Türkiye’de sosyolojiyi, tarihi romanın emrine vererek, toplumu roman aracılığıyla tahlil etmeye kalkışan ilk yazar Kemal Tahir’dir; amacı yazdığı romanlarla “halkı kurtarmak” değil, kurtarılması istenen halkın nasıl bir halk olduğunu, düşünüş biçimini, geçirdiği evreleri, kendi deyimiyle “ruhunu” kavramak, bu “ruhla” bizzat kendisini yüzleştirmektir. Sıkıcı tarihin, bir o kadar sıkıcı sosyolojik tahliller yoluyla derdini anlatmanın güçlüğünü çabuk kavramış, bunun üzerine de romanı bu derdi anlatmada araç olarak kullanmış Kemal Tahir.

Eğer dendiği gibi Türkiye’de hapishaneler birer üniversiteyse, bu üniversiteden üstün dereceyle mezun olmuş tek yazardır Kemal Tahir. Zira hapishaneye girdiği zaman henüz kayda değer bir eseri yok, yani Nazım Hikmet gibi meşhur bir yazar, bir şair olarak girmedi kodese. Ne biriktirdiyse hapishanede biriktirdi. Çıktıktan sonra ne söylediyse, hapishanede geçirdiği dönem boyunca düşündükleri sonucu ulaştığı şeylerdi.

Kemal Tahir bir Marksist’ti. Yaşadığı topluma da o gözle bakıyordu. Ama onu diğer Marksistlerden ayıran, bakış açısının moda deyimle “yerli ve milli” oluşuydu. O, okuduğu Marksist kitaplarda toplumuna bir yer değil, yaşadığı toplumda Marksist teoriye bir yer arıyordu:

“Memleketimiz için faydalı bilgi, yabancı kitaplardan öğrendiklerimizi gelişi güzel kullanmak değil, milletimizin özelliklerini tespit için milli kılabilmektir. Bugün aydınlarımızın çoğunluğu memleketimizi, insanlarımızı, tarihi gelişimizi, bu gelişten aldığımız özellikleri iyice tanımamaktadırlar. Dışardan edinilmiş bilgileri benzetmeğe, yakıştırmaya getirip kullanmak, işin kolayına kaçmak da bir çeşit softalıktır. Bu bakımdan biz hepimiz galiba biraz softayız. Bence softalığımızın en büyük tehlikesi buradadır.” (Kemal Tahir, Yeni Ufuklar, Ocak 1960)

Ona göre Osmanlı’da mülk padişahındı, dolayısıyla özel mülkiyet olmadığı için sınıflar ortaya çıkmamış, bu yüzden de Osmanlı toplumu sınıfsız bir toplumdu. Batı toplumlarına benzemiyor bu toplum. Ne feodalizm aşamasından geçmiş ne de kapitalizmi yaşamıştı. Ne derebeyler vardı bu toplumda ne de köle gibi çalıştırılan köylüler; kapitalizm gelişmediği için de sonrasında da işçi sınıfı ortaya çıkmamıştı. İşte tam bu dönemde, kendilerine “kurtarıcı” vazifesi biçmiş olan bürokrat-aydınlar ortaya çıktı ki -bu bürokratlar bu memleketin de ilk yazarlarıdır- sihirli bir formül oraya attılar. Eğer topyekün Batılılaşırsak, tekmil sorunlarımızdan kurtulacaktık! Hurra herkes bu fikrin peşine takıldı.

Oğuz Atay, Kemal Tahir’in bu fikriyle ilgili “Günlük”te şunları yazar:

“Sanıyorum Kemal Tahir bir aydın olarak ilk hesaplaşmasını, hapishanede Türk insanının çok zengin bir kesitiyle karşılaştığı zaman yapmıştı. Belki kendimizi, kendi insanımızı, kendi toplumumuzu daha iyi tanımak için Batılı yöntemleri öğrenmeye başlamıştık; ama yetiştirdiğimiz aydın tipiyle halkımızdan, kendi insanımızdan kopmuştuk. Kemal Tahirin Anadolu insanı ve köyle ilgili romanlarında, hatta aydın kişilerin yaşantılarını anlatan öteki romanlarındaki köyden gelmiş tiplerde, bu çelişki bütün keskinliğiyle belirir. ‘Bozkırdaki Çekirdek’te köy enstitüsü kurmaya gelenler, kendilerinin hâlâ Osmanlı sayıldığını öğrenerek dehşete düşerler. ‘Yorgun Savaşçı’da Anadolu’yu kurtarmak için yola çıkan eski İttihatçılar kuşkuyla karşılanırlar, hatta kasabalı, köylü onları gavur sayar. Kemal Tahir, bu durumdan çoğu zaman aydını sorumlu tutuyor; çünkü aydının kendi halkını tanıma imkanı vardır, ama Batı’nın kalıplarını körü körüne uygulamak isteyen şartlanmış aydınlarımız ‘Bozkırdaki Çekirdek’te görüldüğü gibi bu imkanı boşuna harcarlar: ‘Batı uygarlığı her gün tıraş olmakla başlar,’ diye düşünürler işin başında.”

Kemal Tahir hastalığa doğru teşhis koymuştu ancak birçok uzmanın dediği gibi bir hatası varsa eğer o da meseleyi tam anlamıyla “Batılılaşma karşıtı” bir noktaya vardırmış olmasıydı. İdeal olan Osmanlı düzeniydi ve bu bir tür “bize özgü” sosyalizmdi.

Romanlarını da bu temel üzerine kurdu. Bizde burjuvazi ve işçi sınıfı olmadığına göre bunlar arasında bir çatışma zaten yok; gelişmiş bir sanayi toplumu olmadığımıza göre de “bireyin iletişimsizliği, yalnızlığı, bunalımları” romanımızın konusu olmazdı. O halde toplumun geçirdiği evreler içinde, tarihsel dönemler romanın konusu yapılabilir, bu devirlerde “insanın dramı” anlatılabilir. Mesela köy anlatılacaksa eğer, köyün içinde bulunduğu geriliği, ilkelliği anlatmanın kimseye bir faydası yok, köyün sorunlarını anlatmak da romancının işi değil, muhtarların işi; romancının işi köy toplumunun geçirdiği değişimi saptamak ve anlatmaktır.

Onu köy enstitülü yazarlardan ayıran en belirgin fikri şuydu:

“Romanın vazifesi drama düşmüş insanı anlatmaktır!”

*

Kemal Tahir bu fikrini ilk defa yüksek sesle “Beş Romancı ‘Köy Romanı’ Üzerine Tartışıyor” başlığıyla 1959 yılında parça parça “Pazar Postası”nda yayınlanan, bir bütün halinde ancak 1960 yılında Aziz Nesin’le birlikte kurdukları Düşün Yayınevi tarafından basılan kitapta dile getirdi.

Tartışmaya Kemal Tahir’den başka, Orhan Kemal, Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mahmut Makal katılmıştı. Tartışmaya Yaşar Kemal ile Yakup Kadri Karaosmanoğlu da çağrılıydı ama katılmamışlardı. Tartışmayı “Pazar Postası” dergisi adına Turhan Tükel yönetmiş; Aziz Nesin’in evinde yapılan tartışma sırasında derginin sahibi Cemil Sait Barlas ile Aziz Nesin de dinleyici olarak bulunmuştu. O sırada genç Oğuz Atay da gönüllü olarak dergide çalışıyordu. Tutanakları yayına hazırlayanlardan birisi de Oğuz Atay’dır.

Muhtemelen Oğuz Atay’ın Kemal Tahir’le olan dostlukları bu dönemde başladı. Zira konuşanlar içinde sesi kulağına en iyi gelmiş olan yazar Kemal Tahir gibi görünüyor sonradan yazdıklarına bakılırsa. Hele o gün, o tartışma sırasında Kemal Tahir’in ağzından çıkmış olan “Türk ruhu” kavramını duyduktan sonra… Belli ki ilk defa ondan duyduğu bu kavram zaman içinde onda büyüdü, ölümüne yakın bir dönemde “Türkiye’nin Ruhu”na dönüştü, zamanı yetseydi eğer bu adla bir roman yazacaktı.

*

Oğuz Atay’dan önce “Türk ruhunu” ilk arayan yazar Kemal Tahir’dir. Ona göre köyü yazan yazarların en önemli vazifesi, “Türk milletinin müşterek, yani birleşik ruhunu, davranışını keşfetmeye çalışmaktır.” Kendisini de bu yazarlar kategorisine sokar ve “…köylülüğün muhtelif zümrelerine mensup kişileriyle, kişilerinin ruhuyla eğer tespit edebilirsek (…) Türk ruhu dediğimiz, yani şu Anadolu Türk’ü ruhu dediğimiz bu tipi, mozaik halinde meydana getireceğiz” der. Ama ona göre bu “ruh”bir gizem perdesi arkasındadır, yine de umudunu yitirmez: “Fakat kendi bulunduğumuz çevrede mutlaka biz ilerde Türk tipini, Türk ruhunu, niçin böyle davrandığımızı meydana koyacak olan sırrı, sırrın bir ucunu keşfetmeye çalışacağız.” Kemal Tahir’e göre yazarlar “Türk milletinin ruhunu” kavradıkları gün “müşterek bir dil” bulacak, asıl işte o zaman hitap ettikleri zümre onları anlamış olacak. Romancıya şöyle bir vazife biçer Kemal Tahir: “…doğrudan doğruya Türk ruhunu bir ucundan açmak, aydınlatmak ve bir şeye, umumi harmana bağlamak meselesi olacak. (…) Biz Türk ruhunu, Türk ruhunun bir noktasını aydınlatmayı düşüneceğiz.” (Beş Romancı Tartışıyor, Ketebe, s. 117-119)

Kemal Tahir bu sözleri sarf ederken, o sırada orada bulunan 25 yaşındaki edebiyat delisi Oğuz Atay’ın on yedi sene sonra üstadın söylediklerinden yola çıkarak “Türkiye’nin Ruhu” diye bir roman yazma fikri aklından geçti mi bilinmez ama 1970’lerin başında “Tutunamayanlar”ı bitirdikten sonra başladığı “Günlük”te, yazmayı düşündüğü “Türkiye’nin Ruhu” meselesini “keşfedilmesi gereken gizemli bir şey” olarak görmez. Bu süre içinde belli ki bu kavram üzerine düşünmüş. Ona göre “Türkiye’nin Ruhu” şöyle bir şeydir:

“Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz ve daha olayları ve dünyayı, mucizelere bağlı, ‘myth’lere bağlı bir şekilde yorumluyoruz en ciddi bir biçimde. Aklı başında bir Batılının gülerek karşılayacağı ve bize ölesiye ciddi gelen bir şekilde. Bir başka nokta daha: Öyle bir yarım yamalaklığımız var ki, bizim dramımız, trajedimiz, akıl almaz bir biçimde gelişiyor. Ayrıca bir trajedinin içinde olduğumuzun farkında bile değiliz. Çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanıyoruz. İktidardaki adamlar da bu sanıyı bütün millet adına dile getiriyorlar. Birkaç aydın dışında bunu anlayan yok gibi. O aydınlar da sosyal birtakım sözler ediyorlar. Psikolojik yönü boşlukta kalıyor bu meselenin. İnsanlarımız bu kötü yaşantıyı dile getirmeyi, 'muhalefet yapmak’ sanıyorlar. Yapanlar bile, 'muhalefet’ yaptıklarını sanıyorlar bir bakıma. Aslında bir yanlış anlama olduğu halde, anlaşıp gidiyorlar. Bir 'mış gibi yapmak' tutturmuşlar; arabalar yürüyor ya ekmek yapılıyor ya iyi kötü suyumuz geliyor ya... Mesele yok. Bir taklit oynuyoruz ve Batıya bile kendimizi kabul ettirdiğimiz anlar oluyor. (Bir futbol maçında yeniveriyoruz onları) Ya çocuksu gururumuz! Beğenilmezsek hemen alınıyoruz, Batılılara iftiralar ederek kendimizi temize çıkarmak için didiniyoruz. İyi aile çocukları arasında onlara çamur atan mahalle çocuğu gibiyiz. Ben buna saflık diyorum ve genel anlamda bir sempati duyuyorum. İçinde yaşarken de öfkeyle tepiniyorum.” (Oğuz Atay, Günlük, İletişim yayınları, s.26-28)

“Türkiye’nin Ruhu” romanında anlatmak istediğini şöyle özetler Oğuz Atay:

“….insanımıza, geri kalmış ya da az gelişmiş değil; fakir düşmüş, yani gücünü kaybetmiş bir varlık olarak bakmak düşünülebilir. Yani, ilkel bir topluluk değil, servetini kaybetmiş soylu bir topluluk denebilir. İnsanımız henüz potansiyelini kullanmamış bir güçtür. (Günlük, s.242)

*

Oğuz Atay; “Türk ruhu” kavramını ödünç aldığı Kemal Tahir’in ölümünden üç sene sonra 1 Mayıs 1976 tarihli günlüğünde “Türkiye’nin Ruhu” adını verdiği roman tasarısından bahseder. “Her biri bir kitap olmak üzere” adını “Devlet”, “Toplum” ve “İnsan” dediği üç ciltten oluşacak roman… “Konu genel olarak bir araştırma, soruşturma ya da bir dedektif hikayesi biçiminde gelişecek.” Bundan bir sene evvel de 22 Mart 1975 günü defterine, yakın arkadaşı Halit Refiğ’in teklifi üzerine Kemal Tahir’i anma gününde bir konuşma yapacağını yazar. Bu konuşma için Kemal Tahir’e dair bazı notlar düşürür günlüğüne. Ona göre Kemal Tahir’in yaşadığı süre boyunca “durmadan görüşlerini değiştirmesi” birçoklarının sandığı gibi “yadırganacak” bir şey değil. Bir kişinin fikirlerini değiştirmesi bizde büyük bir ayıp olarak telakki edilir. Oysa her şeyden evvel bir önceki fikirleri Kemal Tahir’in bizzat kendisine ters gelmiştir. Ve bunu herkesten önce de kendisi söyler. “Gene yanıldık” diyor her defasında Kemal Tahir ve Oğuz Atay’a göre bunu söylemiş olması çok önemli, adam kendisiyle “hesaplaşıyor” ve “bizdeki insanların ne kadar ihtiyacı var buna”. Şunları söyler:

“Kemal Tahir gibi insanlar bir yandan kendisiyle hesaplaşabilmeli ki, başkalarıyla ve tarihle hesaplaşma cesaretini gösterebilsin.”

“Zaman zaman davranışları ve düşünceleri” ona da “ters geldiği” halde, yapacağı konuşmada, “Kemal Tahir’in hep olumlu yanları üzerinde duracağını” belirtir.

*

Belli ki Oğuz Atay, Kemal Tahir’i Yıldız Ecevit’in deyimiyle “eleştirel bir süzgeçten geçirdikten sonra” tam anlamıyla yerine oturtmuştur. İkisinin yakın arkadaşı Halit Refiğ, Oğuz Atay’ın hayatının bir döneminde Kemal Tahir’e çok yakın olduğunu ama Kemal Tahir’in Oğuz Atay’a kırgın öldüğünü söyler. Anma günü toplantısında yaptığı ve daha sonra Yeni Ortam gazetesinde yayınlanan konuşmasında Oğuz Atay bu “kırgınlıktan” bahsetmez ama olayın sebebini Leyla Erbil yıllar sonra Virgül dergisinin Ocak 2008 tarihli son sayısına “Oğuz Atay’la Bir Akşam” başlıklı yazısında anlatır.

Leyla Erbil o yazıda, sevdiği yazarları birbiriyle tanıştırmak gibi bir huyu olduğunu söylese de Oğuz Atay’la Kemal Tahir çok eskiden beri tanışıyorlar zaten. Leyla Erbil’in yazdığına göre, Levent’teki evinde Kemal Tahir ve Oğuz Atay’dan başka Füruzan, eşi Sedat Düzkan, Leyla Erbil’in eşi Mehmet Erbil’in bir arkadaşı ve Kemal Tahir’in kardeşi Nuri Demir de var. Söz döner dolaşır eşkıyalık meselesine gelir. Kemal Tahir öteden beri köy eşkıyalığını zulme başkaldırının sembolü sayıp solcular tarafından romantize edilmesinden haz etmeyen bir yazardır. Ona göre Yaşar Kemal’in “İnce Memed”i bir eşkıyadır sonuçta. Devlet otoritesinin zayıfladığı zamanlarda ortaya çıkan bu tür adamlar şehirli olsun köylü olsun, kahraman değil birer suçludur, bunları yüceltmek doğru değildir. “Rahmet Yolları Kesti”de anlattığı eşkıyalar, döküntü, çapulcu, suçlu birer tiptir, savunulacak hiçbir yanları yok o heriflerin. Muhtemelen o gece, Leyla Erbil’in evinde söz buradan Deniz Gezmişler hadisesine gelmiştir. Leyla Erbil’in yazdığına göre Kemal Tahir Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını da şehirde ortaya çıkmış birer “eşkıya” olarak gördüğünü söyler. Ona göre “arkasında hiçbir güç olmadan tek başına, birkaç arkadaşla devlete karşı gelip sosyalizmi kurma girişimi intihardan” başka bir şey değildir. Türk insanın ne olduğunu anlamadan, halksız-milletsiz-insansız yola çıkmanın anlamını “eşkıyalık”la eş tutar Kemal Tahir; devletin -bin çeşit oyunu olduğunu söyleyip- böyle başkaldırılara amaçlı olarak izin verip sonunda adamı tongaya düşürdüğünü söyler, bunlar devleti tanımıyor belli. Sonra da idamlarına çok üzüldüğünü söyler ve “oyuna geldiler, kendilerini öldürttüler” der kederle. Leyla Erbil’in yazdığına göre bu sözler üzerine Oğuz Atay küplere biner, ayağa kalkar ve “Bu evde faşizm propagandası yapılıyor” diyerek gitmeye yeltenir. Leyla Erbil kalmasını rica etse de Oğuz Atay apar topar evden çıkar. Gecenin geç bir vakti Kemal Tahir evden ayrılırken, gecenin tadı kaçtığı için Leyla Erbil ondan özür diler. Kemal Tahir, ise “yok canım, önemi yok; gece güzeldi de adam tatsızdı,” diyerek vedalaşır onunla.

*

“O tatsız adam”; bir anlık sinirle “faşizm propagandası yapıyor” dediği Kemal Tahir’in “Beş Romancı Tartışıyor”daki “cengi” sırasında kullandığı “Türk ruhu”ndan mülhem “Türkiye’nin Ruhu”nu yazamadan gitti bu dünyadan.

Kemal Tahir’e göre de Oğuz Atay’a göre de insanımızın Batılılaşma karşısındaki tavrı “Türk ruhu”nu veya “Türkiye’nin Ruhu”nu teşkil eder. Bu ülke insanını kavramak istiyorsanız elinizdeki tek anahtar “Batılılaşma” kavramıdır iki yazarın kanaatine göre.

Düğme baştan beri yanlış iliklendiğinden tam iki yüz yıldan beri eğri büğrü duruyoruz bu coğrafyada.

QOSHE - "Türk ruhu"ndan "Türkiye'nin Ruhu"na Kemal Tahir ile Oğuz Atay! - Muhsin Kızılkaya
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

"Türk ruhu"ndan "Türkiye'nin Ruhu"na Kemal Tahir ile Oğuz Atay!

127 1
28.02.2024

Türkiye’de sosyolojiyi, tarihi romanın emrine vererek, toplumu roman aracılığıyla tahlil etmeye kalkışan ilk yazar Kemal Tahir’dir; amacı yazdığı romanlarla “halkı kurtarmak” değil, kurtarılması istenen halkın nasıl bir halk olduğunu, düşünüş biçimini, geçirdiği evreleri, kendi deyimiyle “ruhunu” kavramak, bu “ruhla” bizzat kendisini yüzleştirmektir. Sıkıcı tarihin, bir o kadar sıkıcı sosyolojik tahliller yoluyla derdini anlatmanın güçlüğünü çabuk kavramış, bunun üzerine de romanı bu derdi anlatmada araç olarak kullanmış Kemal Tahir.

Eğer dendiği gibi Türkiye’de hapishaneler birer üniversiteyse, bu üniversiteden üstün dereceyle mezun olmuş tek yazardır Kemal Tahir. Zira hapishaneye girdiği zaman henüz kayda değer bir eseri yok, yani Nazım Hikmet gibi meşhur bir yazar, bir şair olarak girmedi kodese. Ne biriktirdiyse hapishanede biriktirdi. Çıktıktan sonra ne söylediyse, hapishanede geçirdiği dönem boyunca düşündükleri sonucu ulaştığı şeylerdi.

Kemal Tahir bir Marksist’ti. Yaşadığı topluma da o gözle bakıyordu. Ama onu diğer Marksistlerden ayıran, bakış açısının moda deyimle “yerli ve milli” oluşuydu. O, okuduğu Marksist kitaplarda toplumuna bir yer değil, yaşadığı toplumda Marksist teoriye bir yer arıyordu:

“Memleketimiz için faydalı bilgi, yabancı kitaplardan öğrendiklerimizi gelişi güzel kullanmak değil, milletimizin özelliklerini tespit için milli kılabilmektir. Bugün aydınlarımızın çoğunluğu memleketimizi, insanlarımızı, tarihi gelişimizi, bu gelişten aldığımız özellikleri iyice tanımamaktadırlar. Dışardan edinilmiş bilgileri benzetmeğe, yakıştırmaya getirip kullanmak, işin kolayına kaçmak da bir çeşit softalıktır. Bu bakımdan biz hepimiz galiba biraz softayız. Bence softalığımızın en büyük tehlikesi buradadır.” (Kemal Tahir, Yeni Ufuklar, Ocak 1960)

Ona göre Osmanlı’da mülk padişahındı, dolayısıyla özel mülkiyet olmadığı için sınıflar ortaya çıkmamış, bu yüzden de Osmanlı toplumu sınıfsız bir toplumdu. Batı toplumlarına benzemiyor bu toplum. Ne feodalizm aşamasından geçmiş ne de kapitalizmi yaşamıştı. Ne derebeyler vardı bu toplumda ne de köle gibi çalıştırılan köylüler; kapitalizm gelişmediği için de sonrasında da işçi sınıfı ortaya çıkmamıştı. İşte tam bu dönemde, kendilerine “kurtarıcı” vazifesi biçmiş olan bürokrat-aydınlar ortaya çıktı ki -bu bürokratlar bu memleketin de ilk yazarlarıdır- sihirli bir formül oraya attılar. Eğer topyekün Batılılaşırsak, tekmil sorunlarımızdan kurtulacaktık! Hurra herkes bu fikrin peşine takıldı.

Oğuz Atay, Kemal Tahir’in bu fikriyle ilgili “Günlük”te şunları yazar:

“Sanıyorum Kemal Tahir bir aydın olarak ilk hesaplaşmasını, hapishanede Türk insanının çok zengin bir kesitiyle karşılaştığı zaman yapmıştı. Belki kendimizi, kendi insanımızı, kendi toplumumuzu daha iyi tanımak için Batılı yöntemleri öğrenmeye başlamıştık; ama yetiştirdiğimiz aydın tipiyle halkımızdan, kendi insanımızdan kopmuştuk. Kemal Tahirin Anadolu insanı ve köyle ilgili romanlarında, hatta aydın kişilerin yaşantılarını anlatan öteki romanlarındaki köyden gelmiş tiplerde, bu çelişki bütün keskinliğiyle belirir. ‘Bozkırdaki Çekirdek’te köy enstitüsü kurmaya gelenler, kendilerinin hâlâ Osmanlı sayıldığını öğrenerek dehşete düşerler. ‘Yorgun Savaşçı’da Anadolu’yu kurtarmak için yola çıkan eski İttihatçılar kuşkuyla karşılanırlar, hatta kasabalı, köylü onları gavur sayar. Kemal Tahir, bu durumdan çoğu zaman aydını sorumlu tutuyor; çünkü aydının kendi halkını tanıma imkanı vardır, ama Batı’nın kalıplarını körü körüne uygulamak isteyen şartlanmış aydınlarımız ‘Bozkırdaki Çekirdek’te görüldüğü gibi bu imkanı boşuna harcarlar: ‘Batı uygarlığı her gün tıraş olmakla başlar,’ diye düşünürler işin başında.”

Kemal Tahir hastalığa doğru teşhis koymuştu ancak birçok uzmanın dediği gibi bir hatası varsa eğer o da meseleyi tam anlamıyla “Batılılaşma karşıtı” bir noktaya vardırmış olmasıydı. İdeal olan Osmanlı düzeniydi ve bu bir tür “bize özgü” sosyalizmdi.

Romanlarını da bu temel üzerine kurdu. Bizde burjuvazi ve işçi sınıfı olmadığına göre bunlar arasında bir çatışma zaten yok; gelişmiş bir sanayi toplumu olmadığımıza göre de “bireyin iletişimsizliği, yalnızlığı, bunalımları” romanımızın konusu olmazdı. O halde toplumun geçirdiği evreler içinde, tarihsel dönemler romanın konusu yapılabilir, bu devirlerde “insanın dramı” anlatılabilir. Mesela köy anlatılacaksa eğer, köyün içinde bulunduğu geriliği, ilkelliği anlatmanın kimseye bir faydası yok, köyün sorunlarını anlatmak da romancının işi değil, muhtarların işi; romancının işi köy toplumunun geçirdiği değişimi saptamak ve anlatmaktır.

Onu köy enstitülü yazarlardan ayıran en belirgin fikri şuydu:

“Romanın vazifesi drama düşmüş insanı anlatmaktır!”

Kemal Tahir bu fikrini ilk defa yüksek sesle “Beş Romancı ‘Köy Romanı’ Üzerine Tartışıyor”........

© Habertürk


Get it on Google Play