Edward Said, “Sürgün Üzerine Düşünceler” başlıklı denemesinde (Metis Seçki, “Kış Ruhu” içinde), modern Batı kültürünün büyük ölçüde sürgünlerin, göçmenlerin, mültecilerin ürünü olduğunu söyler. Alime göre Amerikan akademik, entelektüel ve estetik düşüncesi; faşizmden, komünizmden ve muhaliflere hayat hakkı tanımayan diğer baskıcı rejimlerden kaçan mülteciler sayesinde bugünkü halini aldı. Einstein mesela; bütün bir yüzyıla etkisi malum, siyasi düşünür olarak Herbert Marcuse hakeza. Hele hele edebiyatçılar… Ona göre Batı edebiyatı, Beckett, Nabokov, Conrad, Pound gibi dev yazarların yarattıkları eserler sayesinde “ülkeler-ötesi” bir edebiyat hüviyetini kazandı. Bu edebiyat “mülteciler çağının” en önemli simgesidir. Tezini güçlendirmek için Said, eleştirmen George Steiner’dan şu alıntıyı yapar:

“Birçok insanı evsiz bırakmış olan yarı-barbar bir uygarlıkta sanat yaratanların kendilerinin de belli bir dilde yerleşmemiş, diller arasında gezen şairler olmaları duruma uygun görünüyor. Eksantrik, uzak, nostaljik, kasten zamansız olmaları…”

Tarihin gördüğü en kanlı yüzyıl olan yirminci yüzyıl, alime göre bir mülteciler yüzyılıydı; yerinden edilmiş sürgünlerin, kitlesel göçün yüzyılı…

*

Yirminci asır geçti gitti, yirmi birinci asrın da ilk çeyreğini doldurmak üzereyiz. Edward Said’in sözünü ettiği “kitlesel göç” durmuş değil, tam tersine daha da kalabalıklaşarak devam ediyor bugün de. Bu göç beraberinde muazzam sorunlar getirdi, getiriyor evet, ama yirminci yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan “entelektüel ve estetik düşünceyekoşut bir kültür, bir edebiyat yaratamıyor ne yazık ki yirmi birinci yüzyıl. Tam tersine, çok uzun bir süreden beri Conrad, Nabokov ayarında güçlü yazarlar yetişmiyor Avrupa’da.

Sahi neden acaba? Cevabı kolay bir soru değildir ama galiba bir parça şöyle bir izahat getirmek mümkün.

Siyasi sebeplerle yurdundan kovulmuş mecburi sürgünlerin; geride bıraktıkları, çocukluklarının geçtiği, “kayıp cennetim” dedikleri memleketlerine bir daha dönemeyeceklerini bilmeleri, onları sürgünde bir “ev” inşa etme arayışına itti. Edebiyat, dışarıda kalmış, ruhları devamlı kış soğuğunda üşüyen “evsizlere”, kendi elleriyle sıcacık bir “ev” yaratma imkanı veren tek araçtır.

Nabokov’un da dediği gibi, geçmişiyle yaşarken kendini hep evinde hisseder insan çünkü.

*

Sürgün yazarların içinde Nabokov’un hikayesi, en ilginç hikayelerden birisidir. Bolşevik devrimi daha yirmili yaşlara basmadan buldu onu. Devrim geldi ve “kara köknarlar, ak huşlar, turbalıklar ve kıraç araziler” içinde “haşin fakat alımlı kırlık alanda” bulunan, çocukluğunu yaşadığı evden, “bu unutulmaz dekordan” kopararak uzaklaştırdı. Menzili belirlenmemiş yolculuğun daha başında, henüz Kırım’a vardıklarında, “ansızın sürgünün ıstırabını derinden hissetmeye” başladı. Çocukluğu geride kalmış, ilk sevgiliyi, Tamara’yı kaybetmiştir. Benzer bir şey Puşkin’in de başına gelmişti. O da buraya sürgüne gönderilmişti, genç Nabokov bunu biliyordu, büyük şairin o sırada onun yaşadığı yere çabuk “uyum sağladığını, serviler ve defneler arasında gezinerek” mısra damıttığının farkındaydı ama “hissettiği vecdin yapmacık” olmadığını da biliyordu. Çok sonra Avrupa’da kendine bir yer bulup yazmaya başlayıncaya kadar bu duygu peşini bırakmadı ta ki edebiyat Hızır gibi imdadına yetişene kadar:

“Sonraki birkaç yıl boyunca, o verimli heyecanı dindiren bir roman yazıncaya değin, benim için memleketimi kaybetmek, sevgilimi kaybetmeye denkti.”

*

Nabokov bunları, belki de dünya edebiyatında yazılmış en iyi hatıra kitaplarından birisi olan “Konuş, Hafıza”da (İletişim Yayınları) söylüyor. Kaçan bir adamın hikayesidir bu kitap. 1919’da Rusya’da “mutlak iktidarını” kuran Bolşeviklerden Almanya’ya; 1937’de Berlin’de, yavaş yavaş iktidarı ele geçiren Nazilerden Paris’e; 1940’ta bu şehri de işgal eden faşistlerden Amerika’ya kaçan yersiz yurtsuz, evsiz barksız bir yazarın hikayesi…

*

Çok iyi bir otobiyografi yazmak için üstün bir edebi yetenek yeterli değildir; bunun yanında ilginç ve anlamlı bir hayat yaşamış olmak da gerekir. Çoğu zaman yeteneği olanın hayatı yeterince ilginç değil; çok şey yaşamış, ilginç bir hayatı olan ise çoğu zaman edebi yetenekten yoksundur. Tıpkı röportaj gibi. Röportaj ata binmeye benzer. Ya at iyi olacak ya da binici. İkisi de iyiyse tadından yenmez. Aynı şeyi hayat hikayesi yazmak için de söyleyebiliriz. İlginç bir hayatı olan iyi bir yazarsa ortaya çıkacak metin “Konuş, Hafıza”ya benzer.

*

Hayatını kronolojik bir sırayla anlatmaz kitabında Nabokov. Kokuların, seslerin, renklerin, kelimelerin peşinden “yitirilmiş cennetini” yani çocukluğunu arar. Kaybedip bir daha bulamayacağı çocukluğunu; ulaşmak istese de ulaşamaz ona. O halde onu oraya götürecek tek bir araç vardır elinde; o da hafızası… Bu yüzden hafızayı konuşturmaya başlar. Bir romancıdan çok bir şair gözüyle bakar geçmişine. “Bilincin kollarını ötelere uzatır ve el yordamıyla aranır”, bilir ki “bu kollar ne kadar uzunsa o kadar iyidir”.Bunun için şiirsel bir metin yazar. Ona göre “şiir her zaman konumsaldır”, yine bilir ki, “Bilim insanı, uzayın belli bir noktasında olup bitenleri görür, şair ise zamanın belli noktasında olup bitenleri hisseder.”

Memleketinden kaçmasalar Bolşeviklerin, onlara benzer aristokrat ailelere yaptıkları neyse onlara da yapacaklarını bilir. Bu yüzden ilk sevgili Tamara’yı, o benzersiz doğayı, onu var eden ne varsa hepsini kaderi, “palas pandıras bohçalayıp denize atarak” onu “çocukluğundan koparıp alınca”, Kırım’da da duramayacaklarını anlarlar. Ailesiyle birlikte Sivastopol körfezinin cam gibi parlayan suları üzerinde hareket eden, “Umut” adlı, kurutulmuş meyve taşıyan küçük bir Yunan gemisiyle İstanbul’a doğru yola çıktıklarında, Bolşeviklerin kıyıdan açtıkları makineli tüfeğin sesi, memleketinde kulağında kalan son ses olur. Gemi, mermilerden korunmak için sağa sola doğru zikzak çizerken, genç Nabokov babasıyla güvertede satranç oynuyor. (Hayatı boyunca bir kelebek avcılığından, bir de satranç oyunculuğundan vazgeçmedi. “Sürgünde geçen yirmi yılımın çok büyük bir bölümünü, satranç problemi kurmaya ayırdım,” der.)

Gemi İstanbul Boğazı’ndan Haliç rıhtımına doğru yol alırken Nabokov şu şiiri yazar:

Tan vakti kıyı göründü birden,

Güzel kokular saçan rüzgârda.

Büyük ve yuvarlak kehribarda

Sanki gemimiz durdu uyurken.

Çizdiği daireyle yarıp suyu,

Haylaz balık sürüsü çarpıyor işte,

Ve bu bir anlık ürperişte-

Andırırken yağmurlu bir damlayı.

İstanbul sıyrılıyor loş havadan:

Yansıyor tanın esmer altını ile

Suyun parıltılı ipeğinde

O an işte bir çift siyah minare.

Geminin İstanbul’dan sonraki rotası Pire limanıdır.

*

Sürgünde, onu memleketinden süren Bolşeviklerle savaşmak yerine edebiyata sığındı. Okumak için gittiği Cambridge’deki odasına “Puşkin’in şiirini, Gogol ve Tolstoy’un nesri ile Orta Asya’nın vahşi bölgelerini keşfedip betimleyen büyük Rus natüralistlerinin muhteşem eserlerini davet” etti. En büyük korkusu, Rusya’dan gelirken yanına alabildiği tek şey olan dilini yitirme korkusuydu. Bu korku onda o kadar marazi bir boyuta vardı ki, bundan sonra İngilizce yazacağı hiçbir şeyin Rusçasının seviyesine çıkamayacağını sandı, hep bu tedirginlikle başladı yazmaya. Bir süre sonra kalbinin Rusça konuştuğunu, kafasının İngilizce çalıştığını, kulağının Fransızca işittiğini fark etti. O Rusya’da doğmuş, İngiltere’de eğitim görmüş, Almanya’da uzun süre yaşamış, Fransız kültürüne aşina, Amerika’da ise bir yazar olarak tanındı. Bu yüzden tekmil Avrupa kültürüne hakim, çok dilli, çok kültürlü bir kimlikle yaşadı ve öldü.

*

Memleketinden ayrıldığında Bolşevikler; dayısının 1916’da ölünce ona miras bıraktığı birkaç milyon dolar parasına, yeşil bir tepenin üzerinde inşa edilmiş beyaz sütunlu konağına ve bin dönümlük arazisine el koydular. Ama onun sürgünde yandığı ne bu para ne de o büyük mal ile mülktü. Meramını şöyle anlattı:

“Benim Sovyet diktatörlüğüyle olan, eskilere dayalı (1917’de başlamış) kavgamın, mülkiyetle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Parasını ve toprağını ‘çaldılar’ diye ‘Kızıllardan nefret eden’ göçmenleri hor gördüğüm iyi bilinsin. Bütün bu seneler boyunca aziz tuttuğum nostalji, kaybedilmiş banknotlar için duyduğum keder değil, içimden taşan kaybedilmiş çocukluk hissidir.”

Bolşevikler, yaptıkları devrimle onun çocukluğuna el koymuşlardı çünkü.

*

En son Paris’in Nazilerce işgali üzerine Amerika’ya kaçınca orada tam yirmi sene boyunca edebiyat öğretmenliği yaptı. Sadece kız öğrencileri kabul eden bir kolejde dersler verdi. Bugün elimize bulunan muazzam kitabı “Edebiyat Dersleri” kitabında toplanan derslerde; öğrencilerine Jane Austen’in “Mansfield Parkı”nı, Charles Dickens’ın “Kasvetli Ev”ini, Gustave Flaubert’in “Madam Bovary”sini, Robert Lous Stevenson’un “Dr. Jeykyll ve Bay Hyde”ını, Marcel Proust’un “Swan’ların Tarafı”nı, Franz Kafka’nın “Dönüşüm”ünü ve James Joyce’un “Ulysses”ini okuttu. Öğrencilerinin tümü kızdı ve hepsi varlıklı ailelerin çocuklarıydı. Bir gölün etrafında masal gibi bir ormanın içinde geçirdi uzun yıllarını. Hakkında yazılanlara göre ders anlatmada pek başarılı değildi. Her zaman yazdıklarını sınıfa getirir, yavaş yavaş kendi kendine konuşur gibi okurdu.

Javier Marias’ın (“Yazınsal Yaşamlar”, Can Yayınları) yazdığına göre iki nedenden dolayı yazı yazdığını söylerdi. Zevk, mutluluk ve kendinden geçmek; bir de yazmakta olduğu kitabı bir an önce bitirip ondan kurtulmak için. Başladı mı, ondan kurtulmayıncaya kadar durmazdı. Onu en çok uğraştıran kitabı “Lolita”ydı. Hatta bir kez bitirmeden yazdıklarını yakmaya kalkıştı, karısı kitabı elinden kurtardı. Kitabın başına açacağı belanın farkındaydı, “sübyancılıkla” suçlanabileceğini de biliyordu ama kitabı yok ederse hayaletinin hayatının sonuna kadar peşini bırakmayacağına da inanıyordu. “Lolita”nın kendi ülkesi Rusya’da yayınlanamayacağına emin olduğu halde oturdu, onu özenle Rusçaya çevirdi.

*

Kendi çağdaşı sürgün yazarların yaptığı gibi o sürgünü vatanını kaybetmiş olmaktan dolayı duyduğu bir keder olarak yaşamadı, ona göre sürgün doğal bir varoluş durumuydu. Hazreti Adem de bir sürgündü. O halde sürgün insanlığın şafağında ortaya çıkmış ve insana günah kadar yakın olduğu için her yakasına yapışabilirdi.

Ona göre bütün sanatçılar, gizli ya da açık, gönüllü ya da mecburi bir sürgün hali yaşarlar. Bu hali sürgünlüğü pek önemsemediği gibi algılansa da aklının bir köşesinde daima çocukluğunun geçtiği, Bolşevikler iktidara geldikten sonra bir okula dönüştürdükleri ailesine ait o büyük kır evi vardı. Hep onun hayalini kurdu. Hiçbir zaman Rusya’ya dönemeyeceğini bildiği için olur olmadık zamanlarda, aklına sahte bir pasaportla o “yitik cennete” gitmeyi hayal etti. Ama hemen bu düşüncesinden vazgeçti. Dönme imkânı olsa bile, çoğu sürgünün yaptığı gibi oraya dönemezdi. Dönemezdi çünkü yıllar içinde kafasında yarattığı o cennetin, oraya varır varmaz bir anda gözünün önünden yok olup sıradan bir yere dönüşeceğini biliyordu. Her sürgün için geçmişin hayalde canlandırılan biçimi makbuldür, onu hayata bağlayan o hayaldir çünkü.

*

Onun gerçek evi yazdığı romanlarıydı. Bu yüzden memleketi dışında hayatını geçirdiği ne Berlin’de ne Paris’te ne Amerika’da ne de öldüğü İsviçre’de kendine ait bir evi oldu. Hayatının son yılları İsviçre’de, kiraladığı birbirine bitişik otel odalarında geçti. Ziyaretçilerini burada kabul etti, görüştüğü herkese burada kalıcı olmadığı hissettirmeye çalıştı. Yüzünden kederin hiç eksilmediği söylenir. Sürgün yurtları içinde kendini “sapına kadar Amerikalı” olarak nitelendirdi. Her ne kadar gururla Amerikalılığını haykırsa da siyasi sebeplerden dolayı sürgüne gönderilmiş bütün yazarlar gibi o da çocukluğunu geçirdiği topraklara her an her gün, üstesinden gelinmesi zor, kesif bir özlem duydu. Hayatının son yıllarını geçirdiği İsviçre, onu memleketinden süren Lenin’in de sürgün yeriydi. Sahi, Lenin de sürgün yurdu İsviçre’den nefret ederdi. Belki de Lenin’le tek ortak noktaları buydu.

Petersburg’tan kaçıp ilk durakları Kırım’da kaldıkları süre zarfında sevgilisi Tamara, kaldıkları adrese durmadan mektuplar yazar. Kısa bir süre sonra o adresten ayrılıp Pirene’ye gidecek bir gemiye binerler. Nabokov, geride bıraktığı vatanından çok, o sırada terk ettikleri o adrese gelecek olan sevgilinin mektuplarını düşünür. O mektuplar durmadan gelecek ve onları hiç kimsenin açmayacak, kimse okumayacak, kimse cevap yazmayacak. İşte bunu bilmek, hayatı boyunca çektiği ıstırapların en başına koyar.

*

O benzersiz hayat hikayesi kitabında babasını da anlatır. Hukukçudur baba, Krenski hükümetinde bir süre Adalet Bakanlığı yapmış, liberaldir, totaliter yönetime karşı ama komünist değil. 1922 yılında, Berlin’de bir konferanstan çıkarken iki faşist tarafından öldürülen babasından duyguyla bahseder. Kardeşi 1945’te Hamburg’ta, İngiliz casusu suçlamasıyla toplama kamplarına gönderilir, orada açlıktan ölür.

*

Onu meşhur eden kitap, elli altı yaşındayken yazdığı, büyük bir skandalla basılan kitabı “Lolita”dır. Başka yazarlardan mesela Joyce, Kafka ya da Proust’tan etkilenmeyi zinhar kabul etmez, hele hele Dostoyevski onu deliye döndürür, nefret eder ondan, ona göre Dostoyevski, “ucuz, kaba ve sarsak bir sansasyon meraklısından” başka bir şey değildir. Kendini ise şöyle tanımlar:

“Ben bir dahi gibi düşünüyor, saygıdeğer bir yazar gibi yazıyor ve bir çocuk gibi konuşuyorum.”

Kendinden başka pek bir yazarı beğenmez. Marias’a göre en çok dört doktordan nefret eder: “Doktor Freud, Doktor Jivago, Doktor Schweitzer ve El Doktor Castro de Cuba.” (Fidel Castro hukuk doktorudur!)

Çocukluğundan beri uykusuzluktan mustaripti. Gençliğinde çapkın mı çapkındı ama Vera’yla evlendikten sonra dünyanın en sadık erkeği olup çıkar, hemen hemen bütün kitaplarını karısı Vera’ya ithaf eder. Onu mutlu eden şeyleri kitabında sıralamaz ama yine Marias’a göre onu sadece kelebek avlamak, satranç problemi çözmek, Puşkin çevirmek ve roman yazmak mutlu ederdi.

*

Vladimir Nabokov hayatı boyunca ne Rusya’ya döndü ne de Tamara’dan bir haber alabildi. Dedi k:

“Belki de bir gün, bir yerde; daha az rezil bir zamanda yine karşılaşırız.”

Kim bilir, belki de!

*

MARİO LEVİ’YE ŞÜKRANLARIMLA

Bir kez bir panelde yan yana geldik Mario Levi’yle, yıllar önce Diyarbekir’de. Hep “nesli tükenmiş eski bir İstanbul çelebisi” olarak göründü gözüme. Kederli bir duruşu vardı. Kenarından, kıyısından hüzünle bakıyordu hayata. O paneldeki konuşmasında iki şey öğretti bana: “Yazdığın şeyi daha önce birisi yazdıysa sen yazma. Yeni bir şey söyleyeceksen yaz, yoksa yazma.” Bunu küpe yapıp astım kulağıma. Ondan öğrendiğim ikinci şeye gelince: O günden itibaren “hoşgörü” kelimesini çıkardım sözlüğümden. Demişti ki, “Kibirli bir kelimedir hoşgörü… Kullanan kendini yukarı bir yere koyar, kendine bir üstünlük bahşeder. Ben kimim ki başkasını hoş göreceğim? Bu gücü kim veriyor bana? Başka birisini hoş göremem ancak onu sevebilirim, dostluk kurabilirim onunla.” Onu dinledim, o gün bugün bir cüzzamlıdan kaçar gibi kaçıyorum bu kelimeden.

Bir dilden başka bir dile sürgün, o dili de kendine anavatan yapmış bütün dil sürgünlerinin en naif, en kırılgan, en nazik temsilcisiydi.

Teşekkür ederim ona.

Nur yağsın kabrine!

QOSHE - Sürgün ve hafıza! - Muhsin Kızılkaya
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Sürgün ve hafıza!

91 0
04.02.2024

Edward Said, “Sürgün Üzerine Düşünceler” başlıklı denemesinde (Metis Seçki, “Kış Ruhu” içinde), modern Batı kültürünün büyük ölçüde sürgünlerin, göçmenlerin, mültecilerin ürünü olduğunu söyler. Alime göre Amerikan akademik, entelektüel ve estetik düşüncesi; faşizmden, komünizmden ve muhaliflere hayat hakkı tanımayan diğer baskıcı rejimlerden kaçan mülteciler sayesinde bugünkü halini aldı. Einstein mesela; bütün bir yüzyıla etkisi malum, siyasi düşünür olarak Herbert Marcuse hakeza. Hele hele edebiyatçılar… Ona göre Batı edebiyatı, Beckett, Nabokov, Conrad, Pound gibi dev yazarların yarattıkları eserler sayesinde “ülkeler-ötesi” bir edebiyat hüviyetini kazandı. Bu edebiyat “mülteciler çağının” en önemli simgesidir. Tezini güçlendirmek için Said, eleştirmen George Steiner’dan şu alıntıyı yapar:

“Birçok insanı evsiz bırakmış olan yarı-barbar bir uygarlıkta sanat yaratanların kendilerinin de belli bir dilde yerleşmemiş, diller arasında gezen şairler olmaları duruma uygun görünüyor. Eksantrik, uzak, nostaljik, kasten zamansız olmaları…”

Tarihin gördüğü en kanlı yüzyıl olan yirminci yüzyıl, alime göre bir mülteciler yüzyılıydı; yerinden edilmiş sürgünlerin, kitlesel göçün yüzyılı…

Yirminci asır geçti gitti, yirmi birinci asrın da ilk çeyreğini doldurmak üzereyiz. Edward Said’in sözünü ettiği “kitlesel göç” durmuş değil, tam tersine daha da kalabalıklaşarak devam ediyor bugün de. Bu göç beraberinde muazzam sorunlar getirdi, getiriyor evet, ama yirminci yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan “entelektüel ve estetik düşünceyekoşut bir kültür, bir edebiyat yaratamıyor ne yazık ki yirmi birinci yüzyıl. Tam tersine, çok uzun bir süreden beri Conrad, Nabokov ayarında güçlü yazarlar yetişmiyor Avrupa’da.

Sahi neden acaba? Cevabı kolay bir soru değildir ama galiba bir parça şöyle bir izahat getirmek mümkün.

Siyasi sebeplerle yurdundan kovulmuş mecburi sürgünlerin; geride bıraktıkları, çocukluklarının geçtiği, “kayıp cennetim” dedikleri memleketlerine bir daha dönemeyeceklerini bilmeleri, onları sürgünde bir “ev” inşa etme arayışına itti. Edebiyat, dışarıda kalmış, ruhları devamlı kış soğuğunda üşüyen “evsizlere”, kendi elleriyle sıcacık bir “ev” yaratma imkanı veren tek araçtır.

Nabokov’un da dediği gibi, geçmişiyle yaşarken kendini hep evinde hisseder insan çünkü.

Sürgün yazarların içinde Nabokov’un hikayesi, en ilginç hikayelerden birisidir. Bolşevik devrimi daha yirmili yaşlara basmadan buldu onu. Devrim geldi ve “kara köknarlar, ak huşlar, turbalıklar ve kıraç araziler” içinde “haşin fakat alımlı kırlık alanda” bulunan, çocukluğunu yaşadığı evden, “bu unutulmaz dekordan” kopararak uzaklaştırdı. Menzili belirlenmemiş yolculuğun daha başında, henüz Kırım’a vardıklarında, “ansızın sürgünün ıstırabını derinden hissetmeye” başladı. Çocukluğu geride kalmış, ilk sevgiliyi, Tamara’yı kaybetmiştir. Benzer bir şey Puşkin’in de başına gelmişti. O da buraya sürgüne gönderilmişti, genç Nabokov bunu biliyordu, büyük şairin o sırada onun yaşadığı yere çabuk “uyum sağladığını, serviler ve defneler arasında gezinerek” mısra damıttığının farkındaydı ama “hissettiği vecdin yapmacık” olmadığını da biliyordu. Çok sonra Avrupa’da kendine bir yer bulup yazmaya başlayıncaya kadar bu duygu peşini bırakmadı ta ki edebiyat Hızır gibi imdadına yetişene kadar:

“Sonraki birkaç yıl boyunca, o verimli heyecanı dindiren bir roman yazıncaya değin, benim için memleketimi kaybetmek, sevgilimi kaybetmeye denkti.”

Nabokov bunları, belki de dünya edebiyatında yazılmış en iyi hatıra kitaplarından birisi olan “Konuş, Hafıza”da (İletişim Yayınları) söylüyor. Kaçan bir adamın hikayesidir bu kitap. 1919’da Rusya’da “mutlak iktidarını” kuran Bolşeviklerden Almanya’ya; 1937’de Berlin’de, yavaş yavaş iktidarı ele geçiren Nazilerden Paris’e; 1940’ta bu şehri de işgal eden faşistlerden Amerika’ya kaçan yersiz yurtsuz, evsiz barksız bir yazarın hikayesi…

Çok iyi bir otobiyografi yazmak için üstün bir edebi yetenek yeterli değildir; bunun yanında ilginç ve anlamlı bir hayat yaşamış olmak da gerekir. Çoğu zaman yeteneği olanın hayatı yeterince ilginç değil; çok şey yaşamış, ilginç bir hayatı olan ise çoğu zaman edebi yetenekten yoksundur. Tıpkı röportaj gibi. Röportaj ata binmeye benzer. Ya at iyi olacak ya da binici. İkisi de iyiyse tadından yenmez. Aynı şeyi hayat hikayesi yazmak için de söyleyebiliriz. İlginç bir hayatı olan iyi bir yazarsa ortaya çıkacak metin “Konuş, Hafıza”ya benzer.

Hayatını kronolojik bir sırayla anlatmaz kitabında Nabokov. Kokuların, seslerin, renklerin, kelimelerin peşinden “yitirilmiş cennetini” yani çocukluğunu arar. Kaybedip bir daha bulamayacağı çocukluğunu; ulaşmak istese de ulaşamaz ona. O halde onu oraya götürecek tek bir araç vardır elinde; o da hafızası… Bu yüzden hafızayı konuşturmaya başlar. Bir romancıdan çok bir şair gözüyle bakar geçmişine. “Bilincin kollarını ötelere uzatır ve el yordamıyla aranır”, bilir ki “bu kollar ne kadar uzunsa o kadar iyidir”.Bunun için şiirsel bir metin yazar. Ona göre “şiir her zaman konumsaldır”, yine bilir ki, “Bilim........

© Habertürk


Get it on Google Play