Düşünce tarihçisi, alim Michel Foucault, kendisiyle yapılan uzun bir mülakatın kitabı olan “Güzel Tehlike”de (Metis Yayınları) yazma zevkini keşfedebilmesi için anadilinden uzaklaşarak yurt dışına çıkması gerektiğinden bahseder. Ülkesi Fransa’dan İsveç’e gider, orada önünde iki seçenek belirir; ya çok az bildiği İsveççeyle ya da konuşmakta zorlandığı İngilizceyle konuşacaktı. İkisini de beceremeyince anadilinden uzak bir yerde bulunması onda yazma isteği uyandırır. Ona göre yazma zevki ile konuşma imkânı arasında bir tür uyuşmazlık vardır. Der ki, “Konuşmanın artık mümkün olmadığı noktada yazmanın gizli, zorlu, biraz da tehlikeli tılsımını keşfederiz.”

Bu sözleri okuyunca, kendi yazma serüvenime gitti aklım. Üç yıl arkadan gelerek, akranlarıma göre yaşı biraz daha geçkin bir çocuk olarak, anadilim Kürtçenin dünyasından alınıp bir yatılı mektepte, hiç bilmediğim bir yabancı dilin, Türkçenin dünyasına götürülüp bırakıldığım andan bugüne geçen tam elli yıllık zaman zarfında ikinci dilim olan Türkçeyle sürdürdüğüm serüvenimi düşünmeye başladım alimden ilhamla.

Yatılı mektepte ilk birkaç ay dilsiz kaldım. Anadilim yasak, yeni dili de öğrenmemiştim daha. Öğrendiklerimi de kullanmaktan korkuyordum. Zira yeni dili tam öğrenmeden onu kullanmaya başladığımızda yapacağımız her hata, bir kelimeyi yanlış söylemek, bir cümleyi yanlış kurmak, bir deyişi yanlış telaffuz etmek başına iş açabilir; öğretmenlerinden işiteceğin azar bir yana, o dili senden daha iyi bilen arkadaşlarının alaylarına maruz kalırsın ki bu feci durum seni tamamen lâl yapıp, yeni dilin dünyasından tamamen uzaklaştırabilir de. Bunun birçok örneğini her gün yaşıyorduk o okulda. Mesela bir arkadaşımızın defterini başka bir arkadaşımız yırtmıştı. Mağdur olan, suçluyu öğretmene şikâyet ederken, “Öğretmenim, bu çocuk defterimi dirand” demişti, “dirandin” Kürtçede “yırtmak” demekti, Türkçesini bilmediği için “dirand” demişti de okul hayatı boyunca o çocuğun adı “defter dirand” olarak kaldı.

Foucault şöyle devam eder serüvenini anlatmaya:

“Bu dilleri (İsveççe, İngilizce) bilmemem haftalarca, aylarca, hatta yıllarca asıl söylemek istediğimi söylemekten alıkoydu beni. Söylemek istediklerimin ağzımdan çıkar çıkmaz gözümün önünde kılık değiştirdiğini, basitleştiğini, adeta küçük, komik kuklalara dönüştüğünü görüyordum.”

Okula gitmeden önce; bir masal anlatıcısı (çîrokbêj) olan dayımdan yıllarca duyup ezberlediğim bir yığın masal vardı belleğimde. Yeni dilimin yeni ortamına bırakıldığımda, kendimi ifade edebilmek zorunda olduğum yeni öğrendiğim o birkaç kelime Türkçenin kurumuş dere yatağı nerede; o masallarda karşıma çıkan anadilimin şimdi hafızamın yatağında durmadan akan o kelimelerden müteşekkil coşkun nehri nerede? Nehir akıp gidiyordu ve ben ona sadece bakmakla yetiniyordum. Yeni bir ödev vardı önümde; yeni dilimi çok çabuk öğrenecek, kısa sürede anadilimin çağlayanına benzer, akan kelimelerden oluşacak yeni bir dünya kuracaktım kendime. Aksi takdirde dilsiz kalacaktım.

Foucault anlatmaya devam eder:

“Kendi dilimi kullanma olanaksızlığı içinde bulunurken, dilimin bir yoğunluğu, bir kıvamı olduğunu, soluduğumuz hava gibi olmadığını, duyumsanamaz bir saydamlık falan olmadığını, aksine kendi yasaları, kendi kestirme yolları, dehlizleri, çizgileri, yokuşları, yamaçları, girinti çıkıntıları, kısacası bir fizyonomisi olduğunu, bir peyzaj oluşturduğunu ve bu peyzajda kelimelerle cümleler etrafında dolaşılabileceğini, özetle önceden görmediğim bir bakış açıları olduğunu fark ettim.”

Benim bunun farkına varmam imkansızdı o zaman. Alim, içinde bulunduğu durumun izahını güçlü kelimelerle yapıyor, muhtemelen ben de benzer bir hissiyat içindeydim ama benim muhayyilemde oluşan şey çok daha basit bir şey olsa gerekti. Anadilimin “fizyonomisinden” çok, beni çeken şey ona duyduğum “özlemdi” galiba. Ailemden kopmuş olmak dilimden de koparmıştı beni. Arkadaşlarımla da onu doyasıya konuşamıyordum, çünkü kendi aramızda bile olsa Kürtçe konuşmak yasaktı. Bu yasağı delmek için ya okulun kuytu bir köşesine gitmek ya da yatakhanelere çekildiğimiz gecenin karanlığını beklemek zorundaydık. Kuytuluklarda fısıldaşarak, öğretmenlere görünmemeye çalışarak kullandığımız kelimeler sınırlıydı. Derin sohbete zaman yoktu. Sınırlı kelimelerin tümü kaçak göçekti. Yeni yeni öğrenmekte olduğumuz dil de bize derin muhabbet imkânı vermiyordu zaten, kelime dağarcığımız sınırlı, dilin “yaslarından, kestirme yollarından, dehlizlerinden, çizgilerinden, yokuşlarından, yamaçlarından, girinti çıkıntılarından” bihaberdik henüz. Hem anadilime tutunmak hem de yeni dilimi bir an önce devreye sokup içinde coşan kelimelere yol vermek elzemdi. O halde yeni dilim Türkçeyi bir an önce anadilimin yerine ikâme etmek için kitap okumalıydım. Anadilimden kopmamak için de bildiğim masalları arkadaşlarıma anlatmalıydım. Hazreti Ali’nin cenklerini, aşka dair halk hikayelerini, Ferhat ile Şirin’i, Arzu ile Kamberi, Yusuf ile Züleyha’yı okumaya başladım gezgin bir kitapçının okula getirdiği kitaplardan... Beni yeni bir dünyaya götürecek ağır bir ahşap kapı çölün ortasında yavaş yavaş bir siluet halinde beliriyordu önümde. Ama öte yandan anadilimden oluşan coşkun bir ırmak da içimde çağlayıp duruyor, bir an önce ona da dışarı çıkacak bir yol bulmak gerekiyordu. Gündüz yeni yeni dünyasına girmeye hazır olduğum yeni dilimin kapılarını önümde açacak o kitapları okuyordum bulduğum her fırsatta; geceleri de yatakhanenin ışıkları söner sönmez koğuş arkadaşlarıma anadilimden, dayımdan öğrendiğim masallar anlatıyordum. Gece erken bir saatte bizi yatakhanelere sokup uyumamızı emrettiklerinde, koğuşun ışıkları söner sönmez önüne geçemediğim bir şekilde Kürtçe kelimeler üzerime üşüşüyor, gündüz sınıfta kullanamadığım o kelimelerden oluşan bir anlatıyı o karanlığa salma isteğiyle doluyordum. Bu iştahla, arkadaşlarım talep etmeden, onlara masallar anlatmaya başlıyordum her gece. Kuşkusuz bu bir isyan, bir direniş değildi. Ama alimin de dediği gibi “yabancı bir yerde, gurbet dediğimiz yer’siz yerde kalırken” insan güvenli bir “mesken” arar. Peki o “mesken” neresidir? Alim bu soruya şu cevabı verir:

“…tek gerçek vatan, insanın ayağını basabileceği tek toprak, başını sokabileceği, sığınabileceği tek ev çocukluğundan itibaren öğrendiği dildir.”

*

Gecenin karanlığında, soğuk bir koğuşta, gri bir ranzada, kirli bir battaniyenin altında “ayağımı basabileceğim bir vatan”, “sığınabileceğim sıcak bir ev” kurmuştum kendime ben de. Hemen hemen her gece o vatanın tozlu yollarında çarık eskitiyor, sürülerini güdüyor, güvercinlerini yemliyor, devlerinden ürküyor, uçan halılarına biniyor, peri padişahının kasrına uğruyor, yasaklanmış kırkıncı odanın kapısını açıyor, havuzda yıkanan üç güzeli uzun uzun dikizliyor, pınarlarından soğuk sular içiyor, havasını soluyor, ekmeğini yiyor, dağlarının doruklarına tırmanıyor, ovalarını geziyor, yaylalarında serinliyor, göllerinde ördek kovalıyor, dağ keçilerinin ardına düşüyor, vadilerinde şarkı söylüyor, ormanlarında kayboluyor, ağaçlarına tırmanıyor, kuşlarıyla konuşuyor, ermişlerine yol, yordam soruyordum.

Ama bunun da bir bedeli vardı. Gündüz, kuytuluklarda fısıldaşarak dahi olsa Kürtçe konuşmak ne kadar yasaksa, gece de uyku zamanı koğuşlarda Kürtçe masal anlatmak bir o kadar yasaktı. Ben o yasağı çiğniyordum işte. Koğuşlar tamamen sessizliğe bürününceye, herkesin uyuduğundan emin oluncaya kadar sarkık bıyıklı nöbetçi öğretmenler ellerindeki demirden cetvelleri bir cop gibi sallaya sallaya dolaşırlardı koridorda. Çoğu zaman el ayak çekilip mutlak sessizlik hükmünü kurduğunda, ağzımdan çıkıp koğuşun kapalı kapısın altından sızarak koridora, oradan da nöbetçi öğretmenin kulaklarına ulaşan Kürtçe kelimeler çoğu zaman bana katlanılması zor birer işkence aleti olarak geri dönerlerdi. Nöbetçi öğretmen, muhtemelen kulağına gelen bilmediği bir dilin kelimelerinin peşine düşer, mırıltının geldiği koğuşu tespit eder, çoğu zaman hışımla kapıyı açardı. Kapı açılır açılmaz, masalın en heyecanlı yerinde; sözü, keskin bir bıçak, ağzımdan çıkmadan ikiye ayırmış gibi keser, kirli battaniyeyi yüzüme çeker, tir tir titremeye başlardım altında. Çünkü başıma gelecekleri daha önceden biliyordum. Kapıda “konuşan kim?” diye kükreyince öğretmen, o sırada anlattığım masal kahramanlarının imdadıma yetişip, mesela bir devin elini uzatıp öğretmeni belinden kavrayıp uzaklardaki Sümbül dağının tepesine fırlatmasını isterdim. Kimse beni gammazlamayınca da koğuşu sıra dayağından geçirmekle tehdit eder, işte tam o sırada kirli battaniyenin altından korkarak başımı çıkarır, ranzadan aşağı atlar, hazrolda durup “ben konuşuyordum öğretmenim” derdim titreyerek. “Ne konuşuyordun?” sorusunun cevabı her zaman “masal anlatıyordum”du; belki masal anlatmak o kadar büyük bir suç değildi ama o masalı Kürtçe anlatmak, işte o büyük suçtu, büyük suçun cezası da büyüktü. Cılız, dokunsan kırılacak gibi duran kolumdan tutar, belinden bir kelepçe çıkarır, beni ranzanın gri demirine kelepçeler, patiska bezinden kısa şort gibi duran tumanımın örtmediği bir o kadar cılız, zayıf baldırlarıma elindeki demir cetvelle vurmaya başlardı. Çığlıklarıma ne gündüz cenklerini okuduğum Hazreti Ali ne Zaloğlu Rüstem ne de sihirli lambasıyla Alaaddin gelirdi.

İşte tam o sırada alimin sözünü ettiği “gerçek vatanım” benden uzaklaşır, “ayağımı bastığım tek toprak” altımdan kayar, “başımı sokmaya çalıştığım sığınak”, özene bezene yaptığım “ev” bir zelzeleye maruz kalmış gibi mahşeri bir gürültüyle başıma yıkılır, salavat getirmeye fırsat bulamadan, ana dilimin kelimelerinden oluşan o moloz yığının, o büyük enkazın altında soluksuz kalırdım.

O mektepte kaldığım süre boyunca, o yıkıntının üzerinden gelen “Orada kimse var mı?” diyen bir ses işitmedim o cehennemde.

*

Michel Foucault, İsveç’e gidip, az bildiği İsveççe, az bildiği İngilizceyle konuşmanın kendini ifade etmede yetersiz kalıp, anadilinin “insanın ayağını bastığı tek vatanı”, “başını soktuğu tek evi” olduğunu, insanın yalnızca o vatanda kendini vatandaş, o evde kendini ev sahibi hissettiğini anlayıp; karşısına çıkan yeni dillerle kendini yarım yamalak, eksik gedik ifade etmektense, gurbette, yer’siz bir yerde ana dilini canlandırmanın, kendi kendisinin efendisi olmanın, kıyısını bucağını bileceği bir ev inşa etmenin tek yolunun, kendi dilinde yazmak olduğunu anladığında başlamış anadili Fransızcayla kitaplarını yazmaya. Yabancı bir yerde, yurtsuz bir gurbette, yarım yamalak konuşmaktansa, bildiği türküyü yazarak söylemeye karar vermiş alim böylece. Bu durum, onda yazma iştahını büyüttükçe büyütmüş. Devamında diyor ki, “Bu deneyime kadar yazı benim için pek ciddi bir şey değildi. Hatta tam anlamıyla hafif bir şeydi. Hava cıvaydı.” Birbiri ardına “Hapishanenin Tarihi”, “Deliliğin Tarihi”, “Kendini Bilmek”, “Söylem ve Hakikat”, “Özne ve İktidar” gibi kitaplarının yer aldığı o anıtsal eserlerini anadiliyle yazmaya başladıkça doktor; bir süre sonra “neşteri kaleme dönüştürdüğünü” anlamış, yazma serüvenini şu sözlerle bağlar:

“…beden üzerindeki neşter yarasının yerine kâğıt üstündeki grafitiyi, neşter yarasının silinmezliğinin yerine yazının silinebilir, karalanabilir işaretini geçirmişim. Belki daha da ileri gitmem gerek. Kâğıt yaprağı benim için başkalarının bedenidir belki.” (Michel Foucault, “Güzel Tehlike”, Söyleşi: Claude Bonnefoy, Çeviren: Savaş Kılıç, Metis Yayınları, s.29-33)

*

Bende böyle olmadı ama. Anadilimde yazarak Türkçeden vazgeçmedim. (O sırada anadilimin alfabesini bilmiyordum, ilkokula başladığım yıl 12 Mart darbesiyle hapishaneye düşmüş benden iki kuşak öncesinin münevverleri yazmamıştı henüz Kürtçe alfabeyi… Bir savcılık iddianamesinden o alfabeyi öğrenmem, ortaokul yıllarıma rastlar benim de.) Kürtçe masal anlatıyorum diye beni gri demirli ranzaya bağlayıp işkence eden sarkık bıyıklı faşist öğretmenlerden alacağım en güzel intikam, onların dilini onlardan daha iyi öğrenmekten geçer dedim kendime.

Bugün anadilim Kürtçe başım her sıkıştığında kaçıp saklandığım evimdir benim. “Esas dilim” Türkçe ise, hayata atıldığım günden beri ekmek parası oldu bana. Biri ruhumu besledi; öteki şükrettiğim bir cömertlikle karnımı doyurdu hayata atıldığım günden bugüne. Minnettarım ikisine de...

QOSHE - Dilsizlerin "Sığınma Evi" - Muhsin Kızılkaya
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Dilsizlerin "Sığınma Evi"

67 3
06.03.2024

Düşünce tarihçisi, alim Michel Foucault, kendisiyle yapılan uzun bir mülakatın kitabı olan “Güzel Tehlike”de (Metis Yayınları) yazma zevkini keşfedebilmesi için anadilinden uzaklaşarak yurt dışına çıkması gerektiğinden bahseder. Ülkesi Fransa’dan İsveç’e gider, orada önünde iki seçenek belirir; ya çok az bildiği İsveççeyle ya da konuşmakta zorlandığı İngilizceyle konuşacaktı. İkisini de beceremeyince anadilinden uzak bir yerde bulunması onda yazma isteği uyandırır. Ona göre yazma zevki ile konuşma imkânı arasında bir tür uyuşmazlık vardır. Der ki, “Konuşmanın artık mümkün olmadığı noktada yazmanın gizli, zorlu, biraz da tehlikeli tılsımını keşfederiz.”

Bu sözleri okuyunca, kendi yazma serüvenime gitti aklım. Üç yıl arkadan gelerek, akranlarıma göre yaşı biraz daha geçkin bir çocuk olarak, anadilim Kürtçenin dünyasından alınıp bir yatılı mektepte, hiç bilmediğim bir yabancı dilin, Türkçenin dünyasına götürülüp bırakıldığım andan bugüne geçen tam elli yıllık zaman zarfında ikinci dilim olan Türkçeyle sürdürdüğüm serüvenimi düşünmeye başladım alimden ilhamla.

Yatılı mektepte ilk birkaç ay dilsiz kaldım. Anadilim yasak, yeni dili de öğrenmemiştim daha. Öğrendiklerimi de kullanmaktan korkuyordum. Zira yeni dili tam öğrenmeden onu kullanmaya başladığımızda yapacağımız her hata, bir kelimeyi yanlış söylemek, bir cümleyi yanlış kurmak, bir deyişi yanlış telaffuz etmek başına iş açabilir; öğretmenlerinden işiteceğin azar bir yana, o dili senden daha iyi bilen arkadaşlarının alaylarına maruz kalırsın ki bu feci durum seni tamamen lâl yapıp, yeni dilin dünyasından tamamen uzaklaştırabilir de. Bunun birçok örneğini her gün yaşıyorduk o okulda. Mesela bir arkadaşımızın defterini başka bir arkadaşımız yırtmıştı. Mağdur olan, suçluyu öğretmene şikâyet ederken, “Öğretmenim, bu çocuk defterimi dirand” demişti, “dirandin” Kürtçede “yırtmak” demekti, Türkçesini bilmediği için “dirand” demişti de okul hayatı boyunca o çocuğun adı “defter dirand” olarak kaldı.

Foucault şöyle devam eder serüvenini anlatmaya:

“Bu dilleri (İsveççe, İngilizce) bilmemem haftalarca, aylarca, hatta yıllarca asıl söylemek istediğimi söylemekten alıkoydu beni. Söylemek istediklerimin ağzımdan çıkar çıkmaz gözümün önünde kılık değiştirdiğini, basitleştiğini, adeta küçük, komik kuklalara dönüştüğünü görüyordum.”

Okula gitmeden önce; bir masal anlatıcısı (çîrokbêj) olan dayımdan yıllarca duyup ezberlediğim bir yığın masal vardı belleğimde. Yeni dilimin yeni ortamına bırakıldığımda, kendimi ifade edebilmek zorunda olduğum yeni öğrendiğim o birkaç kelime Türkçenin kurumuş dere yatağı nerede; o masallarda karşıma çıkan anadilimin şimdi hafızamın yatağında durmadan akan o kelimelerden müteşekkil coşkun nehri nerede? Nehir akıp gidiyordu ve ben ona sadece bakmakla yetiniyordum. Yeni bir ödev vardı önümde; yeni dilimi çok çabuk öğrenecek, kısa sürede anadilimin çağlayanına benzer, akan kelimelerden oluşacak yeni bir dünya kuracaktım kendime. Aksi takdirde dilsiz kalacaktım.

Foucault anlatmaya devam eder:

“Kendi dilimi kullanma olanaksızlığı içinde bulunurken, dilimin bir yoğunluğu, bir kıvamı olduğunu, soluduğumuz hava gibi olmadığını, duyumsanamaz bir saydamlık falan olmadığını, aksine kendi yasaları, kendi kestirme yolları, dehlizleri, çizgileri, yokuşları, yamaçları, girinti çıkıntıları, kısacası bir fizyonomisi olduğunu, bir peyzaj oluşturduğunu ve bu peyzajda kelimelerle cümleler etrafında dolaşılabileceğini, özetle önceden görmediğim bir bakış açıları olduğunu fark ettim.”

Benim bunun farkına varmam imkansızdı o zaman. Alim, içinde bulunduğu durumun izahını güçlü kelimelerle yapıyor, muhtemelen ben de benzer bir hissiyat içindeydim ama benim muhayyilemde oluşan şey çok daha basit bir şey olsa gerekti. Anadilimin “fizyonomisinden” çok, beni çeken şey ona duyduğum “özlemdi” galiba. Ailemden kopmuş olmak dilimden de koparmıştı beni. Arkadaşlarımla da onu doyasıya konuşamıyordum, çünkü kendi aramızda bile olsa Kürtçe konuşmak yasaktı. Bu yasağı delmek için ya okulun kuytu bir köşesine gitmek ya da yatakhanelere........

© Habertürk


Get it on Google Play