Çocukluğumda çok üşüdüm. Öyle üşüdüm ki, üşüme hakkımı bütünüyle o zaman kullanmış olmalıyım ki ömrümün şu demine kadar bir daha öyle üşümedim.

Kar yağarken, Edip Cansever’den desturla, “gök sapından boşalmış papatya yaprakları gibi duruyordu.” Böylesini de bir daha hayatımda hiç görmeyeceğimi sandım, ama değilmiş, ihtiyarlığımda aynı duruma burada şahit oluyorum şimdi.

İsveç’te de kar tıpkı çocukluğumda olduğu gibi yağıyor. Çocukluğumla aramda da elli yıl ve altı bin kilometre mesafe var. Ama karın yağışına baktıkça burada, sanki çocukluğumun göğü, karı, ağacı bütün o yılları aşarak, o mesafeyi kat ederek buraya gelmiş gibi.

Dışarıda termometre eksi yirmi sekizi gösteriyor. Ben çocukken, termometre denilen bir aletin varlığını bilmiyordum.

*

Soğuk geçirmez kar kıyafetlerimi giydim, çıktım dışarı; aynı koku... Soğuğun kendine has bir kokusu var bilirsiniz. Hemen üstüne siner, is gibi, yapışır, kolay kolay çıkmaz. İticidir bu koku. İstesen de sevemezsin. Kaçmak istersin ondan; adım attığın her yerde... Kaçamazsın bir yere, peşinden gelir.

Evin gacırdayarak açılan dış kapısını açtığımda gelirdi bu koku burnuma çocukken. Burada da aynı koku. Sanki altı bin kilometreyi beni çocukluğuma götürmek için gelmiş mübarek. Ama burada kaçabilirim ondan. Evin içi sımsıcak. Cayır cayır yanıyor kalorifer, çaydanlıkta “kaçak” olanından demlenmiş tavşankanı çayım var. Ama o zaman öyle değildi, bazen evin içi de dışarı kadar soğuk olurdu, kaçacağın hiçbir yer yoktu.

*

Sesi var, kokusu var da soğuğun, rengi yok mu? Var. Katıdır, buzdur, serttir, yorucudur, acımasızdır; uyuşturur, uyutur ve öldürür soğuk. Soğukta uykun geldi mi, o uykuyu hiçbir mahluk kaçıramaz.

*

Soğuk aklıma hep, Dostoyevski’nin kurşuna dizilmekten kurtulduktan sonra gittiği Sibirya’daki sürgünlüğünü getirir. Onu anlatan bütün kitapların yazarları hemfikirdir, “korkunç yıllardır” o yıllar. Ancak gelin görün ki Dostoyevski o yılları sanatına pek yansıtmaz. “Ölüler Evinden Anılar” hariç… Orada da çektiklerini kendini merkeze alarak anlatmaz, “yaşadıklarım bir cehennemdi” demez, en çok yaşadıklarının bir kısmını arada bir bazı kahramanlarına yaşatır ama o günleri anlatan özel bir hatırat kitabı yoktur mesela. Sadece kardeşi Mihail’e yazdığı mektuplarda söz eder yaşadıklarından. Mesela, o mektuplardan birinde şunları yazar:

“(…) Dört yılımı, çalışmak için dışarı çıktığım zamanlar dışında, duvarların arkasında, hapishanede geçirdim. Bize buldukları işler ağır işlerdi, bazen kötü havada, yağmurlu ve sulu sepkenli, ıslak havada, kışın dayanılmaz soğuğunda ayakta duracak halim kalmıyordu. Bir kere acil bir işte dört saat çalıştım, o zaman cıva donmuştu, eksi kırk derceydi belki. Ayaklarım dondu.”

Ben henüz eksi kırk dereceyi görmedim ama eksi otuz öyle fenadır ki… Üzerimde soğuk geçirmez özel kıyafetler, sadece gözlerim ve yanaklarım dışarıda. Havadan kopan bir jilet, hızla gelip açıkta kalan yerini kesiyor gibi. Gayriihtiyari elini atıyorsun oraya, kan gelmiyor eline ama uyuşmuş sanki. Aldığın soluk burun deliklerine buz parçacıkları olarak giriyor.

Şöyle devam ediyor mektubuna Dostoyevski:

“Hepimiz üst üste bir tek barakada yaşıyorduk. Düşünebiliyor musun, çoktan yıkılmış olması gereken, artık kullanılmaya uygun olmayan tahta bir barakada. Yazın dayanılmaz şekilde iç içe; kışın dayanılmaz bir soğuk. Barakanın tabanı çürümüştü. Yerler iki parmak kirle kaplıydı; kayıp düşüyorduk. Küçük pencereler öylesine karla kaplıydı ki gündüz bile hiçbir saatte bir şey okumak mümkün değildi, camlarda bir parmak buz. Tavandan su damlıyor, her taraftan rüzgar esiyor. Fıçıya istiflenmiş ringa balığı gibiydik. Sobaya bir kerede altı kütük atılabiliyordu ama hiç ısıtmıyordu (içerdeki buz zar zor çözülüyordu), soba öyle çok tütüyordu ki -hem de bütün kış. Mahkumlar çamaşırlarını barakada yıkıyordu, her yere su sıçrıyordu. Kaçacak yer yoktu. Ta akşam karanlığından sabah aydınlığına kadar domuzlar gibi davranmamaya olanak yoktu, ne de olsa bizler ‘yaşayan insanlarız’. Çıplak tahtanın üzerinde uyuyorduk, yalnızca yastığa izin veriliyordu. Koyun posu paltolarımızı örtünüyorduk, ayaklarımız bütün gece açıkta kalıyordu. Bütün gece titriyorduk. Pireler, bitler, kara böcekler, sürüsüne bereket. Kışın kısa koyun postu palto giyerdik, çoğu kez en kötü cins postlar, hiç ısıtmazdı, ayağımızda yarım çizmeler -dondurucu soğukta o çizmelerle ortalıkta dolaşmayı dene de gör.” Bu şartlarda ayaklarında dört yıl boyunca çıkmayan prangalar da cabası… (Joseph Frank, DOSTOYEVSKİ, Çağının Bir Yazarı, s.218-219)

Bu halde tam tamına dört yıl geçirmiş Dostoyevski. “Ölüler Evinden Anılar”dan başka hiçbir romanına mevzu olmaz bunlar. O romanda da kendisi yok, orada tanıdığı birilerini anlatır, ama acının, sefaletin, soğuğun, açlığın, işkencenin, yalnızlığın, umutsuzluğun edebiyatını yapmaz. O insanla ilgilidir, çoğu zaman insanlıktan çıkan insanlarla, doğa zaten acımasız, doğa insana göre kendini ayarlamaz, doğaya uyacak olan insandır. Felaketler ve doğanın acımasızlığına karşı yapacağın her türlü çaresizlik edebiyatı bu kudrette bir yazarın hanesine başarısızlık yazılır.

*

Orman içinde uzanan bir yolda yürüyorum. Yürümek ne mümkün. Sadece birkaç adım atıp geri döneceğim. Sarıçam, ladin, huş ağaçlarının dallarında birikmiş karı sert esen bir rüzgar alıyor. Bir anda ortalığı kardan bembeyaz bir toz bulutu kaplıyor. Silkeleniyor doğa. Aklım, bu acımasız doğaya karşı bura insanının henüz böylesine örgütlenmediği dönemlere gitti. Nasıl korunmuşlar sahiden? Dostoyevski’nin sürgünde bulunduğu yerden geçen aynı enlemin üzerinde yaşayanlar vakti zamanında, mesela onun sürgünde bulunduğu yıllarda, onun gibi koyun postuna sarılarak mı geçirmişler bütün bu uzun kışları burada?

Doktor Jivago’dan bir sahne… Veya Fargo’dan… Veya Moskova’ya girmeye kasem etmiş Napolyon veya Hitler ordusundan bir neferin çaresizliği gibi… Gideceksiniz demişler, bu soğuğu, bu karı yara yara varacaksınız Moskova'ya, vardığınızda eliniz hâlâ kılıcın kabzasını kavrayacak, parmağınız hâlâ tüfeğin tetiğini düşürecek güçte olacak. Ama olmamış. Soğuk kesmiş önlerini, açlık başgöstermiş. Atlarını yemişler önce, onlar da bitince ölen arkadaşlarının ciğerlerine gelmiş sıra… "İnsan aç kalmaya görsün, inançlarını bile yer" demiş Camus.

Ben böyle bir soğuğu, Sivas’ta görmüştüm askerlik yaparken. Benim Aralık’tan Şubat’a kadar orada gördüğüm soğuğun “Erzurum’da doğduğunu, Sivas’ta büyüdüğünü, Eskişehir’de ikamet ettiğini” söylerlerdi. O soğuğun bir kısmı Dostoyevski’nin sürgünde bulunduğu yerdeyse, öbür yarısı kesinlikle buradadır şimdi.

Derler ki, çok uzun süre soğuğa maruz kalan toplumların fertleri derununa döner, ruhsuzlaşır, gereğinden fazla rasyonelleşir, depresif bir hal siner üzerlerine; her şeyleri olabilir ama kesinlikle mesut değiller, bir yanları hep aksaktır.

*

Hızlı hızlı geri dönüyorum eve. Evin içi sımsıcak.

Pencereden bakıyorum şimdi. Sarıçamlar hiç yaprak dökmez, her mevsim yemyeşildir. Şimdi bembeyaz hepsi. Dallarında birikmiş kar donmuş, kristal birer vazo gibi görünüyorlar buradan, öyle nazlı... Camdan bakıyorum, karşıki yamaca gölge inmiş, güneş batmak üzere. Soğuk rengini vermiş her yere, kınından çekilmiş keskin bir kılıç mavisi, saçak altındaki yuvalarında açlıktan viyaklıyor serçeler. Cam kırık, hamur yapıştırmış kırık yere babam, aradan yılan tıslamasına benzer bir sesle giriyor soğuk… Odun toplamaya gitmiş ağabeylerim, birazdan getirecekler ıslak odunları… Çayımdan bir yudum alıyorum, bir rüzgâr esiyor, sarıçamın dallarındaki kar savruluyor ortalığa, bir kar bulutu kaplıyor gözümün gördüğü her yeri.

Edip Cansever “Sana Kalsın” diyor bana, lafı ağzımdan alıyor:

“Kadranı kırmızı saat

Plasterle tutturulmuş kırık cam

Şurda burda plastik çiçekler

Evet, aralık kapıdan soğuk geliyor

Tam kalbimin üzerine bu akşam”

*

Soba yanıyor cayır cayır. Etrafına halka olmuşuz. Babam “reşik” dikiyor bana. Bitince ayaklarımı soğuktan koruyacak. “Reşik” keçi kılından yapılan bir tür pabuçtur. Yırtık lastik pabuç, helak etmiş beni, babam “yarından itibaren ayakların ısınacak” diyor. Kışın giyilir “reşik”. Keçi kılı yumağını almış, ha babam dikiyor babam. Elinde çuvaldız, uzun uzun dikiyor, gözüm maharetli ellerinde, aklım yarın üşümeyecek ayaklarımda. Keçi kılı bir süre sonra iki avuç büyüklüğünde bir keçe halini alıyor. Şimdi sıra ona pabuç şeklini vermeye geldi. Dayım “bin bir geceden” bir masal anlatıyor bize. Harun Reşit yanında Behlül Dana, hacca gidiyorlar sanırım. O “Behlül” demez, “Balul” derdi, ne çok severdim ikiliyi… Doğunun, Don Kişot’la Sanço Panza’ları… Kulağım Harun Reşit’in macerasında, gözüm babamın maharetli ellerinde. İşte çarık şeklini aldı “reşik”… İçine de bir miktar koyun yünü doldurdu babam, yarın giyeceğim onu, artık ayaklardan üşümeyecek… Kar küreme aracı geçiyor pencerenin önünde, karı hiç biriktirmiyorlar, yollara da tuz serpmiyorlar, asfalta zarar veriyor diye… Kurt ulumaları duyuluyor dışarıda. Çay içiyorum pencerenin önünde. Dışarısı çok soğuk, yolunu şaşırmış bir tilki, köpek havlıyor arkasından… Rüzgar sarıçamın dallarını soymuş bu arada, patiska bezi kadar beyaza, yeşil renk karışmış.

*

Telefonuma bir mesaj geldi. Açtım, bir dostum bir video göndermiş. Memleketimde belediye reisliğine soyunmuş iktidar partisi adayının ağzından tuhaf bir söz çakılıyor beynime. Adam elinde mikrofon, Kürtçe konuşuyor kalabalığa:

“Birbirimizin etini yiyebiliriz ama birbirimizin kemiklerini gömmek yine biz düşecek.”

Bu ne acayip söz böyle! Buraya yazmak geldi içimden.

*

Dostoyevski’yi düşünürken, bir kifayetsize gitti aklım nedense.

Hani birkaç süslü kelimeyi bir araya getirince yazdıklarının şiir olduğunu sanan, yaşı ilerleyince de şiirden kesilip denizle kıyısı bulunan bir Anadolu şehrine yerleşerek emlak komisyonculuğuna soyunan eski bir şair vardı ya o işte. Yıllar önce bir genel seçim sırasında, “Bu sefer de Erdoğan kazanırsa memleketi terk edeceğim,” demişti; Erdoğan tekrar kazanmıştı, o da sözünü tutarak bir Avrupa ülkesine gitmişti; orada yaşlı bir kadını dolandırıp birkaç bin Avru çarparak geri gelmişti kısa bir süre sonra. “Neden döndün üstat?” diye sorduklarında, “Orası çok soğuk,” demişti.

Katıla katıla güldüm kendi kendime.

Gerçekten de burası çok soğuk. Şu anda dışarıda termometre eksi yirmi sekizi gösteriyor.

Ne yapsın habis şair? Soğuk, adama sözünü böyle yedirir işte.

Ona Dostoyevski’nin çektiklerini mi anlatmak? Ne anlar onun gibiler Dostoyevski’den?

*

Evet, burası çok soğuk; gözyaşı döksen, donar yanağında.

QOSHE - Soğuk! - Muhsin Kızılkaya
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Soğuk!

133 3
24.01.2024

Çocukluğumda çok üşüdüm. Öyle üşüdüm ki, üşüme hakkımı bütünüyle o zaman kullanmış olmalıyım ki ömrümün şu demine kadar bir daha öyle üşümedim.

Kar yağarken, Edip Cansever’den desturla, “gök sapından boşalmış papatya yaprakları gibi duruyordu.” Böylesini de bir daha hayatımda hiç görmeyeceğimi sandım, ama değilmiş, ihtiyarlığımda aynı duruma burada şahit oluyorum şimdi.

İsveç’te de kar tıpkı çocukluğumda olduğu gibi yağıyor. Çocukluğumla aramda da elli yıl ve altı bin kilometre mesafe var. Ama karın yağışına baktıkça burada, sanki çocukluğumun göğü, karı, ağacı bütün o yılları aşarak, o mesafeyi kat ederek buraya gelmiş gibi.

Dışarıda termometre eksi yirmi sekizi gösteriyor. Ben çocukken, termometre denilen bir aletin varlığını bilmiyordum.

Soğuk geçirmez kar kıyafetlerimi giydim, çıktım dışarı; aynı koku... Soğuğun kendine has bir kokusu var bilirsiniz. Hemen üstüne siner, is gibi, yapışır, kolay kolay çıkmaz. İticidir bu koku. İstesen de sevemezsin. Kaçmak istersin ondan; adım attığın her yerde... Kaçamazsın bir yere, peşinden gelir.

Evin gacırdayarak açılan dış kapısını açtığımda gelirdi bu koku burnuma çocukken. Burada da aynı koku. Sanki altı bin kilometreyi beni çocukluğuma götürmek için gelmiş mübarek. Ama burada kaçabilirim ondan. Evin içi sımsıcak. Cayır cayır yanıyor kalorifer, çaydanlıkta “kaçak” olanından demlenmiş tavşankanı çayım var. Ama o zaman öyle değildi, bazen evin içi de dışarı kadar soğuk olurdu, kaçacağın hiçbir yer yoktu.

Sesi var, kokusu var da soğuğun, rengi yok mu? Var. Katıdır, buzdur, serttir, yorucudur, acımasızdır; uyuşturur, uyutur ve öldürür soğuk. Soğukta uykun geldi mi, o uykuyu hiçbir mahluk kaçıramaz.

Soğuk aklıma hep, Dostoyevski’nin kurşuna dizilmekten kurtulduktan sonra gittiği Sibirya’daki sürgünlüğünü getirir. Onu anlatan bütün kitapların yazarları hemfikirdir, “korkunç yıllardır” o yıllar. Ancak gelin görün ki Dostoyevski o yılları sanatına pek yansıtmaz. “Ölüler Evinden Anılar” hariç… Orada da çektiklerini kendini merkeze alarak anlatmaz, “yaşadıklarım bir cehennemdi” demez, en çok yaşadıklarının bir kısmını arada bir bazı kahramanlarına yaşatır ama o günleri anlatan özel bir hatırat kitabı yoktur mesela. Sadece kardeşi Mihail’e yazdığı mektuplarda söz eder yaşadıklarından. Mesela, o mektuplardan birinde şunları yazar:

“(…) Dört yılımı, çalışmak için dışarı çıktığım zamanlar dışında, duvarların arkasında, hapishanede geçirdim. Bize buldukları işler ağır işlerdi, bazen kötü havada, yağmurlu ve sulu sepkenli, ıslak havada, kışın dayanılmaz soğuğunda ayakta duracak halim kalmıyordu. Bir kere acil bir işte dört saat çalıştım, o zaman cıva donmuştu, eksi kırk derceydi belki. Ayaklarım dondu.”

Ben henüz eksi kırk dereceyi görmedim ama eksi otuz öyle fenadır ki… Üzerimde soğuk geçirmez özel kıyafetler, sadece gözlerim ve yanaklarım dışarıda. Havadan kopan bir jilet, hızla gelip açıkta kalan yerini kesiyor gibi. Gayriihtiyari elini atıyorsun oraya, kan gelmiyor eline ama uyuşmuş sanki. Aldığın soluk burun deliklerine buz parçacıkları olarak giriyor.

Şöyle devam ediyor mektubuna Dostoyevski:

“Hepimiz üst üste bir tek barakada yaşıyorduk. Düşünebiliyor musun, çoktan yıkılmış olması gereken, artık kullanılmaya uygun olmayan tahta bir barakada. Yazın dayanılmaz şekilde iç içe; kışın dayanılmaz bir soğuk. Barakanın tabanı çürümüştü. Yerler iki parmak kirle kaplıydı; kayıp düşüyorduk. Küçük pencereler öylesine karla kaplıydı ki gündüz bile hiçbir saatte bir şey okumak mümkün........

© Habertürk


Get it on Google Play