Yaşamak için günün sadece bir saatini dünyaya ayıran, bunun dışında aralıksız on beş ila on sekiz saatini perdeleri çekilmiş, mum ışığıyla aydınlanan bir odada yazarak geçiren, modern edebiyatın gelmiş geçmiş en ağır işçisi Honoré de Balzac, 51 yıllık kısa ömrünü “Burjuva, hatta yüksek burjuvaziye mensup bir kadını aramakla” geçirdi; uzun süre bulamadı, ısrar etti ve nihayet buldu, ama bulduğu da evliydi.

Balzac, aradığı kontesle tanıştıktan sonra tam on yedi sene onu bekledi, sonunda muradına erdi ama beraber sadece beş ay geçirebildiler.

Balzac, Madam de Hanska’ya duyduğu umarsız aşkın gölgesinde kâinatın en hacimli, en muazzam, en mühim eserlerinden birisi olarak kabul edilen “İnsanlık Komedyası”nı yazdı. ("İnsanlık Komedyası"nın adı Dante'nin "İlahi Komedya"ından mülhemdi; Dante "ahireti" anlatmış, Balzac "dünyayı" anlatacaktı.)

İşte bu yazı, bu büyük aşkın ve bu büyük eserin hikayesidir.

*

Ukrayna’nın verimli topraklarında, yakınlarında ne bir şehir ne de doğru düzgün bir köy bulunan uçsuz bucaksız bir arazinin içinde inşa edilmiş bir şatoda yaşayan, şatonun sahibi Baron’la evli, Fransızca, İngilizce ve Almanca bilen, edebiyat delisi Kontes Evelina de Hanska yalnızlıktan bunalıyordu. Ruhsal heyecanlarını paylaşacak bir arkadaşı yoktu, komşuları ruhsuz, kültürsüz köylülerdi, kendisine arkadaşlık etsinler diye evine aldığı yeğenleri Severine ve Denise de ona hiçbir şey ifade etmiyorlardı. Bu ıssız şatoda geçirdiği heyecansız ve kuru günlerin tümü birbirine benziyordu. Kocasından yirmi beş yaş küçüktü, yedi yıl içinde yedi çocuk doğurmuştu. Otuz yaşındaydı ve kocasına verebileceği başka da bir şeyi kalmamıştı, otura otura oldukça şişmanlamıştı üstelik.

Şatoya haftada bir posta geliyordu. Kontes, Paris’te çıkan bütün edebiyat dergilerine aboneydi. Çıkan yeni kitaplar da geliyordu ona. Madam de Hanska akşamları oturur, iki yeğeni ve kızının mürebbiyesiyle birlikte postadan çıkan kitaplar üzerine sohbet ederdi.

1831 yılında Honoré de Balzac’ın “Özel Hayattan Sahneler” kitabı gündemdedir, herkes onu konuşuyor. O zamana kadar hiçbir yazar kadın ruhunu bu kadar iyi anlayamamıştır! Ama o da her romanında kadınları farklı farklı tasvir ediyor, arada bir de oradan oraya savuruyordu. Birilerinin ona “kendi özüne sadık kalmasını” mutlaka hatırlatmalıydı… Ve bu birileri niçin onlar olmamalıydı?

Dört kadın sözleşir ona bir mektup yazmaya karar verirler. Aslında mektup yazmak isteyen Kontestir ama ya Kont farkına varırsa? Bin bir yol arayışından sonra o mektubu Balzac’a yazar; bundan sonraki hikaye tam 17 sene sürecek yakıcı bir aşk masalıdır. Balzac’ın “dünya var olduğundan beri hiçbir erkeğin bir kadına karşı bu denli sınırsız bir aşk duymuş olamaz” dediği Kontes de Hanska’ya kavuşması ancak kocası Kont’un ölümüyle mümkündür. (Stefan Zweig, Balzac, Bir Yaşam Öyküsü, Can Yayınları, s.241-299)

*

Kont’un ölümünü beklemeye başladığında Balzac henüz 33 yaşındadır. O zamana kadar bir yığın hikâye, roman yazmış. 1834 yılında yazdıkları üzerine düşünürken, yazdığı bütün hikayeler arasında “gizli bir ortaklık” olduğunu sezer. O andan itibaren karar verir; bundan sonra yazacağı her kitap, aynı “büyük kitabın” bir parçası olacak. Bu keşif onu kamçılar, hayal gücü daha da şahlanır. Ve kendi yaşadığı, Allah’ın eseri olan dünyadan farklı, kendi dünyasını kurmaya karar verir.

Kafasında kurduğu dünyayı mükemmel hale getirmek için yüzden fazla roman yazması gerektiğini anlar. Bu işi becerebilmesi için de olağanüstü bir çalışma gerekir. Bu yüzden kısa ömrü boyunca yaşadığı ne kadar gün varsa hemen hemen hepsi birbirine benzer bir hal alır.

*

Akşam saat sekizdir, herkes yemeğini yemiş, kimisi tiyatroya gidecek, kimisi bir davete, kimisi bir arkadaşıyla bir kafede buluşacak, kimisi süslenip gezintiye çıkacak… Paris geceleri cıvıl cıvıldır. O sırada, on yedi saatten beri durmadan yazı yazmış olan Balzac, çalışmaktan bitap düşmüş, biraz önce yatağa girmiş uyuyor.

Saat gece on bir… Temsiller bitmiş, partiler dağılmış, lokantalar ışıklarını söndürmüş, evlerine dönmekte olan insanlar yavaş yavaş sokakları boşaltıyor, Balzac hâlâ uyuyor.

Nihayet gece yarılanıyor, saat on iki. Paris derin bir sessizlik içindedir. Evlerde yanan ışıklar bir bir sönmüş, gece şehrin üzerine karanlık perdesini örtmüş, evlerde, herkes uykuya daldığına göre Balzac için uyanmanın vaktidir. Herkes günü bitirdiğine göre, güne başlama sırası ondadır artık. Şimdi gecenin hâkimi o olacak; ne kimse onu ziyaret ederek rahatsız edebilir, ne de uşak bir mektup tomarını getirebilir. Alacaklılar da bu saatte peşine düşmeyeceğine göre, kalın perdeleri çekilmiş bu sessiz odada yazarak geçireceği sekiz saat onu bekliyor demektir. En sadık dostu gecedir, sadece gece durmadan, kesintisiz yazı yazmasına izin veriyor. Yazmakta olduğu sayfalarda kendine has bir dünya kurmakta olan Balzac, zamanı da tersine çevirmiştir, geceyi gündüze, gündüzü geceye…

Gece saat tam on ikide uşak hafifçe kapıyı vurarak onu uyandırır. Kalkar, keşiş cübbesine benzer cüppesini giyer, geniş odasının içinde birkaç adım atar. Artık yazmaya hazırdır!

Uşak masanın üzerinde gümüş şamdanda duran altı mumu yakmış, perdeler sıkı sıkıya çekilmiş, dışarıyla her türlü irtibat kesilmiştir. Küçük, dört köşeli, gösterişsiz, tıpkı bir “simyacının altınını döküp potasına atması gibi, benim de hayatımı oraya attığım” dediği masasına oturur. O masa ki, “en derin, en büyük ıstıraplarının tek sırdaşı, tüm sefaletini görmüş, tüm planlarından haberdar, düşüncelerinin tek kulak misafiri”dir. Yansıyan parlaklık gözlerini yormasın diye hafif mavimsi kâğıt tomarı, karga tüyünden kalemleri, yanında mürekkep hokkası hazırdır. Masada başka hiçbir şey yok ne bir kitap ne de yardımcı kaynak…

Ve yazmaya başlar. Durmadan, dinlenmeden, yazar, yazar... Hayal gücü tutuşmuş bir orman yangını sanki, o ağaçtan o ağaca sıçrar. Kalem kâğıdın üzerinden öylesine akar ki kelimeler hayal gücü yetişmez olur. Kendini durduramaz, içindeki hayali bölemez, eline kramp girinceye kadar yazar.

Saat bir olur, iki olur, üç olur, dört olur, altı olur, hatta bazen sabah sekiz olur. Dışarda çoktan gün ağarmış, sokaklarda hayat başlamış, o hiçbir şeyin farkında değildir. Sadece o, kâğıt, kalemi ve o kağıtların üzerinde canlanan yarattığı insanlar ve kaderleri vardır. Onun için tek mekân yarattığı dünya, tek zaman onların yaşadığı zamandır. Bazen artık eli kalem tutmaz olur, ter basar, sırtı ağrımaya başlar, sinirleri gerilir, işte o zaman masadan kalkar, cezvenin altını yakar. Hayal gücünün yakıta ihtiyacı var. Bu yakıt da sadece kahvede var.

Müptelası olduğu kahvenin insanda yarattığı etkiyi hiçbir yazar onun yazdığı kadar harikulade ifade etmemiştir:

“Kahve mideye iner ve ondan sonra her şey harekete geçer: Düşünceler tıpkı savaş meydanındaki büyük bir ordunun taburları gibi birbiri ardı sıra gelir; savaş başlar. Hatıralar, savaş düzeni alan askerlerin önünde ilerleyen bir bayraktar gibi koşar adım saldırıya geçerler. Hafif süvariler görkemli bir şekilde dörtnala kalkar. Mantığın topçuları nakliye birlikleri ve fişek kovanlarıyla gümbürder. En zekice buluşlar çarpışmaya keskin nişancılar olarak katılır. Karakterler kostümlerini kuşanır, kâğıt mürekkeple kaplanır, muharebe başlar ve savaşın yapıldığı meydan nasıl kapkara barut dumanının altında kalırsa, bu muharebe de kara dalgaların akınıyla son bulur.”

Balzac’ın durmadan yazarken vazgeçemediği savaş araçları kağıt, kalem, çalışma masası, cüppesi ve kahve cezvesidir. Kahvesiz yazamaz. Bir istatistikçiye göre bütün hayatı boyunca, elli bin fincan kadar aşırı sert kahve içmiştir. İçtiği bu kadar çok kahvenin yaratmakta olduğu “İnsanlık Komedyası”na ivme kazandırdığı konusunda çoğu kişi hemfikirken, erken yaşta kalbinin teklemesine yol açtığı konusunda da yine aynı kişiler fikir birliği içindedir.

Sabah saat tam sekizde uşak hafifçe kapıyı vurur. Kahvaltı tepsisiyle içeri girer. Balzac nihayet masadan kalkar, sekiz saatten beri kalemi hemen hemen hiç elinden bırakmamıştır. Şimdi küçük bir mola zamanı. Uşak kalın perdeleri çeker, Balzac pencereye gider, fethetmek istediği Paris’e bakar, işte ancak o sırada hayalindeki Paris’ten kopar, bir süre gerçek Paris’e döner. Dükkanlar kepenk açıyor, sokakta okula giden aceleci çocuklar var, arabalar geçiyor, memurlar çoktan işbaşı yapmış. Herkes işine başlarken, Balzac işini bitirmenin hazzını yaşamaya başlar.

Şimdi onu yeni bir iş bekliyor. İşe zinde başlamak için, tıpkı kendine rakip bildiği tek insan Napolyon gibi (“Napolyon’un kılıcıyla yaptığını ben kalemimle yapıp dünyayı fethedeceğim”) bir saatini küvette geçirir. Küvetten çıktığında kapının önünde hummalı bir faaliyet çoktan başlamıştır. Matbaadan getir götürcüler gelmiş, birileri matbaadan düzeltmek için müsveddeler getirirken, birileri de o gece yazdıklarını dizdirmek için götürür. Yazdığı her şey anında basılmalıdır zira daha yazmadan onları satmış, parasını almış, o parayı da çoktan harcamıştır. Yazdığı müsveddeleri kendisi bile anlamaz, her şey karman çormandır, bu cangılın içinden çıkmak da maharetli dizgicilere ve düzeltmenlere kalır.

Saat dokuzdan itibaren mola biter, bir iş yaparken diğerinin yorgunluğunu atar. Düzeltileri okumaya başlar, çoğu zaman kenarlarında büyük boşluklar bulunan büyük kağıtlara dizilmiş olan metinleri, o boşluklara adeta yeniden yazmaya başlar. İşinde çok titizdir, bir bakışta altı yedi satırı kavrama yeteneği var. Roman yazarken katlandığı azabın on katını onları düzeltirken yaşar, düzeltiler birkaç kez gidip gelir, her defasında mükemmelin peşinde olduğu için, daha önce yaptıklarını beğenmez adeta sil baştan yeniden yazar. Yayıncılar yalvarır ama o doğru bildiğinden şaşmaz. Kusursuzluk peşinde modern edebiyatın en titiz, en acımasız, en inatçı, en enerjik savaşçısı kesilir.

Balzac, gelen müsveddelerin üzerinden üç dört saat başını kaldırmaz, onları değiştir, düzeltir, çoğu zaman “edebi mutfak” dediği bu işi öğlene kadar sürdürür. Öğlen yemeğinde bir yumurta, tereyağlı bir dilim ekmek, bazen de bir börek yer. Bir oturuşta yüz midye, bir bütün tavuk, çıtır bir horoz, kocaman bir parça sulu kırmızı eti mideye indiren bu obur adam, bir tek çalışırken kendini bu zevkten mahrum bırakır. Yemeğin insanı yorduğunu bilir ve onun yorulmaya zamanı yoktur. Masadan kalkmamıştır, hafif öğle yemeğinden sonra tekrar kağıtları önüne çeker, çalışır, çalışır, çalışır…

Nihayet saat beşe doğru kalemi elinden bırakır. Bütün gün, hatta bazen haftalar, bazen de bir ay boyunca kimsenin yüzünü görmemiş, evin dışına adımını atmamış, hiç gazete okumamıştır. Muazzam bir güç harcamış bedenini, fena ısınmış beyni şimdi biraz dinlendirmenin zamanıdır. Uşak akşam yemeğini getirir, bazen bir saatini yayıncısına veya bir dostuna ayırır, ertesi gün yapacaklarının programını yapar, hiç sokağa çıkmaz, feci yorgundur, saat da sekize yaklaşıyor, herkes evine dönmüş, yemeğini yemiş, geceye hazırlanıyor, onun için uyku zamanı gelmiştir. Hemen yatağa girer, deliksiz, rüyasız derin bir uykuya dalar.

Saat gece yarısı on ikiyi vurduğunda uşak tekrar içeri girer, mumları yakar, o da uyanır. Tekdüze bir gece daha bekliyor onu. “Hep aynı şey: Her gece ve her gece hep yeni bir kitap daha! İnşa etmek istediğim şey, işte bu denli yüksek ve uzak…” diye kendi kendine mırıldanır. Bir yandan da hayatı ıskaladığını düşünür, kendi kendine bağladığı prangaları çözmek ister, “Başkalarının bir yıl ya da daha uzun bir sürede bitiremeyeceklerini benim bir ayda yaratabilmem gerekiyor,” der.

Kendine 60 yıl ömür biçmiştir, önünde yirmi yılı var daha, bu süre zarfında tasarladığı“İnsanlık Komedyası”nı bitirebilmesi, kendine reva gördüğü, onu tüketen, çığırından çıkmış bu saplantılı çalışma biçimiyle mümkündür; der ki:

“Bazen bana sanki beynim yanıyormuş, sanki aklımın harabelerinin üzerinde ölmek benim yazgımmış gibi geliyor.”

İnsan yüzü görmeden bazen bir ay süren bu çılgın çalışma temposundan sonra kendine küçük bir izin verir, işte o zaman savaş meydanında yara almış bir kahraman gibi yere yığılır, o vakit günde on sekiz saat uyur, geride kalan altı saatte ise hiçbir şey yapmadan durur. (Stefan Zweig, Balzac, Bir Yaşam Öyküsü, Can Yayınları, s.175-201)

*

Balzac akıllara durgunluk veren böyle bir tempoyla harıl harıl “İnsanlık Komedyası”nı yazarken, bir yandan da kulağı gelecek olan Kont’un ölüm haberindedir. Kont ölecek, o da Kontes’le evlenip muradına erecek. Yıllar yıllara eklenir ama Kont’un ölüm haberi bir türlü gelmez.

O yazmaya devam eder. Fransız toplumu tarihi bir şahsiyet, o da onun yazmanı olacak. “Erdemsizlikle erdemlerin dökümünü” yapacak, “tutkuların yol açtığı belli başlı olayları bir araya” getirecek, “karakterleri çizecek, toplumun yaşadığı belli başlı olayları” seçecek, “homojen birçok karakterin çizgilerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulan tipler” yaratacak, “birçok tarihçinin yazmayı unuttuğu tarihi, törelerinin tarihini” yazacak. Amacı Batının “Bin Bir Gece Masalları”nı yazmaktır. Kendi çağının, 19. asrın Fransız toplumunu tasvir edecek, aynı zamanda onu harekete geçiren kuvvetleri gösterecek.

*

Günümüze ulaşmış, hepsi bir bütünün parçaları olan 97 romandan oluşan “İnsanlık Komedyası”nın bitmemiş halinde iki bine yakın karakter var. Bütünü yüz kırk dört eser olarak tasarlanmıştır, ömrü vefa etseydi 51 roman daha yazacaktı. 19. asrın bütün bir Fransız toplumunu 10 bin sayfaya sığdırmış, kendi yüzyılının kelimenin tam anlamıyla ıcığını cıcığını çıkarmış. Yepyeni bir dünya kurmuş; tabiat kadar canlı, onun kadar muhteşem bir dünya… Bu dünyanın sınırları saraylardan kulübelere, dini mabetlerden fuhuş evlerine, kumarhanelerden savaş meydanlarına, Paris’in en janjanlı mahallelerinde, en fakir döküntü semtlerine, Norveç fiyortlarından İspanya’nın kum çöllerine, Nil boylarından Sibirya soğuklarına kadar genişler. Amacı güzel şeyler yaratmak değil sıradan hayatı anlatmaktır. Kokuşmuş burjuvaları, fahişeleri, kumarbazları, köylüleri, askerleri, din adamlarını, politikacıları, ihtilalcileri, çaresiz babaları, hayalleri yıkılmış kontesleri, mallarına bekçilik yapan kontları… Tarihe gider, sosyolojiye dalar, coğrafyayı yardıma çağırır, amacı güzelleme yapmak değil, hayatı bütün veçheleriyle deşmektir. Tefecileri anlatır, bu yolla ilk defa romana para girer, ikbal hırsını, kıskançlığı, baba şefkatini, aşkı, ideal sevgiyi mevzubahis yapar. Bütün romanlar birbirine bağlıdır. Aynı karakterler, farklı farklı romanlarda karşımıza çıkar. Bütün olaylar, bir zincirle birbirine eklenmiştir. Hangi yönden bakarsak bakalım aynı manzara karşımıza çıkar. Kahramanların her şeyi, servetleri, aşkları, akrabaları, soyları sopları anında önümüze dökülür. Her insan, “İnsanlık Komedyası”nda bir oyuncudur. Paris şehri de öyle; şehir her sokağıyla, her bulvarıyla, her semtiyle bu büyük oyunun büyük sahnesidir. Bu yüzden derler ki, “Günün birinde bir doğal affet Paris’i hepten yıksa, Balzac’ın romanlarına bakarak onu yeniden inşa etmek mümkündür.”

Eserleri herkesi öylesine etkiler ki; 1850’lere gelindiğinde Avrupa burjuvazisi evlerini Balzac’ın romanlarında tasvir ettiği mobilyalarla döşemeye gayret eder, aristokratlar onun romanlarında anlattığı sofralar kurdururlar şatolarında.

*

Zola “İnsanlık Komedyası”nı hiçbir mimarın inşa edip tamamlayamayacağı muhteşem bir “Babil Kulesi”ne benzetir. Sınırları ebediyeti kapsayan bu heybetli silsileye dair şunları söyler:

“Şayet uzak bir gelecekte, korkunç bir rüzgar dilimizi ve medeniyetimizi silip süpürür de bu yapının iskeletini de yerle yeksan ederse, hiçbir millet bu azametli yığın karşısında ‘Burada bir dünyanın harabeleri yatıyor’ demeden geçemeyecektir.”

Mezarı başında yakın dostu Victor Hugo’nun yaptığı konuşmada dediği gibi, onun bütün kitapları tek bir kitaptır. “Medeniyetimizin hareket ettiği, canlı, aydınlık ve derin bir kitap. Bu heybetli ve garip eseri yaratan adam, devrimci yazarların en dinç ırkındandır. Balzac doğrudan hedefe yürür, modern toplumu boğazından yakalar, her varlıktan bir şey alır, bazılarından hayal, bazılarından ümit. Kiminden bir feryat, kiminden bir maske.”

*

Balzac, insanüstü bir çalışmayla “İnsanlık Komedyası”nı harıl harıl yazarken, beklediği haberi 1841 yılının Kasım’ında alır; Kont Mösyö de Hanski nihayet ölmüştür. Şimdi dul kadınla evlenmesi için önündeki tek engel, bir yıllık yas süresinin dolmasıdır. Yas yılı biter kontes çocuklarını bahane eder, o bahane ortadan kalkar kadın başka bir şey bulur. Ama o, on seneden beri görmediği kadının peşinden Petersburg’a gider, kontes bu kez de kızının evliliğini öne sürer, onu oyalar, umutsuzca Paris’e döner; çalışma masası, kalemi, kağıtları ve kahve cezvesi onu beklemektedir, yazmaya devam eder ama kontesten de umudunu kesmez. Eyüp sabrıyla geçen yıllardan sonra 1850 yılı geldiğinde Balzac artık ağır hastadır, gözlerindeki ışık azalmış, artık pek bir şey okuyamadığı gibi yazamıyor da. Daha yaşı pek ilerlememiş adam, kelimenin tam anlamıyla yaza yaza ömründen yemiş, çalışa çalışa hayatını kısaltmıştır. Doktorlara göre kurtuluşu mucizedir. Tam on yedi seneden beri beklediği Madam de Hanska, bundan sonra evliliğin kısa süreceğine emin olur ve onunla evlenmeye karar verir. Adam parasını yiyemeyecek, mallarını har vurup harman savurmayacaktır nasılsa!

14 Mart 1850’de evlenirler. Balzac, bu evliliği Tanrı’nın kendisine bir lütfu olarak kabul eder, çok mutlu olur. Aradan beş ay geçer, Balzac artık son yolculuğa hazırlanmaktadır. Gözleri tamamen ışıktan mahrum kalmış, kalbi yorgun bedenini taşıyamamaktadır. Başında kadim dostu Victor Hugo vardır. Ateşler içinde debelenir, dostuna “İnsanlık Komedyası”nı bitirememiş olmaktan yakınır. Doktoruna ne kadar zamanı kaldığını sorar. Onun cevabını beklemeden, “Bana Doktor Horace Biannchon’u çağırın, bir tek o beni kurtarabilir”der. Bunlar son sözleridir. “Çağırın” dediği Doktor Horace Biannchon “İnsanlık Komedyası”nda bilimde mucizeler gerçekleştiren kendi yarattığı bir roman kahramanıdır.

Balzac’a dair uzun bir portre denemesini yazmış olan Cemil Meriç şunları söyler:

“Romancı ölüm döşeğinde kıvranırken, beş aydan beri karısı olan Madam de Hanska’nın bitişik bir odada başka bir aşıkla sarmaş dolaş olduğunu söyleyenler de var. Bir kadının bu kadar nankör, bu kadar hissiz olabileceğine inanmak güç, fakat şurası muhakkak ki Balzac son nefesini verirken o, yanında yoktu. Bunu Hugo da söyler.”

*

Yararlandığım Kaynaklar.

Stefan Zweig, “BALZAC, Bir Yaşam Öyküsü”, Can Yayınları

Cemil Meriç, 1943 yılında çevirip yayınladığı, Balzac’ın “Altın Gözlü Kız” (Üniversite Kitapevi) romanına yazdığı “Hayatı ve Eserleri” başlıklı önsöz…

QOSHE - Umarsız bir aşkın gölgesinde yazılan "İnsanlık Komedyası"! - Muhsin Kızılkaya
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Umarsız bir aşkın gölgesinde yazılan "İnsanlık Komedyası"!

80 0
28.01.2024

Yaşamak için günün sadece bir saatini dünyaya ayıran, bunun dışında aralıksız on beş ila on sekiz saatini perdeleri çekilmiş, mum ışığıyla aydınlanan bir odada yazarak geçiren, modern edebiyatın gelmiş geçmiş en ağır işçisi Honoré de Balzac, 51 yıllık kısa ömrünü “Burjuva, hatta yüksek burjuvaziye mensup bir kadını aramakla” geçirdi; uzun süre bulamadı, ısrar etti ve nihayet buldu, ama bulduğu da evliydi.

Balzac, aradığı kontesle tanıştıktan sonra tam on yedi sene onu bekledi, sonunda muradına erdi ama beraber sadece beş ay geçirebildiler.

Balzac, Madam de Hanska’ya duyduğu umarsız aşkın gölgesinde kâinatın en hacimli, en muazzam, en mühim eserlerinden birisi olarak kabul edilen “İnsanlık Komedyası”nı yazdı. ("İnsanlık Komedyası"nın adı Dante'nin "İlahi Komedya"ından mülhemdi; Dante "ahireti" anlatmış, Balzac "dünyayı" anlatacaktı.)

İşte bu yazı, bu büyük aşkın ve bu büyük eserin hikayesidir.

Ukrayna’nın verimli topraklarında, yakınlarında ne bir şehir ne de doğru düzgün bir köy bulunan uçsuz bucaksız bir arazinin içinde inşa edilmiş bir şatoda yaşayan, şatonun sahibi Baron’la evli, Fransızca, İngilizce ve Almanca bilen, edebiyat delisi Kontes Evelina de Hanska yalnızlıktan bunalıyordu. Ruhsal heyecanlarını paylaşacak bir arkadaşı yoktu, komşuları ruhsuz, kültürsüz köylülerdi, kendisine arkadaşlık etsinler diye evine aldığı yeğenleri Severine ve Denise de ona hiçbir şey ifade etmiyorlardı. Bu ıssız şatoda geçirdiği heyecansız ve kuru günlerin tümü birbirine benziyordu. Kocasından yirmi beş yaş küçüktü, yedi yıl içinde yedi çocuk doğurmuştu. Otuz yaşındaydı ve kocasına verebileceği başka da bir şeyi kalmamıştı, otura otura oldukça şişmanlamıştı üstelik.

Şatoya haftada bir posta geliyordu. Kontes, Paris’te çıkan bütün edebiyat dergilerine aboneydi. Çıkan yeni kitaplar da geliyordu ona. Madam de Hanska akşamları oturur, iki yeğeni ve kızının mürebbiyesiyle birlikte postadan çıkan kitaplar üzerine sohbet ederdi.

1831 yılında Honoré de Balzac’ın “Özel Hayattan Sahneler” kitabı gündemdedir, herkes onu konuşuyor. O zamana kadar hiçbir yazar kadın ruhunu bu kadar iyi anlayamamıştır! Ama o da her romanında kadınları farklı farklı tasvir ediyor, arada bir de oradan oraya savuruyordu. Birilerinin ona “kendi özüne sadık kalmasını” mutlaka hatırlatmalıydı… Ve bu birileri niçin onlar olmamalıydı?

Dört kadın sözleşir ona bir mektup yazmaya karar verirler. Aslında mektup yazmak isteyen Kontestir ama ya Kont farkına varırsa? Bin bir yol arayışından sonra o mektubu Balzac’a yazar; bundan sonraki hikaye tam 17 sene sürecek yakıcı bir aşk masalıdır. Balzac’ın “dünya var olduğundan beri hiçbir erkeğin bir kadına karşı bu denli sınırsız bir aşk duymuş olamaz” dediği Kontes de Hanska’ya kavuşması ancak kocası Kont’un ölümüyle mümkündür. (Stefan Zweig, Balzac, Bir Yaşam Öyküsü, Can Yayınları, s.241-299)

Kont’un ölümünü beklemeye başladığında Balzac henüz 33 yaşındadır. O zamana kadar bir yığın hikâye, roman yazmış. 1834 yılında yazdıkları üzerine düşünürken, yazdığı bütün hikayeler arasında “gizli bir ortaklık” olduğunu sezer. O andan itibaren karar verir; bundan sonra yazacağı her kitap, aynı “büyük kitabın” bir parçası olacak. Bu keşif onu kamçılar, hayal gücü daha da şahlanır. Ve kendi yaşadığı, Allah’ın eseri olan dünyadan farklı, kendi dünyasını kurmaya karar verir.

Kafasında kurduğu dünyayı mükemmel hale getirmek için yüzden fazla roman yazması gerektiğini anlar. Bu işi becerebilmesi için de olağanüstü bir çalışma gerekir. Bu yüzden kısa ömrü boyunca yaşadığı ne kadar gün varsa hemen hemen hepsi birbirine benzer bir hal alır.

Akşam saat sekizdir, herkes yemeğini yemiş, kimisi tiyatroya gidecek, kimisi bir davete, kimisi bir arkadaşıyla bir kafede buluşacak, kimisi süslenip gezintiye çıkacak… Paris geceleri cıvıl cıvıldır. O sırada, on yedi saatten beri durmadan yazı yazmış olan Balzac, çalışmaktan bitap düşmüş, biraz önce yatağa girmiş uyuyor.

Saat gece on bir… Temsiller bitmiş, partiler dağılmış, lokantalar ışıklarını söndürmüş, evlerine dönmekte olan insanlar yavaş yavaş sokakları boşaltıyor, Balzac hâlâ uyuyor.

Nihayet gece yarılanıyor, saat on iki. Paris derin bir sessizlik içindedir. Evlerde yanan ışıklar bir bir sönmüş, gece şehrin üzerine karanlık perdesini örtmüş, evlerde, herkes uykuya daldığına göre Balzac için uyanmanın vaktidir. Herkes günü bitirdiğine göre, güne başlama sırası ondadır artık. Şimdi gecenin hâkimi o olacak; ne kimse onu ziyaret ederek rahatsız edebilir, ne de uşak bir mektup tomarını getirebilir. Alacaklılar da bu saatte peşine düşmeyeceğine göre, kalın perdeleri çekilmiş bu sessiz odada yazarak geçireceği sekiz saat onu bekliyor demektir. En sadık dostu gecedir, sadece gece durmadan, kesintisiz yazı yazmasına izin veriyor. Yazmakta olduğu sayfalarda kendine has bir dünya kurmakta olan Balzac, zamanı da tersine çevirmiştir, geceyi gündüze, gündüzü geceye…

Gece saat tam on ikide uşak hafifçe kapıyı vurarak onu uyandırır. Kalkar, keşiş cübbesine benzer cüppesini giyer, geniş odasının içinde birkaç adım atar. Artık yazmaya hazırdır!

Uşak masanın üzerinde gümüş şamdanda duran altı mumu yakmış, perdeler sıkı sıkıya çekilmiş, dışarıyla her türlü irtibat kesilmiştir. Küçük, dört köşeli, gösterişsiz, tıpkı bir “simyacının altınını döküp potasına atması gibi, benim de hayatımı oraya attığım” dediği masasına oturur. O masa ki, “en derin, en büyük ıstıraplarının tek sırdaşı, tüm sefaletini görmüş, tüm planlarından haberdar, düşüncelerinin tek kulak misafiri”dir. Yansıyan parlaklık gözlerini yormasın diye hafif mavimsi kâğıt tomarı, karga tüyünden kalemleri, yanında mürekkep hokkası hazırdır. Masada başka hiçbir şey yok ne bir kitap ne de yardımcı kaynak…

Ve yazmaya başlar. Durmadan, dinlenmeden, yazar, yazar... Hayal gücü tutuşmuş bir orman yangını sanki, o ağaçtan o ağaca sıçrar. Kalem kâğıdın üzerinden öylesine akar ki kelimeler hayal gücü yetişmez olur. Kendini durduramaz, içindeki hayali bölemez, eline kramp girinceye kadar yazar.

Saat bir olur, iki olur, üç olur, dört olur, altı olur, hatta bazen sabah sekiz olur. Dışarda çoktan gün ağarmış, sokaklarda hayat başlamış, o hiçbir şeyin farkında değildir. Sadece o, kâğıt,........

© Habertürk


Get it on Google Play