Bundan iki bin yirmi dört sene evvel de dünya aynı dünyaydı. Güneş aynı güneşti; doğudan doğuyor, batıdan batıyordu. Su aynı suydu, akmakta olan akıyor, dalgalanan dalgalanıyor, çalkalanan çalkalanıyor, duran duruyordu. Ot aynı ottu; baharda yeşeriyor, yazın kuruyor, sonbaharda yavaş yavaş yok oluyordu. Ağaçlar aynı ağaçtı; baharda tomurcuk açıyor, sonra yapraklanıyor, ardından da yaprak döküp karda kışta üryan kalıyordu. Gece olunca gökyüzünde ay ve yıldızlar beliriyordu. Arada bir, bir yıldızın canı sıkılırsa eğer akarak yer değiştiriyordu. Ama samanyolunun güzergahı o zaman da aynıydı. Büyük ayı küçük ayıya bakıp o zaman da ona hırlamıyordu şimdi de. Canı istediği zaman rüzgâr esiyordu. Fırtınalar kopuyordu denizlerde, kar yağıyordu, yağmur iniyordu gökyüzünden. Denizler o zaman da balıkların yurduydu, sular insanlar arasında bölüşülmemişti, kuşlar aynı kanatlarla süzülüyordu gökyüzünde, aynı zamanda bir yerden bir yere göç ediyor, aynı zamanda geldikleri yere geri dönüyorlardı. Yırtıcı hayvanlar yırtıcıydı, evcil olan evcildi, eti yenen yeniyor, yenmeyen kolay kolay avlanmıyordu. Doğa aynı doğaydı, değişen hiçbir şey yoktu. Sadece bizim, yani insan icadı, bugün hepimizin kanıksadığı, onlar olmazsa hayatımızın tamamen felce uğrayacağı sandığımız icatlar yoktu. Uçak yoktu, tren yoktu, tünel yoktu, top yoktu, tüfek yoktu, zehirli gaz yoktu, beton yoktu, röntgen yoktu, antibiyotik yoktu, telefon yoktu, bilgisayar yoktu, televizyon yoktu, motor yoktu, matbaa yoktu, gazete yoktu, gök vardı ama gökdelen yoktu, bizi doğadaki diğer canlılardan üstün kılan çok az araç vardı elimizde; okumuz vardı, yayımız vardı, kargımız vardı, baltamız vardı, mızrağımız vardı, gürzümüz vardı, kalkanımız vardı; bu yüzden de düşmanla karşı karşıya geldiğimizde eşit şartlarda mertçe çarpışıyorduk.

Her yer yine biz insanlarındı. İnsanın olduğu yerde de hırsızlık, düzenbazlık, üçkağıtçılık, kaçakçılık, haksızlık, cinayet, eğlence, kerhane, kumarhane, meyhane, keşhane, çilehane, hapishane, batakhaneler de var. O çağda da vardı, şimdi de var. Sadece mekanların biçimi, konforu değişti o kadar. Yoksa ahlak aynı ahlak. Çünkü insan aynı insandı… Zengin yine zengin, fakir yine fakirdi.

O zaman da insan yarın yarın deyip, geçmişine özlem duyuyordu. Geçmişini özleyip yarına dair hayal kuruyordu. Yarın diye bir şeyin olmadığını biliyordu ama hayatı kendine zehir etmemek için yarına dair olan inancını elden bırakmıyordu.

Bilmediğini merak ediyor, elde ettiğinden çabuk bıkıyordu. Bugün olduğu gibi o zaman da bulduğuyla yetinmiyordu.

*

Bazılarımız çok yakın zamana kadar, mesela benim çocukluğumda olduğu gibi dağlar arasında saklanmış, derin bir yarın dibinde, yeşillikler içinde, ortasında süt beyazı bir ırmak akan yerlerde yaşıyorduk. Araba yolu ulaşmamıştı oraya, dolayısıyla tekerlek denilen şeyi, icat edileli binlerce yıl olduğu halde henüz görmemiştik. Doktor, şırınga, penisilin olmadığı için tehlikeli hastalıklara yakalananlarımız çabuk ölüyordu. Ölüm Allah’ın emri olduğu için arkalarından çok uzun süre matem tutup kendimizi harap etmiyorduk. Kalanlarla tutunmaya çalışıyorduk kara toprağa, ağacın dalına, annelerimizin serçe parmağına… Sonsuz hayal kurma hakkımız vardı ama kurulan hiçbir hayal daha güzel bir hayata dair değildi. Bundan daha güzel bir hayat nasıl olabilirdi ki? Bizden daha iyi şartlarda yaşayanlar neden bizden daha mutlu olsunlardı ki? Mesela kış aylarından bir ay, düğün ayı olduğu için o ay boyunca sadece eğleniyorduk. O sene köyde kaç delikanlı ve genç kız evlenecekse hepsinin düğünü arka arkaya eklenir, şubat ayı boyunca kimse çalışmaz, şarkı türkü eşliğinde dans etmekten başka bir şey yapmazdık.

Gördüğümüz tek yabancı alet, arada bir köyün göğünde beliren, arkasından dumandan beyaz bir şerit bırakarak uçup giden tayyarelerdi; onların adı o zamanlar yasak olduğunu bilmediğimiz dilimizde “Allah’ın demirden eşekleri”ydi. Arada bir Allah o “eşekleri” gökyüzüne salıyor, onlar da semada yer kalmamış gibi ille de üzerimizden uçup gidiyorlardı.

Ha bir de köye jandarmalar geliyordu. Köyün erkekleri saklanıyordu çünkü jandarma onlara katır muamelesi yapıyordu, üstelik dillerini de bilmiyorlardı. Sonra yılda bir kez, oynak bir Akdeniz, kederli bir Erzurum türküsü getiriyordu bir öğretmen köye… Bir de kelle vergisini toplamaya tahsildarlar geliyordu tiril tiril kıyafetleriyle.

“Çok uzakta başka bir yer var, o yerde daha mutlu bir hayat var” deselerdi, yaşadığımız o cenneti terk edip oraya gider miydik sahiden? Bu soruyu o zaman sorsalardı, “bizim mezarlığımız burada, başka yere gider miyiz hiç” cevabı çıkardı herkesin ağzından, eminim buna. (Çok sonra yirminci asrın bitimine doğru günün birinde devlet görevlileri bütün köylülerin kapılarını teker teker çaldı, “Teröristler barınıyor burada, çabuk köyü boşaltın” dediler, “Nereye gidelim?” diye sordular, “Şehre!” dediler.)

*

“Şehre gitmek” deyince aklıma çok eskiden okuduğum ama okuduğum günden beri aklımdan hiç çıkmayan bir Çehov hikayesi geldi. Madem bugün Pazar, çoğu kişinin kısa bir hikâye okuyacak kadar zamanı var, bana da hikâyeyi özetlemek düştü. Sanırım hikâyeye bilerek “Adsız Hikâye” adını koymuş Çehov denilen hınzır yazar.

Beşinci asırda geçiyor hikâye… Bir dağ başında, bizim oralarda bir kayanın duldasına kazınmış “Dêra Mar Adişo” dedikleri Nasturi manastırına benzer bir manastırda... Solgun benizli, gözleri çukura kaçmış, manastırda yaşayan diğer keşiş kardeşlerinden başka hiçbir insanla karşılaşmamış, hayatlarında hiç kadın görmemiş, hayatı yaşadıkları şey sanan, yiyecekleri kıt, nefisleri küçük keşişlerin hikayesi… Buraya nasıl gelmişler, kim getirmiş, dertleri ne, anlatmıyor bize hikâyeci.

Hayatları o kadar tekdüzedir ki keşişlerin, arada bir manastırdan biraz uzaklaşan birisi olursa eğer, getirdiği tek haber, yoluna çıkan bir yırtıcı hayvan haberi olurdu. Bunun dışında yaşadıkları her gün önceki güne, uykuya yattıkları her gece bir önceki geceye benzerdi.

Tek işleri vardı keşişlerin; sadece Tanrıya dua edip ondan merhamet beklemek… Başkeşiş ise hepsinden farklıydı, onun meziyetleri vardı, şiir yazabiliyordu bir de org çalıp şarkı besteleyebiliyordu… Şiir yazar, yazdıklarını besteler, müzik aletini önüne alır, etrafında toplanmış olan keşişlere müzik eşliğinde onları okuyordu. Ak sakallarıyla diğerlerinden ayrılıyordu. Müzik aletini eline aldığında aniden canlanıyor, adeta bülbül kesiliyordu alet. Parmakları orgun üzerinde gezinmeye başlayınca, incir gibi yaşlanmış, kulakları sağır olmuş ihtiyar keşişler bile daldıkları derin düşüncelerden hemen uyanıyor, sevinçle ona bakıyorlardı. Başkeşiş müzik eşliğinde doğanın hangi meziyetinden bahsediyorsa, otlara mı, rüzgâra mı, çağlayana mı methiye diziyor fark etmez, ya keşişlerin yüzlerine tatlı bir gülümseme yayılıyor ya da yanaklarından gözyaşı süzülüyordu. Orgdan çıkan her nağme, gönül tellerini de titretiyordu çünkü. Şiirinden her mısra, ezgisinden her nota keşişlerin kanatlanmalarına yetiyor, bu ihtiyar adamın yarattığı tılsım, manastırın her yerine anında o kadar çabuk yayılıyordu ki olur da içlerinden birisine “kendini bu yardan at” dese, gözünü kırpmadan atlayacak kadar mest ediyordu hepsini.

Keşişleri hayata bağlayan tek şey başkeşişin sesi, müziği ve şiiriydi. Onun kelamıyla neşeleniyor, kederleniyor veya ağlıyorlardı. Bazen tekdüze hayatları, mevsimlerin değişiminin rutin durumu, rüzgârın aynı şekilde esmesi, suyun aynı sesi çıkarması, ağaç yapraklarının rüzgârda çıkardıkları o alışılmış hışırtı onları canından bezdiriyor, içlerine bir keder oturuyor, eleme gark oluyorlardı. İşte böylesi zamanlarda da tek kurtarıcıları yine başkeşişin müziği ve şiiri oluyordu.

Bu hayat yıllarca böyle sürmüş gitmiş. Gece aynı gece, gündüz aynı gündüz… Dağ başındaki manastıra gelen yok, giden yok, böyle bir yerin varlığından kimsenin haberi yok. Sadece arada bir mabedin kapısına yaban domuzları doluşuyor, hayvanlar uzun uzun manastırı seyrediyor, sıkılınca da çekip gidiyorlardı.

Manastırı en yakın yerleşim yerinden, kumlarında yumurta pişen kızgın bir çöl ayırıyordu. Olur da birisi bu manastırı merak edip bulmak için yola çıksa, fersah fersah süren bir çöl yolculuğunu göze almak zorundaydı.

Gecelerden bir gece, gökyüzünde ay bakır bir sini gibi dururken, manastırın dış kapısı kuvvetli bir el tarafından vurulur. Sesi duyan keşişler taş kesilirler. Kendilerini bildi bileli bu kapıyı kendilerinden başka hiçbir Ademoğlu çalmamıştır çünkü.

Gelen yabancı, av peşinde koşarken yolunu şaşırmış bir avcıydı. Uzak bir şehirde yaşıyordu. Yaşamayı seven, günahkarın tekiydi. İçeri ayak basar basmaz başkeşişin dua eşliğinde onu kutsaması yerine şarap ve yemek ister keşişlerden. İsteklerini yerine getirirler, arkasında da kendileri gibi keşiş olup ruhunu kurtarmasını isterler ondan ama o oralı bile olmaz, “ben size yoldaş olamam” der sadece onlara. Karnını doyurup şarapla iyice sarhoş olunca, başlar etrafında toplanmış olan keşişleri azarlamaya.

“Siz burada ne yapıyorsunuz” der onlara. “Sizler burada dünyadan bihaber güzel güzel yaşarken, dışarıda din kardeşleriniz kırılıyor. Bir kısmı açlıktan ölürken, bir kısmı da malını mülkünü nereye saklayacağını, biriktirdikleri parayı nereye harcayacaklarını düşünerek kahrından ölüyor. Ne inanç kalmış insanlarda ne de akıl. Peki onları kim koruyacak, doğru yolu onlara kim gösterecek? Benim gibi bir ayyaş mı? Ne güne duruyorsunuz, Tanrı, burada miskin miskin oturasınız mı diye dingin bir ruh, seven bir kalp verdi size? Haydi söyleyin bana.”

Şehirden gelmiş tuhaf yabancının söyledikleri onlara küstahça gelse de başkeşiş etkilenir sözlerinden. Yabancı konuşmasını bitirince, başkeşiş diğer keşişlere döner:

“Kardeşlerim, adam doğru söylüyor. Dışarıdaki din kardeşlerimiz zaaflarından günah işleyip duruyorlar. Biz de kılımızı kıpırdatmıyoruz. Ben en iyisi gidip onları İsa yoluna döndürmeye çalışayım.”

Ertesi gün dediğini yapar, bastonunu alır, manastırdaki keşişleri o tılsımlı müziğinden, muhteşem şiirlerinden bir süreliğine mahrum bırakarak şehre doğru yola çıkar.

Onun yokluğunda geçen üç ay keşişler için azap olur, üç ayın sonunda nihayet başkeşişin baston tıkırtıları manastırın kapısında duyulur. Sevinçten havalara uçan keşişler hemen etrafını sararlar, gördüklerini anlatmasını isterler ama o adeta taş kesilmiş bir halde, konuşmaz, anlatmaz, yüzünde keder dolu bir ifadeyle sadece ağlar, o kadar. Keşişler de ağlamasına katılır, sonra başkeşiş hücresine kapanır, yemeden içmeden, sadece org çalarak yedi gün yedi gece dışarı çıkmaz.

Yedinci günün sonunda hücreden dışarı çıkar. Keşişler hemen etrafını sarar, o da anlatmaya başlar. Yolculuğu mükemmel başlamış, kuş sesleri arasında, çayır çimenlerde hoplaya zıplaya yol almış. Sıra şehre girişini anlatmaya gelince, işte o anda sesine bir hüzün çöker, yüzüne bir öfke oturur. Şehirde ilk gördüğü şey korkunçmuş. İlk defa o anda şeytanın bu kadar güçlü, insanların bu kadar zayıf, zavallı birer yaratık olduğunu anlamış, şaşırıp kalmış. Bahtsızlığına bakın ki ilk karşısına çıkan ev, bir genelevmiş. İçerde parası bol elli kadar adam varmış. Ölçüsüzce yiyip eğleniyorlarmış. İyice sarhoş olduktan sonra hepsinin ağzından günahkarca sözler dökülmüş. Ne tanrıdan ne de ölümden korkuyorlarmış. Tek dertleri o anki eğlenceymiş. Şehvet hepsini esir almış, canları ne istiyorsa onu yapıyorlarmış. Ortada bir masa varmış, masanın üzerinde de bir kadın… Kadındaki güzelliği tasavvur etmek ne mümkün; uzun saçlı, kara gözlü, kara kaşlı, etli dudaklı, esmer tenli, beyaz dişli kadın hepsine şuh gülücükler saçıyor, üstündeki ipekli giysileri bir bir atıyor, ona her gülümseyen, tatlı bir öpücük gönderen sarhoşlara teslim oluyor, her istediklerini yapıyormuş.

Yaşlı keşiş o günah evinde gördüklerini, o iffetsiz kadını bırakıp şehirde şahit olduğu at yarışlarını, boğa güreşlerini, tiyatroları, çıplak kadın resimlerinin çizildiği, çamurdan heykellerin yapıldığı sanatçı atölyelerinden bahsetmeye başlamış. Kendinden geçmiş bir halde, orgun görünmez tellerine vururcasına öyle coşkulu, öyle ballandıra ballandıra anlatmaya devam ederken, onu dinleyen diğer keşişler çoktan kendinden geçmiş, gözleri, kulakları açık, heyecandan solukları kesilmiş bir halde mest olmuşlar. Başkeşiş gördüğü bütün o iğrençlikleri, haramın güzelliğini, şeytanın insanı yoldan çıkarmaktaki maharetini, çıplak kadın bedeninin büyüleyiciliğini uzun uzun anlattıktan sonra, iblisi lanetleyerek, tanrının onları bu günahtan korumasını dileyerek yorgun bir halde hücresine çekilir, kapıyı sıkıca kapatarak, içinin dökmenin rahatlığıyla uykuya dalar.

Ertesi gün iyi bir uyku uyumuş olmanın rahatlığıyla uyanır, hücresinin kapısını açar, çıkar dışarı; manastır bomboştur, ondan başka hiç kimse yoktur koca binada. Keşişlerin tümü, geceden itibaren, şehre gitmek üzere manastırı terk edip gitmişler.

*

Beşinci asırda da güneş aynı güneşti. O zaman da sabahları otlara çiğ düşüyor, toprak uyanıyor, hava mahlukatın çıkardığı çeşitli seslerle doluyor, geceleri bütün bu sesler kesilip derin bir karanlık içinde her şey sessizliğe gömülüyordu. O asırda da gün güne, gece geceye benzerdi. O zaman da insan insana, hayvan hayvana benzerdi.

QOSHE - Firari keşişler! - Muhsin Kızılkaya
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Firari keşişler!

116 1
25.02.2024

Bundan iki bin yirmi dört sene evvel de dünya aynı dünyaydı. Güneş aynı güneşti; doğudan doğuyor, batıdan batıyordu. Su aynı suydu, akmakta olan akıyor, dalgalanan dalgalanıyor, çalkalanan çalkalanıyor, duran duruyordu. Ot aynı ottu; baharda yeşeriyor, yazın kuruyor, sonbaharda yavaş yavaş yok oluyordu. Ağaçlar aynı ağaçtı; baharda tomurcuk açıyor, sonra yapraklanıyor, ardından da yaprak döküp karda kışta üryan kalıyordu. Gece olunca gökyüzünde ay ve yıldızlar beliriyordu. Arada bir, bir yıldızın canı sıkılırsa eğer akarak yer değiştiriyordu. Ama samanyolunun güzergahı o zaman da aynıydı. Büyük ayı küçük ayıya bakıp o zaman da ona hırlamıyordu şimdi de. Canı istediği zaman rüzgâr esiyordu. Fırtınalar kopuyordu denizlerde, kar yağıyordu, yağmur iniyordu gökyüzünden. Denizler o zaman da balıkların yurduydu, sular insanlar arasında bölüşülmemişti, kuşlar aynı kanatlarla süzülüyordu gökyüzünde, aynı zamanda bir yerden bir yere göç ediyor, aynı zamanda geldikleri yere geri dönüyorlardı. Yırtıcı hayvanlar yırtıcıydı, evcil olan evcildi, eti yenen yeniyor, yenmeyen kolay kolay avlanmıyordu. Doğa aynı doğaydı, değişen hiçbir şey yoktu. Sadece bizim, yani insan icadı, bugün hepimizin kanıksadığı, onlar olmazsa hayatımızın tamamen felce uğrayacağı sandığımız icatlar yoktu. Uçak yoktu, tren yoktu, tünel yoktu, top yoktu, tüfek yoktu, zehirli gaz yoktu, beton yoktu, röntgen yoktu, antibiyotik yoktu, telefon yoktu, bilgisayar yoktu, televizyon yoktu, motor yoktu, matbaa yoktu, gazete yoktu, gök vardı ama gökdelen yoktu, bizi doğadaki diğer canlılardan üstün kılan çok az araç vardı elimizde; okumuz vardı, yayımız vardı, kargımız vardı, baltamız vardı, mızrağımız vardı, gürzümüz vardı, kalkanımız vardı; bu yüzden de düşmanla karşı karşıya geldiğimizde eşit şartlarda mertçe çarpışıyorduk.

Her yer yine biz insanlarındı. İnsanın olduğu yerde de hırsızlık, düzenbazlık, üçkağıtçılık, kaçakçılık, haksızlık, cinayet, eğlence, kerhane, kumarhane, meyhane, keşhane, çilehane, hapishane, batakhaneler de var. O çağda da vardı, şimdi de var. Sadece mekanların biçimi, konforu değişti o kadar. Yoksa ahlak aynı ahlak. Çünkü insan aynı insandı… Zengin yine zengin, fakir yine fakirdi.

O zaman da insan yarın yarın deyip, geçmişine özlem duyuyordu. Geçmişini özleyip yarına dair hayal kuruyordu. Yarın diye bir şeyin olmadığını biliyordu ama hayatı kendine zehir etmemek için yarına dair olan inancını elden bırakmıyordu.

Bilmediğini merak ediyor, elde ettiğinden çabuk bıkıyordu. Bugün olduğu gibi o zaman da bulduğuyla yetinmiyordu.

Bazılarımız çok yakın zamana kadar, mesela benim çocukluğumda olduğu gibi dağlar arasında saklanmış, derin bir yarın dibinde, yeşillikler içinde, ortasında süt beyazı bir ırmak akan yerlerde yaşıyorduk. Araba yolu ulaşmamıştı oraya, dolayısıyla tekerlek denilen şeyi, icat edileli binlerce yıl olduğu halde henüz görmemiştik. Doktor, şırınga, penisilin olmadığı için tehlikeli hastalıklara yakalananlarımız çabuk ölüyordu. Ölüm Allah’ın emri olduğu için arkalarından çok uzun süre matem tutup kendimizi harap etmiyorduk. Kalanlarla tutunmaya çalışıyorduk kara toprağa, ağacın dalına, annelerimizin serçe parmağına… Sonsuz hayal kurma hakkımız vardı ama kurulan hiçbir hayal daha güzel bir hayata dair değildi. Bundan daha güzel bir hayat nasıl olabilirdi ki? Bizden daha iyi şartlarda yaşayanlar neden bizden daha mutlu olsunlardı ki? Mesela kış aylarından bir ay, düğün ayı olduğu için o ay boyunca sadece eğleniyorduk. O sene köyde kaç delikanlı ve genç kız evlenecekse hepsinin düğünü arka arkaya eklenir, şubat ayı boyunca kimse çalışmaz, şarkı türkü eşliğinde dans etmekten başka bir şey yapmazdık.

Gördüğümüz tek yabancı alet, arada bir köyün göğünde beliren, arkasından dumandan beyaz bir şerit bırakarak uçup giden tayyarelerdi; onların adı o zamanlar yasak olduğunu bilmediğimiz dilimizde “Allah’ın demirden eşekleri”ydi. Arada bir Allah o “eşekleri” gökyüzüne salıyor, onlar da semada yer kalmamış gibi ille de üzerimizden uçup gidiyorlardı.

Ha bir de köye jandarmalar geliyordu. Köyün erkekleri saklanıyordu çünkü jandarma onlara katır muamelesi yapıyordu, üstelik dillerini de bilmiyorlardı. Sonra yılda bir kez, oynak bir Akdeniz, kederli bir Erzurum türküsü getiriyordu bir öğretmen köye… Bir de kelle vergisini toplamaya tahsildarlar geliyordu tiril tiril kıyafetleriyle.

“Çok uzakta başka bir yer var, o yerde daha mutlu bir hayat var”........

© Habertürk


Get it on Google Play