar duymaz, çok ilerde ezanla ilgili yazacağı “Hiçbir bâtıl din, her gün, ama her gün, ortalık ışımaya başlarken, kurt kuş uykuda iken insanı ayağa kaldırmağa cesaret edemez,” cümle o sırada mı düştü aklına, uzun ömrü boyunca anlamadı.

Camiye girdi, abdest aldı, gözlerinden uyku akan bir iki ihtiyar daha geldi camiye, onlarla sabah namazına durdu, dua etti, sonra istasyona yürüdü. Ortalık aydınlanmıştı. Bir süre sonra Ankara trenine bindi, yolda hiçbir şeyi düşünmedi, mutluydu, “annesinden ilk sütü Geyve’de içmiş gibi” mutlu...

Gri demirli bir öğrenci yurdunun penceresinden görüyordu; “Ankara’ya, çatal dağa bir zindandan gün vurmuş”tu.

“Ölüm ve Çerçeveleri” yazmaya başladı.

*

FENERBAHÇE’DE

Hüsn çağırırsa eğer Aşk gider. Çağırmasa da gider, Hüsn içinde çığlık çığlığaysa eğer…

Yine bir tren… Yine “muhacir kızına” yolculuk var. Ama ilk yolculuğun üzerinden tam tamına 69 yıl geçmiş; ilk bölümünü 1952 yılının ilkbaharında yazıp “Aşk ve Çileler”; yine aynı yılın yazında ikinci bölümünü yazıp “Ölüm ve Çerçeveler”; tekrar aynı yılın kışında üçüncü bölümünü yazıp “Pişmanlıklar ve Çileler”; nihayet son bölümünü o yılın son gününde, yılbaşı gecesinde yazıp “Ve Monna Rosa” adını verdiği o efsanevi şiir bir hayli değişmiş, akrostiş bozulmuş, “Geyve gülleri”, “Gülce gülleri” olmuş, “ruhundan, Geyve diye bir şehir yaratmaktan” çoktan vazgeçmiştir artık.

Bu süre zarfında; çok gençken tıpkı Aşk gibi, aşkın dipsiz kuyusuna düşmüş olan şair, o kuyudan yara bere içinde çırpınarak yeni bir “Diriliş”le çıkmış, Türkçe var oldukça zamana kafa tutmaya devam edecek görkemli şiirler yazmış ama Hüsn, hep aynı yaşta kalmıştı. Aşkta zaman akmaz, donar; bu yüzden Hüsn hiç yaşlanmaz!

Belki de onu değil, onun oradaki varlığını görmeye gidiyordu, kim bilir!

Onu Fenerbahçe’ye götüren trene “yeryüzü sürgünlüğünün” bitmek üzere olduğunu anladığı için mi binmişti, yoksa toy bir delikanlıyken onu Geyve’ye götüren trene neden bindiyse, şimdi de aynı dürtüyle mi binmişti bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Bildiğimiz tek şey “muhacir kızının” Fenerbahçe’de oturduğunu bilmesidir. Belki de bir veda ziyaretiydi bu, “Allahaısmarladık” demek için binmişti trene. Karşılaşacağı ne malum? Malum değil, ama biliyordu, aşk gezer ve tesadüfleri sever. Hem onu görmeye gitmiyordu ki, iki yaş ondan büyük olduğuna göre kim bilir belki de sokağa çıkamayacak kadar yaşlanmıştı. Yine de son bir defa onun gezdiği sokaklarda gezmek, onun baktığı ağaçlara bakmak, onun gördüğü denizi görmek, onun seyrettiği vapurları seyretmek… Kim bilir belki yoluna da çıkardı!

Şu uzaktan gelen ona ne kadar benziyor. Hadi canım sen de… O gidince, şehirde herkes ona benzer, bilmiyor musun? Yok be ta kendisi, beni fark etmemiş, fark ettiyse bile tanımamıştır inşallah… Nereden tanıyacak, ardan 70 sene geçmiş. Dikkatli baktı yanından geçerken, “peygamber çiçeğinin aydınlığında” aradı yanında geçen ihtiyar kadının yüzünde “muhacir kızını”; “sırrını fısıldadı vefakar balıklara” bu dünyada onun yerini “yalnız onlar tutacak”; beyaz saçlarında, buruşuk teninde, çukura kaçmış gözlerinde, ta mektep yıllarında ping-pong oynayan kızın aksini aradı bir an; “telli pullu saçlarını rüzgara” koyverse, ders bitse de koridorda yanından geçse… Yanından geçip gitti ihtiyar “muhacir kızı”, dönüp arkasından baktı, “bir çevre sağ elinden bulanık suya düştü”, ince uzun parmaklar boğazını sıktı, geçtiği yere, onun “günahkar toprağım” dediği yere ak saçlarından bir tel düştü, telin yere düşüşünü gördü, “Sana ne olmuş Rosa, bir derde tutulmuşsun”… Aşıklar kediler gibi alır kokuyu, kokusu aynı koku hâlâ. “Sigara külü kadar yalnız” hissetti kendini, ürperdi. Son görüşte ona, “tavuskuşunun içine girdiğini, içine girip tüyünü yolduğunu en son söz olarak söylemek” istiyordu, söyleyemedi; sonra “tavusların bir bir kaybolduğunu, ona kalanın ise “bir çift kanat olduğunu”şimdiye kadar o kanatlarla uçtuğunu söylemek ne güzel olurdu! Seninki de laf mı, şiirinde söyledin ya, kaç defa okumuştur kim bilir o şiiri… Tesellin de bu olsun hadi!

“Muhacir kızı” tamamen gözden kaybolunca, durup uzun uzun denize baktı. Sırrını “vefakâr balıklara” söylemişti, kendisi hâlâ, “günah kadar beyaz”, o hâlâ “tövbe kadar kara”ydı. O; yanından geçen kadının “sılası”, “kendisinin gurbeti”ydi!

Onu Fatih’teki yalnızlığına götürecek trene bindi.

*

Hüsn çağırırsa eğer

Aşk gider.

Çağırmasa da gider,

Mesele Hüsn ise eğer…

*

(ZORUNLU BİR AÇIKLAMA: Bu denemede “GEYVE’DE” hikayesi, Sezai Karakoç’un kendi şiiri ile Ali Dursun’un derlediği “Medeniyetin Burçları, Sezai Karakoç Kitabı” içindeki Rasim Özdenören’in “Sezai Karakoç, Bir Entelektüelin Profili” başlıklı yazısından alınan bilgilerle kurgulandı. “FENERBAHÇE’DE” hikayesini ise AA’ya verdiği mülakatta Muazzez Akkaya, namı diğer “Muhacir Kızı" veya "Monna Rosa” anlattı bize. Ben de onun söylediklerinden hikayeyi böyle kurguladım, o rastlaşma sahiden de gerçekleşmiş olsaydı, muhtemelen yazdığım gibi olurdu. Ama bence böyle bir karşılaşma hiç olmadı. Sezai Bey’i yakından tanıyanlar söyler; vefatına bir ay kala değil Fenerbahçe’ye, yakınındaki “Diriliş” yazıhanesine bile gitmeye mecali kalmamıştı. Uykusuzluktan mustaripti, gece sabahı bekliyor, gündüz uyuyordu, güç bulursa kendisinde arada bir dergiye uğruyordu, o kadar. Muazzez Hanım aynı mülakatta, bir de Cemal Süreya’nın Sezai Karakoç’la, kendisiyle ilgili girdikleri bir iddia sonucu soyadından bir “y”yi anlattığını söyler ki, o hadise öyle değil, o zamanki adıyla Cemalettin Seber’in daha sonra aldığı “Cemal Süreyya” adındaki bir “y”yi atmasının hikayesi “Üvercinka” için yazdığı “Elma” şiirinde var, o çok sonrasının hikayesi... Hikayenin daha geniş bir tafsilatını merak edenler benim “Üvercinka’nın Kasıkları” (Karakarga Yayınları) adlı kitabıma bakabilirler.)

QOSHE - "Peygamber çiçeğinin aydınlığında muhacir kızını" aramak! - Muhsin Kızılkaya
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

"Peygamber çiçeğinin aydınlığında muhacir kızını" aramak!

121 0
10.01.2024

DİYAR-I KALB’DE

Hüsn çağırırsa eğer Aşk gider. Çağırmasa da gider, mesele Hüsn ise eğer… Yol uzar, Aşk kuyuya düşer, bir dev esir alır onu, sihirbaz bir cadının pençesine düşer, cinlerin cirit attığı çölde yolunu kaybeder, Şebbi Yelda’da fırtınaya tutulur, Çin şahının kızı baştan çıkarmak ister ama Aşk gider; bülbül, dudu kuşu, gönül alan, sevimli sülün ona rehberlik eder; yol uzar, her fersahta menzil uzaklaşır, Hüsn varacaksa eğer menzile; “esrar-ı kafiyye” ise mesele alıp getirecek onu, ona bu yolculuğu şart koşan Beni Muhabbet kabilesine verecek, sonra dönüp onlara “Vardım ‘Diyar- Kalb’e, aldım istediğiniz esrar-ı kafiyye’yi, alın kimyanızı, verin Hüsn’ümü bana” diyecek.

Bitmez gibi görünen uzun bir yolculuk sonunda nihayet Aşk varır “Diyar-ı Kalb”e, orada kimyayı teslim alacak kimseyi bulamaz. Yapayalnız olduğunu sandığı anda, kalbinin derinliklerinde Hüsn’ün nefes aldığını hisseder.

Fersah fersah yolculukta, kuyuya düşerken de devlere esir düşerken de sihirbaz cadıyla boğuşurken de Çin şahının kızını defederken de oradaydı, kalbinin içindeydi aslında Hüsn… Ama o hissetmemişti Aşk, ne zaman Diyar-ı Kalb’e vardığını kulağına fısıldadı Sühan, işte o anda sesini duymaya başladı Hüsn’ün içinde atan kalbinin.

Uzun yolculuk sonrasında Aşk anlar ki baştan beri Hüsn içindedir, ayrı değildir ondan.

Hikâyeyi anlatan Şeyh Galip der ki; “Çünkü Aşk Hüsn’dü, Hüsn de Aşkın ta kendisi…”

GEYVE’DE

Tren Geyve İstasyonuna girdiğinde geceydi ama kasaba uyumamıştı henüz, deli bir yağmur yağıyordu; usul usul bir türkü çığırır gibi yağıyordu yağmur. “Diyar-ı Kalb”in yağmurlarıyla ıslanmak da varmış kaderimizde. Onu da ıslatıyor mu sahiden şu anda yağan yağmur? Yok daha neler, ne işi var onun bu saatte dışarıda, hem de böylesine şakır şakır yağmur yağarken. Bir saçak altına sığındı, seyretmeye başladı gökten dökülen rahmeti.

Aşk, Hüsn’ü bulmaya gelmişti Geyve’ye. Hüsn’ün adresi yoktu onda, Sühan yoktu yanında, bülbül, dudu kuşu, gönül alan, sevimli sülün uçmuyordu yanı sıra; trenin camına dayamıştı yanağını, tek adres “Diyar-ı Kalb”ti; tren tünellere girip çıktıkça, bir yerlerde uzun uzun durdukça, eski zaman destancıları trene girip ona bir hikâye satmaya çalıştıkça o, orada değildi, iki kelime saplanmıştı kalbine, bir bölümünü daha önce yazdığı, Hüsn’ün adını usta işi bir akrostişle içine gizlediği şiirin, yazacağı ikinci kısmının üst başlığını bulmuştu:

“Ölüm ve Çerçeveler”…

Hangi çerçeveye almalı burayı? Ne işi vardı burada? Sahiden de Hüsn’ü görmeye mi gelmişti? Nasıl bir anda karar vermişti yaz tatilinde memleketine gelmiş “muhacir kızının” peşine düşmeyi? Ya karşılaşırsa? Ya onu görürse evinin önünde? Ya çarpışırsa bir sokak başında? Küçük yer burası…

Bütün bedeninde ruhunun çalkantılarını hissetti. Fırtına vardı içinde, çalkantının yarattığı dalgalar içini dövüyordu. Onu değil, yaşadığı yeri görmeye gelmişti, çok sonra sevdiği bir şair arkadaşı “insan yaşadığı yere benzer” diye bir dize yazacak, o dizeyi okuduğunda bu yolculuğu hatırlayacaktı.

Kalbinin kapıları, aşkın bütün hallerine sonuna kadar açıktı. Serüven tutkunu değildi, munisti, hatta fazla dinginliğinden şikâyet ediyordu arkadaşları, ama ruhu? Ruhuyla baş edemiyordu işte, serüvenden serüvene sürüklemek istiyordu onu ruhu, bu gece de buraya onu ruhundaki bu serüven tutkusu sürüklemişti.

Lambalar sönmeye başladı evlerde tek tük. Yağmur gittikçe hızını arttırdı. Sırılsıklamdı, saçından başından sular dökülüyordu. Şikayetçi değildi, tam tersine “ne güzel tesadüf” diyordu bu yağmura, bir şeyleri alıp götürüyordu bir yerlerden ama neyi? Evlerin pencerelerin azalan ışıkları çoğalınca içine şu mısralar düştü:

“Bir lamba yanıyor hafif ve sarı;

Garip bir yolculuk, tren ve Geyve.

Bir hançer bölüyor, ah rüyaları:

Bir rüya, bir hançer, bir el; ve, ve, ve.”

Ne iyi etmişim de gelmişim. Bir otel var mı acaba buralarda… Otel mi, ne yapacaksın oteli, buraya uyumaya mı geldin “esmer delikanlı”? Ya ne yapacağım? Sabaha kadar onun izlerini arayacaksın bu sokaklarda, evlerin pencerelerini örten tül perdelerin gerisinde onu hayal edeceksin. Sarı lambadan gözlerini ayırmayacaksın. Bölüp parçalayacaksın onu, evlere dağıtacaksın, saçının her telini bir evde bırakacaksın, kokusunu her evin içine yayacaksın, ayak izlerini kasabanın bütün yollarına düşüreceksin, etekleri her sokakta biraz toz........

© Habertürk


Get it on Google Play