Halil İnalcık, İlber Ortaylı gibi baba tarihçiler, Hezarfen Ahmet Çelebi’nin 1632 yılında, kuvvetli bir lodosun estiği bir havada, kuş kanatlarına benzer bir alet takıp İstanbul Boğazı’nın üzerinden süzüle süzüle 3 bin 358 metre uçup Üsküdar’da, Doğancılar Meydanı’na konmasını; Erzurum soğuğunu anlatmak için, “gördüm, damdan dama atlayan kediler havada donmuştu” diyen, her şeyi abartarak anlatmaya bayılan seyyahların piri Evliya Çelebi’nin “uydurması bir efsaneden” başka bir şey olmadığını söylerler.

Bizim tarihçilerimiz, Evliya Çelebi’nin kuyuya attığı taşı yıllardan beri çıkarmaya uğraşadursun; ondan yüz elli sene sonra 1783 yılında Etienne Montgolfier nam kefere bir balon inşa etti; girdi balona, yanına bir ördek, bir horoz ve bir koyun aldı, havalandı, Fransa kraliyet sarayı Versailles üzerinde sekiz dakika uçtu ve sağ salim indi yere. Bu herife özenen Xavier de Maistre -ki edebiyat tarihinin en tuhaf seyahatnamesi olarak kabul edilen “Odamda Seyahat” adlı seyahatnamenin yazarıdır- ile bir arkadaşı, kağıttan ve telden bir çift devasa kanat inşa edip, Fransa’dan Amerika’ya uçmayı planlıyorlardı. Bu hadiseyi “Seyahat Sanatı” (Sel Yayıncılık) kitabında anlatan Alain de Botton, daha o tarihlerde uçak denilen bir seyahat aracının hayatımıza gireceğini hayal eden De Maistre’in Amerika’ya uçamadığını, onun yerine iki yıl sonra bir sıcak hava balonunda kendine bir yer bulduğunu, alet çam ormanlarına çakılana kadar Chambéry üzerinde bir süre uçtuğunu söyler.

De Maistre baktı uçarak Amerika’ya gitmek öyle sandığı gibi kolay değil, 1790’da aklına daha uçuk bir fikir geldi. Madem şartlar uçarak uzak bir yerlere gitmesine engel, o halde o da hiç de uzak olmayan bir yere seyahat edecekti; üstelik hiçbir zahmete katlanmadan... Oturduğu apartmanın en üst katındaki evinde, yatak odasında seyahate çıktı. Çıktığı seyahati de “Odamda Seyahat” (Sel Yayıncılık) kitabında ayrıntılı bir şekilde anlattı.

*

De Maistre’ın yatak odasında çıktığı seyahatten kırk beş yıl sonra Dr. Asahel Grant adlı bir misyoner, 11 Mayıs 1835 günü memleketim Hakkari’ye gitmek üzere Boston’dan İzmir’e hareket eden bir gemiye bindi. Doktor Grant’ın Hakkari’de ne işi vardı, o tarihlerde Amerika’da yaşayan bir tıp doktorunun dağlar arasında gizlenmiş bu yerden nasıl haberi olmuştu, henüz Osmanlı devletinin ulaşamadığı bu kayıp şehre, ta Boston’dan kalkan bir adam niye gitmek istiyordu? Bu soruların cevaplarına gelmeden önce, Dr. Grant’tan sekiz sene sonra, 1 Ocak 1843’te, yani Grant’ın çoktan Hakkari’ye varıp Aşûtê köyünde, yüksek bir tepenin üzerinde kesme taşlarla devasa bir misyoner okulunun inşaatına başladığı sene; Yahya Kemal ölürken başucunda bir kitabı açık duran, Ahmet Hamdi’nin; eserlerinde karşısına çıkan mistisizmi, kendi dünyasının bir yansıması olarak gördüğü romantizm akımının en güçlü yazarlarından Gerard de Nerval, Marsilya’dan hareket etmiş, Malta, Suriye, İskenderiye, Kahire rotasını takip ederek en sonunda İstanbul’a varmıştı. Grant Hakkari’deyken, Nerval İstanbul’daydı. Nerval’den beş sene sonra, “mutluluk deyince aklına doğu, doğu deyince aklına mutluluk gelen” “Madam Bovary”nin yazarı Gustave Flaubert de doğu seferine çıkmış, İstanbul’a gelip Galata’da bir otele yerleşmişti.

“Doğu despotizmi” birçok aydınlanma dönemi filozofunu; “Bin Bir Gece Masalları” da birçok romantik oryantalist yazarı buralara sürüklerken, misyonerlerin, bilim adamlarının, tüccarların, siyasetçilerin, arkeologların doğuya gelme amaçları farklıydı. Birçoğu için “doğu bir bilmeceydi”, o bilmeceyi çözmeye geliyor, birçoğu da “ışığın yükseldiği” yerdeki “ışığı” arıyor, bir kısmı hırsızlık yapmaya, birçoğu da oralara misyoner olarak gidip “kendi dinini” götürmeyi planlıyordu.

Kendini asker, Aleksandr Dumas’yı da kral sanıp, bir yerlere savaş açmak için ondan izin istemeye gidecek kadar “delirmiş” Nerval, bir seher vakti Paris’te kendini bir elektrik direğine asmadan önce, seyahat ettiği İstanbul’a dair “Doğu’da Seyahat” kitabında şunları yazmıştı:

“Ne garip bir kent Konstantinopolis! İhtişam ve sefalet, gözyaşları ve sevinç; başka yerlerdekinden çok daha fazla keyfi davranış, ama aynı zamanda da daha fazla özgürlük var burada; dört farklı halk birbirinden çok da nefret etmeden birlikte yaşıyorlar. Türkler, Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler, aynı toprağın evlatları olan bu insanlar, bizim çeşitli taşra halklarımızın ya da farklı taraftar gruplarının beceremediği gibi, birbirlerine çok daha fazla hoşgörü gösteriyorlar.” (Gerard de Nerval, Doğu’da Seyahat, YKY, s.553)

*

Grard de Nerval’in İstanbul’da şahit olduğu “aynı toprağın evladı” farklı milletlere, aynı tarihlerde Bostonlu Dr. Asahel Grant, memleketim Hakkari’de rastladı. Oraya varır varmaz, onu en çok şaşırtan şey, “kayıp bir boy” olan Nasturileri keşfetmek olmadı; bu “keşiften” çok onu şaşırtan asıl şey; dinleri ayrı, iki halkın Müslüman Kürtlerle Hıristiyan Nasturilerin, biri ötekinin tavuğuna kış demeden bin yıldan beri birbirleriyle sulh içinde yaşamaları mucizesiydi.

1964 yılında, Hakkari’ye yedek subay öğretmen olarak giden Ferit Edgü’nün, gider gitmez gördüğü yeri “eğer Kafka görseydi karabasanlarının konusu burası olurdu” dediği bu kayıp şehir; ondan 125 sene evvel buraya gelmiş olan Amerikalı misyonere de benzer bir hissiyat yaşatmış olmalı ki, o da burada yaşayanları başka bir gezegenin insanı sayıp, ora ahalisi de onu “yeni dünyadan gelmiş” birisi olarak gördüklerini anlatmıştı 26 Ekim 1839 tarihli günlüğünde:

“Uzaktan, yeni dünyadan gelen yabancı ziyaretçiyi görebilmek için küçük bir dürbünle penceresinden bakan patriği görebiliyordum. Onların coğrafya kavramlarında dünya okyanuslarla çevrili geniş bir ovaydı ve bu okyanusta suyu hareket ettirip durgun ve kokmuş olmaktan koruyan bir su canavarı; Leviathan vardı. O kadar kocamandı ki başıyla kuyruğunu yakalamaya çalıştığında dünyanın çevresinde dolanırdı. Canavarla karşılaşmam gereken okyanusu geçmiştim ve tabi bu, onlar için inanılmaz bir olaydı.” (Aktaran Esra Danacıoğlu Tamur, “Asahel Grant ve Nasturi Misyonu”, makale, Toplumsal Tarih Dergisi, sayı 226)

Müslüman Kürtler de onlardan pek farklı düşünmüyordu, onlara göre de dünya düzdü ve “gamasî” dedikleri yarı balık bir öküzün boynuzları üzerindeydi. Öküzün kulağına arada bir küçük bir sinek kaçınca da dünyada zelzele oluyordu.

*

Peki “okyanusu geçerek” gelmiş bu adam kimdi ve ne işi vardı o tarihlerde Hakkari’de?

Bağlı olduğu misyoner teşkilatı tarafından görevlendirilen Dr. Grant’ın yolculuğu 1839 yılının Nisan ayında Boston’da başlamıştı; Hakkari’nin şu anda merkeze bağlı, o azmanlar Nasturilerin ruhani lideri Patrik Marşemun’un ikamet ettiği Koçanis köyüne varması, tam tamına 7 ay sürmüştü. Daha önce İzmir’den İstanbul’a gitmiş, buradan gemiyle Trabzon’a ulaşmış, oradan da Erzurum üzerinden Urmiye’ye varmıştı. Urmiye’de “ova Nasturileriyle” haşır neşir olmuş, asıl aradığı yer ise “dağ Nasturilerinin” yaşadığı Hakkari’ydi. Ama orasının adı Hakkâri mi, orada yaşayanlar Nasturi mi, Yahudi mi kafasında tam net değildi. O “Yahudilerin on kayıp kabilesini” arıyordu. Bildiği tek şey, Musul vilayetinin kuzey mıntıkasında, dağlar arasında, derin koyakların dibinde bir “kayıp kavmin” varlığıydı, aradığı onlar olabilirdi, onlara ulaşırsa eğer “misyonunu” tamamlamış, menzile varmış olacaktı. Hastalıkların kol gezdiği bir dönemdi, Urmiye’deyken karısı ve iki çocuğu salgın hastalıktan ölmüş ama o aldığı misyonu tamamlamaya ahdetmişti, ailesinin ölümü bile onu amacından vazgeçiremezdi.

Zagrosları aşmak zordu. Kendine yeni bir güzergah belirledi. Çıktı yola; İran Urmiye’den Erzurum’a, oradan Diyarbekir, sonra Mardin’e vardı, Mardin’de bir isyana rastladı, iki ay Deyrulzafaran Manastırı’nda misafir kaldı, sonra yolcu yolunda gerek dedi, oradan Musul'a vardı, Musul’da gideceği yeri tarif etti mıntıkayı bilenlere, ona Hakkari yolunu gösterdiler, yola çıktı Erbil, Dihok, Amediye üzerinden Çukurca’ya vardı, oradan da “Colemêrg” denilen Hakkari merkezine, oradan da Patrik Marşemûn’un oturduğu Koçanis köyüne ulaştı. Ulaşır ulaşmaz da günlüğüne yukarıya aldığım notları yazdı.

Geçit vermez dağları aşmıştı. Yol vermez nehirleri geçmişti. Labirente benzer kanyonları geride bırakmıştı ve kendisinden önce buralara ayak basan bir Alman arkeologla bir seyyahtan sonra buralara ulaşan üçüncü “yabancı”ydı. Doktordu, yanında taşıyabildiği kadar tıbbi araç gereç vardı, galiba bu şehre halk hekimlerinin yaptıkları ilaçlardan başka ilk tıbbi tabletleri, kininleri, şurupları o getirdi. Massachusetts Pittsfield Tıp Fakültesi’nden mezundu, misyonerdi, amacı burada bir Amerikan misyoner merkezini kurmaktı, niyeti “romantik” görülse de girişimi korkunç sonuçlara yol açtı.

*

1830’larda Amerika’dan ayrılan her ticaret gemisinde birkaç misyoner de bulunurdu. Bu misyonerler Batı dünyasının “kurtarıcı, aydınlatıcı” beyaz adamlarıydı. Misyonerler; Nasturilerle ilk defa, Osmanlı topraklarında daha önce dolaşmış olan birkaç tüccarın seyahat kitaplarında karşılaşmışlardı. Afrika’da yaptıklarını şimdi de bu dağlarla çevrili coğrafyada yapmanın tam sırasıydı!

Kafalarında beliren resim muazzam bir resimdi çünkü, büyüleyiciydi. Dört tarafı Müslüman topluluklarla kuşatılmış, kısmen bağımsız yaşayan, Hıristiyanlığı ilk kabul etmiş kavim ama İsa’nın Tanrının oğlu olduğunu kabul etmeyen, Meryem’e dua etmeyi ret eden bir kiliseleri olan, yeni Aramcanın farklı bir lehçesini konuşan, ruhani liderliğini Marşemûn’un yaptığı bir tuhaf halk… O kavme bir an önce ulaşmayıp da ne yapacaklar! Hem de kavmin dört tarafları Müslümanlarla çevriliyken…

Dr. Grant onlara ulaşan ilk Amerikalı misyonerdir. Doktor daha önce Urmiye’de “ova Nasturilerini” görmüş, aralarında uzun bir süre çalışmış, şimdi sıra “dağ Nasturileri”ndeydi. Dağ Nasturilari, Hakkari’deki Cilo ve Sat dağları arasında yaşıyorlardı. Altı aşirete bölünmüşlerdi. Bazî, Dêzî, Tuxûbî, Aşûtî ve Tiyarî (Tiyariler aşağı ve yukarı Tiyarileri diye iki koldu.) Her aşiretin başında bir Melik vardı. Melikler seçimle iş başına geliyordu. Bütün melikler, Koçanis’ta ikamet eden ruhani lider Marşemûn’a bağlıydı. Marşemûn da merkezi hükümetten özerk bir statüsü olan Hakkari Miri Nurullah Bey’e bağlıydı. Nasturiler de tıpkı Müslüman Kürt aşiretleri gibi sağcı (baska rast) ile solcu (baska çep) diye ayrılmışlardı. Genel anlaşmazlıklarda solcuları Kürt solcu, sağcıları da Kürt sağcı aşiretlerinin yanında yer alıyordu. Tamar’ın yukarıda sözünü ettiğim makalesinde belirttiğine göre Hakkari’ye doğru yola çıkmadan önce Musul’daki Osmanlı valisi, Dr. Grant’ı şöyle uyardı:

“Bu kafirler ne paşa ne de sultan tanırlar, tarihin unutulmuş zamanlarından bu yana her biri kendi kendinin efendisidir.”

*

Dr. Grant, Urmiye’de bulunduğu süre zarfında yaptığı basit katarakt ameliyatları, hastalara ilaç vererek şifa bulmalarına yardımcı olmasıyla, “mucizeler yaratan doktor” diye nam salmıştı. O mucizevi adam şimdi Hakkari’deydi. Gelmeden önce hekimlik mesleğinden dolayı bölgedeki Kürtler, Türkler, Yezidiler, Nasturiler arasında pek çok dost edinmişti. Koçanis’te bir ay boyunca Patrik Marşemûm’na misafir oldu. İtibar gördü. Hastalara baktı. Patriğin güvenini kazandı. Patrik, kendileri için ondan bir “okul” talep etti; o da bunu yapmaya gelmişti zaten!

1839 ile 1845 tarihleri arasında Dr. Grant, Hakkari’ye tam beş kez gidip geldi. 1839’da gelip “kayıp boyu” keşfedip, burada “onlardan gelen talep üzerine” bir “misyoner okulu” açmayı kafasına koyduktan sonra dönüş yolunda, o zaman Hakkari’ye bağlı Başkale’de ikamet eden hasta Hakkari Miri Nurullah Bey’i iyileştirmesi, ona çok güçlü bir dost kazandırdı. Bundan sonraki her gelişinde, “Mirin hususi doktoru geldi” denerek sevgiyle karşılandı.

*

Dr. Grant’ın Hakkari’ye gidip geldiği o yıllar, tekin olmayan yıllardır. Bölge fokur fokur kaynıyor. Sultan İkinci Mahmut “merkezileşme” kararı almış, o zamana kadar özerk yaşamış olan bölge hakimi beş Kürt beyi; Amêdîye Beyi İsmail Paşa, Hakkari Miri Nurullah Bey, Cizîra Botan Beyi Bedirhan Bey, Müks Beyi Han Mahmut ve Bitlis Emiri Şerif diken üstündedir. Koçanis’taki Nasturi patriği Marşemûn da Kürt egemenliğinin yavaş yavaş sonlanacağını sezerek, kendileri için bir statü umut etmeye başladı. Hazır Amerikalılar bir adamlarını buraya gönderdiklerine göre pekala “Avrupalı Hıristiyan bir müttefik” kazanmış olabilirlerdi!

Amerikalı Hakkari’ye gider de İngiliz durur mu? Kokuyu alan İngilizler de kendi misyonerlerini göndermeye başladı. Marşemûn’un kapısını çalan her gavur, yanından umutla ayrıldı. Ama Amerikalılar elini daha çabuk tuttular, Dr. Grant’ın öncülüğünde 1841 yılında Hakkari’de “Bağımsız Nasturi Misyonu” kuruldu. Misyonun ilk hedefi burada bir okul açmaktı. Dr. Grant her vesileyle tek amaçlarının “hayırseverlik” ve “dini aydınlanma” olduğunu söyledi. Kürtlerle Nasturiler arasındaki anlaşmazlıklarda taraf olmayacaklardı!

1842’de Dr. Grant dördüncü kez Hakkari’ye geldi. Bu kez okul için yer bakacaktı, bir süre yer gezdi ve en sonunda Tiyar bölgesinde, bugünkü Çukurca ilçesi sınırları arasında kalan Aşutê köyünde karar kıldı. Nurullah Bey’den de izin alarak köyün yakınında yüksek bir tepede okulun temellerini attı. Nihayetinde bir eğitim kurumunu inşa ediyordu! Bir anda haber dört bir yana dağıldı, gavur gelmiş, devasa bir kale inşa ediyor! Haber, bir isyan hazırlığında olan, amacı bölgenin tek hakimi olan Bedirhan Bey’e de hemen ulaştı. Aşutê köyünün yakınlarında, soylarını peygambere dayandıran Kelêtan gibi Seyyit köyleri de vardı. Gavur çok yakında hepimizi Hıristiyan yapacak demek! İlk saldırı seyyitlerden geldi. İlk çatışmalar da bunlarla Nasturiler arasında yaşandı. Gözü dönmüş bazı serseri Nasturiler, yapmamaları gereken korkunç bir şey yaptılar; her geçen gün ta Cizre’den tehditler savuran Bedirhan beye öldürdükleri üç seyyidin gömleklerini kanlarına bulayıp gönderdiler.

Bu arada misyoner okulu inşaatı haberi Babıali’ye de ulaştı, Erzurum müşiri Halil Kamil Paşa işin aslını öğrenmekle görevlendirildi. Paşa, Dr. Grant’ın bir okul inşa ettiğini, bölgedeki Hıristiyan çocuklarını Protestanlaştırmaya çalışacağını Dersaadet’e bildirdi. Amerikan elçisi hükümet tarafından uyarıldı.

1843 Mayıs’ında Grant inşaatı bitirmek üzereydi. Bir gün, gelip onu muayene etsin diye Bedirhan Bey onu Cizîra Botan’a davet etti. Beyin Dêrgulê’deki kasrına vardığında, yukarıda adını saydığımız diğer Kürt mirlerinin de orada hazır olduğunu gördü. Bedirhan Bey, bölgedeki bütün Kürt mirlerinin onayını alarak, Hakkari’deki Nasturilerin kökünü kazımak üzere oraya bir sefer düzenleyecekti. Karar Dr. Grant’ın huzurunda hep birlikte alındı. Her ne kadar Dr. Grant amacının “hayırseverlik” olduğunu anlatsa da artık ok yaydan çıkmış, din savaşı gelip kapıya dayanmıştı.

*

Bedirhan Bey, aşiretlerden topladığı on bir bin silahlı milisle Tiyar’a doğru sefere çıktı. Ekinler yeni boy göstermişti. Bir gavur daha fazla öldürerek cenneti garantileyeceğini sanan gözü dönmüş acımasız milisler çoluk çocuk kadın ihtiyar denemeden önlerine gelen Nasturiyi biçmeye başladılar. Çoğu köyde Müslümanlarla Nasturilerin evleri iç içeydi. Bedirhan Bey, “Müslümanlar evlerine beyaz bayrak assın” diye buyruk vermişti. Damında beyaz çaput sallanmayan bütün evleri ateşe verdiler. Grant’ın yaptığı okulu yerle bir ettiler. Mehmed Uzun benim Türkçeye çevirdiğim “Dicle’nin Yakarışı” (Sel Yayıncılık) romanında bu katliamın yarattığı korkunç dehşeti destansı bir dille anlatır. Çeşitli kaynaklar, o katliamda öldürülen Nasturilerin sayısını on bin olarak verir. Geride kalanlar ise, mülteci olarak Musul yollarına düştü. 1844 kışında Musul beklenmedik bir muhacir nüfusla hınca hınç dolup insanlar balık istifi gibi üst üste yığılınca tifüs salgını baş gösterdi. Hastalık kısa sürede şehre yayıldı. O sırada Dr. Grant da Musul’daydı. Salgın onu da buldu. Aynı yılın Nisan ayında burada, tifüsten öldü.

*

On dokuzuncu asırda; Nerval, Baudelaire, Flaubert gibi romantikler, “Bin Bir Gece Masalları”ndaki havayı solumaya; Voltaire ve benzeri filozoflar buralarda hüküm süren saltanatı anlamaya; Dr. Grant gibi misyonerler ise doğudan yükselen ışığın yerine, Hristiyan “ışığını” getirmeye geldiler buralara.

Ama işte her seyahat, De Maistre’in yatak odasında yaptığı seyahate benzemiyor nihayetinde.

*

(Bu yazıyı yazarken Esra Danacıoğlu Tamur’un, “Toplumsal Tarih”in 226. sayısında, Ekim 2012’de yayınlanan “19. Yüzyılın İlk Yarısında Doğu Anadolu, Asahel Grant ve Nasturi Misyonu” başlıklı makalesi ile Avesta Yayınları arasında çıkan Asahel Grant’ın “Nasturiler ya da Kayıp Boylar” kitabından yararlandım.)

QOSHE - Hakkari'ye giden ilk Amerikalı! - Muhsin Kızılkaya
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Hakkari'ye giden ilk Amerikalı!

143 8
11.02.2024

Halil İnalcık, İlber Ortaylı gibi baba tarihçiler, Hezarfen Ahmet Çelebi’nin 1632 yılında, kuvvetli bir lodosun estiği bir havada, kuş kanatlarına benzer bir alet takıp İstanbul Boğazı’nın üzerinden süzüle süzüle 3 bin 358 metre uçup Üsküdar’da, Doğancılar Meydanı’na konmasını; Erzurum soğuğunu anlatmak için, “gördüm, damdan dama atlayan kediler havada donmuştu” diyen, her şeyi abartarak anlatmaya bayılan seyyahların piri Evliya Çelebi’nin “uydurması bir efsaneden” başka bir şey olmadığını söylerler.

Bizim tarihçilerimiz, Evliya Çelebi’nin kuyuya attığı taşı yıllardan beri çıkarmaya uğraşadursun; ondan yüz elli sene sonra 1783 yılında Etienne Montgolfier nam kefere bir balon inşa etti; girdi balona, yanına bir ördek, bir horoz ve bir koyun aldı, havalandı, Fransa kraliyet sarayı Versailles üzerinde sekiz dakika uçtu ve sağ salim indi yere. Bu herife özenen Xavier de Maistre -ki edebiyat tarihinin en tuhaf seyahatnamesi olarak kabul edilen “Odamda Seyahat” adlı seyahatnamenin yazarıdır- ile bir arkadaşı, kağıttan ve telden bir çift devasa kanat inşa edip, Fransa’dan Amerika’ya uçmayı planlıyorlardı. Bu hadiseyi “Seyahat Sanatı” (Sel Yayıncılık) kitabında anlatan Alain de Botton, daha o tarihlerde uçak denilen bir seyahat aracının hayatımıza gireceğini hayal eden De Maistre’in Amerika’ya uçamadığını, onun yerine iki yıl sonra bir sıcak hava balonunda kendine bir yer bulduğunu, alet çam ormanlarına çakılana kadar Chambéry üzerinde bir süre uçtuğunu söyler.

De Maistre baktı uçarak Amerika’ya gitmek öyle sandığı gibi kolay değil, 1790’da aklına daha uçuk bir fikir geldi. Madem şartlar uçarak uzak bir yerlere gitmesine engel, o halde o da hiç de uzak olmayan bir yere seyahat edecekti; üstelik hiçbir zahmete katlanmadan... Oturduğu apartmanın en üst katındaki evinde, yatak odasında seyahate çıktı. Çıktığı seyahati de “Odamda Seyahat” (Sel Yayıncılık) kitabında ayrıntılı bir şekilde anlattı.

De Maistre’ın yatak odasında çıktığı seyahatten kırk beş yıl sonra Dr. Asahel Grant adlı bir misyoner, 11 Mayıs 1835 günü memleketim Hakkari’ye gitmek üzere Boston’dan İzmir’e hareket eden bir gemiye bindi. Doktor Grant’ın Hakkari’de ne işi vardı, o tarihlerde Amerika’da yaşayan bir tıp doktorunun dağlar arasında gizlenmiş bu yerden nasıl haberi olmuştu, henüz Osmanlı devletinin ulaşamadığı bu kayıp şehre, ta Boston’dan kalkan bir adam niye gitmek istiyordu? Bu soruların cevaplarına gelmeden önce, Dr. Grant’tan sekiz sene sonra, 1 Ocak 1843’te, yani Grant’ın çoktan Hakkari’ye varıp Aşûtê köyünde, yüksek bir tepenin üzerinde kesme taşlarla devasa bir misyoner okulunun inşaatına başladığı sene; Yahya Kemal ölürken başucunda bir kitabı açık duran, Ahmet Hamdi’nin; eserlerinde karşısına çıkan mistisizmi, kendi dünyasının bir yansıması olarak gördüğü romantizm akımının en güçlü yazarlarından Gerard de Nerval, Marsilya’dan hareket etmiş, Malta, Suriye, İskenderiye, Kahire rotasını takip ederek en sonunda İstanbul’a varmıştı. Grant Hakkari’deyken, Nerval İstanbul’daydı. Nerval’den beş sene sonra, “mutluluk deyince aklına doğu, doğu deyince aklına mutluluk gelen” “Madam Bovary”nin yazarı Gustave Flaubert de doğu seferine çıkmış, İstanbul’a gelip Galata’da bir otele yerleşmişti.

“Doğu despotizmi” birçok aydınlanma dönemi filozofunu; “Bin Bir Gece Masalları” da birçok romantik oryantalist yazarı buralara sürüklerken, misyonerlerin, bilim adamlarının, tüccarların, siyasetçilerin, arkeologların doğuya gelme amaçları farklıydı. Birçoğu için “doğu bir bilmeceydi”, o bilmeceyi çözmeye geliyor, birçoğu da “ışığın yükseldiği” yerdeki “ışığı” arıyor, bir kısmı hırsızlık yapmaya, birçoğu da oralara misyoner olarak gidip “kendi dinini” götürmeyi planlıyordu.

Kendini asker, Aleksandr Dumas’yı da kral sanıp, bir yerlere savaş açmak için ondan izin istemeye gidecek kadar “delirmiş” Nerval, bir seher vakti Paris’te kendini bir elektrik direğine asmadan önce, seyahat ettiği İstanbul’a dair “Doğu’da Seyahat” kitabında şunları yazmıştı:

“Ne garip bir kent Konstantinopolis! İhtişam ve sefalet, gözyaşları ve sevinç; başka yerlerdekinden çok daha fazla keyfi davranış, ama aynı zamanda da daha fazla özgürlük var burada; dört farklı halk birbirinden çok da nefret etmeden birlikte yaşıyorlar. Türkler, Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler, aynı toprağın evlatları olan bu insanlar, bizim çeşitli taşra halklarımızın ya da farklı taraftar gruplarının beceremediği gibi, birbirlerine çok daha fazla hoşgörü gösteriyorlar.” (Gerard de Nerval, Doğu’da Seyahat, YKY, s.553)

Grard de Nerval’in İstanbul’da şahit olduğu “aynı toprağın evladı” farklı milletlere, aynı tarihlerde Bostonlu Dr. Asahel Grant, memleketim Hakkari’de rastladı. Oraya varır varmaz, onu en çok şaşırtan şey, “kayıp bir boy” olan Nasturileri keşfetmek olmadı; bu “keşiften” çok onu şaşırtan asıl şey; dinleri ayrı, iki halkın Müslüman Kürtlerle Hıristiyan Nasturilerin, biri ötekinin tavuğuna kış demeden bin yıldan beri birbirleriyle sulh içinde yaşamaları mucizesiydi.

1964 yılında, Hakkari’ye yedek subay öğretmen olarak giden Ferit Edgü’nün, gider gitmez gördüğü yeri “eğer Kafka görseydi karabasanlarının konusu burası olurdu” dediği bu kayıp şehir; ondan 125 sene evvel buraya gelmiş olan Amerikalı misyonere de benzer bir hissiyat yaşatmış olmalı ki, o da burada yaşayanları başka bir gezegenin insanı sayıp, ora ahalisi de onu “yeni dünyadan gelmiş” birisi olarak gördüklerini anlatmıştı 26 Ekim 1839 tarihli günlüğünde:

“Uzaktan, yeni dünyadan gelen yabancı........

© Habertürk


Get it on Google Play