Yaşlanmak güzel değildir belki ama güzel yaşlanmak, güzeldir. Kendisiyle barışık insanlar güzel yaşlanır. Saçları beyazlar, sakalları kırlaşır, yüzünün derisi buruşur; “olsun” der “yaşlanmak zaten budur”, kendini o haliyle daha çok sever, merhamet akar böylelerinin yüzlerinden, Hulusi Kentmen gibi babacan ihtiyarlar bunların arasından çıkar.

Ama eğer bir insan yaşlılığını sevmiyorsa, ihtiyarlıkla baş etmek, kırışıklıklarını gizlemek için gerdirilmiş bir yüzle çıkıyorsa insanların arasına, o insan kendisiyle barışık değildir; kendisiyle barışık olmayan insanlar güzel yaşlanmaz.

*

Ne yazık ki öfkeli, sinirli birçok Kemalist gibi Zülfü Livaneli de güzel yaşlanmadı. Çok partili hayatla yaşıt olan Livaneli, bu yaştaki her olgun ihtiyardan (hele sanatçıysa) beklenecek; ayrıştırmadan uzak, uzlaştırıcı, hikmetli sözler söylemek yerine, 31 Mart’ta yapılacak olan seçimleri “gerici” ve “ilerici” diye ayırdığı iki ordunun karşılaşmasına benzetti. Benzettiği hadise de bundan tam 115 sene önce vuku bulmuş olan 31 Mart darbesiydi, sözleri şöyle:

“31 Mart seçimlerini ya gerici ordular, avcı taburları ya da Hareket Ordusu kazanacak. (Livaneli, bunu dedikten sonra yanındaki İmamoğlu’nun elini havaya kaldırarak şöyle devam etmiş) Hareket Ordusu’nun kazanacağına ben çok inanıyorum.”

*

Peki Livaneli’nin sözünü ettiği 31 Mart’ta ne olmuştu? Gerçekten de “gerici” ordu mensupları ile “ilerici ordu” mensupları karşı karşıya mı gelmişti? Avcı taburlarını İstanbul’a kim göndermişti? Alayı gerici miydi? Yoksa “gerici” dediği Avcı Taburlarını, “ilerici” dediği İttihatçılar, İstanbul’a geliş vizesi için mi kullanmışlardı?

31 Mart 1909 darbesi üzerinden tam tamına 115 sene geçti. Darbe hâlâ birçok yönüyle karanlıkta. Kim tertipledi, İttihatçılar mı, Abdülhamit mi, İngilizler mi hâlâ tarihçiler tartışıyor bu meseleyi ama tartışılmayan tek bir şey var, o da bu darbe o zamana kadar Selanik’ten İstanbul’a gelmenin bir yolunu arayan İttihatçılara bu şehrin kapılarını açtı, açmakla kalmadı, İttihatçıların Selanik’ten gelip İstanbul’a yerleşmelerine, ardından Bab-ı Ali baskınıyla kesin ve mutlak iktidarı ele geçirmelerine imkan sağladı. Yani darbe, sadece ama sadece İttihatçılara yaradı.

*

31 Mart 1909 tarihi Rumi takviminde 13 Nisan’a tekabül ettiği için “31 Mart İhtilal-i Askeriyesi” adıyla bilinen bu elim hadise bu tarihle anılıyor.

Askeri darbeler tarihinin birçok ilki bu olayla başlıyor. “İrtica tehlikesi” ilk defa siyasal literatürümüze o günden itibaren girdi. (“Bölücülük” henüz icat edilmemişti, 1970’li yılların “anarşistlerinin” babaları da henüz doğmamıştı.)

Askerin siyasete fiilen karışması da ilk olarak bu hadiseyle yoğun olarak başladı. Bir askeri darbe girişimi dış destek olmadan (olayda İngiliz-Alman parmağı vardı) başarılı olamaz kuralı da o gün işletildi. Ve en önemlisi, bir askeri darbe ortamı nasıl yaratılırın mükemmel bir örneğidir o gün… Dahası bir askeri darbe öncesinde, onu hazırlamak için ne tür kumpaslar kurulur, kim nasıl bir kılığa sokulur, moda deyimiyle “darbe mekaniği” nasıl işletilir, hedef nasıl şaşırtılır gibi hayati meseleler hep o gün tedavüle sokuldu.

Bir de 31 Mart, İttihatçıların dört sene sonra yapacakları büyük darbenin, meşhur “Bab-ı Ali Baskını”nın da altlığını oluşturdu.

*

İttihatçılar 2. Meşrutiyeti Sultan Abdülhamit’e ilan ettirdiler ama tam anlamıyla “muktedir” olamadılar. Hatta İstanbul’a bile gelemediler, bağlı oldukları 3. Orduyla birlikte Selanik’te kaldılar. Ama “meşrutiyete göz kulak olsunlar” diye İstanbul’a üç Avcı Taburu gönderdiler, taburun başında Resneli Niyazi’yle birlikte dağa çıkmış olan Hamdi Çavuş vardı.

Kısa sürede kaos baş gösterdi İstanbul’da. Prens Sabahattin’in Ahrar Fırkası ile İttihat ve Terakki Cemiyeti çekişmesi, bugünkü çekişmeden daha şiddetli bir hal aldı. Rejim değişikliği yüksek sesle ifade edildi. İdamından sonra İngiliz ajanı olduğu söylenen Volkan gazetesi başyazarı Derviş Vahdeti kışkırtıcıların en önündeydi. Hemen arkasından Serbesti gazetesi başyazarı Hasan Fehmi, Kürt Mevlanzade Rıfat sanılarak, “al sana Mevlan” diyerek Galata Köprüsü üzerinde İttihatçıların silahşorları tarafından öldürüldü, katil iki tarafı da polis kontrolünde olan köprüden elini kolunu sallayarak kaçtı.

Ordu içinde “mekteplilerle” alaylılar çatışması ayyuka çıktı. İttihatçılar dışında kalan “alaylılar” ordunun üçte ikisini oluşturuyordu. Alaylılar buldukları her fırsatta “namaz bahanesiyle” eğitimden kaçıyor, İttihatçılar ise onların etkisini kırmak için modern bir ordu kurmak istiyorlardı. O zamana kadar din adamları askerlikten muaftı. Bu yüzden Anadolu’da gençler askere gitmemek için medreselere kayıt yaptırıyordu. İttihatçılar, Mart başında din adamlarının da askere alınmasını sağlayan bir kanun çıkardılar ve fitil ateşlendi.

*

İşin ilginç yanı, Meşrutiyetle birlikte ayrıcalıklarını kaybetmiş din adamları, şeriat sisteminin gevşediğine inanan ulema, İttihatçılara diş bileyen muhalifler değil, 12 Nisan’ı 13 Nisan’a bağlayan gece İttihatçıların “Meşrutiyete göz kulak olsunlar” diye Selanik’ten getirdiği 2. ve 3. Avcı Taburları ilk ayaklanmayı başlattı.

Kılık değiştirmiş olan birçok İttihatçı ve yabancı ajan bu birliklerin arasına girmiş; “Şeriat isteriz, Müslüman kadınları Beyoğlu’na gitmesin, Harbiye Nazırı ile Mebusan Reisini istemezük, Heyet-i Vükela değişsin; Bu olay dolayısıyla Padişah af çıkarsın, kimse bizi cezalandırmasın; Subaylarımız değişsin ve İstanbul’dan başka yere gönderilsinler; Yüz pare top atılarak şenlik yapılsın; bu taleplerimiz yerine getirilmedikçe dağılmayız” gibi “irticacıların” taleplerine pek benzemeyen talepler sıraladılar. (Ha, bu talepler manzumesi “Yüce Türk Milletine” diyen bir bildiriyle başlamıyordu, o günlerde “mozaiktik”, henüz “betonlaşmamıştık” çünkü.)

Avcı taburları, kendilerini İstanbul’a getiren İttihatçılara karşı ayaklanmıştı. Taburların başında yüksek rütbeli zabit yoktu. Birinci Ordu sessiz kaldı, oysa ordu komutanı Muhtar Paşa’nın tek bir emri bu “çapulcuları”ı dağıtmaya yeterdi, İttihatçıların kılı kıpırdamıyordu, birçoğu “güvenli evlere” sığınmıştı.

*

O gün, gencecik bir delikanlı olarak Beyazıt'ta bulunan Refik Halit Karay, “irticacı” asker kafilesinin tekbir getirerek Sultanahmet’ten Beyazıt Meydanı'na gelişiyle birlikte silahlar patlayınca, Sultanhamam’a doğru tazı gibi kaçmasını anlatır hatıratında ve şunları söyler:

“Peki, o Meşrutiyet’in koruyucusu olarak Makedonya’dan getirtilmiş levend endam ‘Avcı Taburlar’ ne olmuştu? Asileri dağıtmış mıydı? Ne gezer! Aksine şeriatçı askerlerle sarmaş dolaş olmuş, o zamanki tabirle ‘Meşruiyet-i Meşrua’yı devirmeye and içmişti.”

Refik Halit Karay’ın demesine göre, o gün hava çok sıcaktı. İstanbul ahalisi, elinde mavzer, göğe kurşun sıkarak Ayasofya etrafında gezinen asi neferlere, herhalde korkudan olacak, su, şerbet, limonata dağıtmıştı. İsyandan sonra bu zavallıların çoğu tevkif edildi, bir tanesi de asilere “yardım ve yataklıktan” asıldı. Refik Halit Karay, daha sonra bu hadiseyi anlatan “İsyan Gecesi” diye bir hikaye yazdı, okumak için arkadaşı Ahmet Samim’e verdi. Ahmet Samim, yazılarıyla İttihatçılara “rahatsızlık” verdiği için tam bir sene sonra, ömrünün baharında sokak ortasında ensesine tek kurşun sıkılarak öldürüldü, Refik Halit’in verdiği hikâye o gün çantasındaydı, cinayet sırasında o hikaye de kayboldu.

*

İsyan başlayınca Hüseyin Hilmi Paşa hükümeti istifa etti, yerine Tevfik Paşa hükümeti kuruldu.

*

İsyanın ikinci gününde, isyandan sonra şerbetçinin asılması kadar acıklı, talihsiz yüzlerce hadise yaşandı.

Onlardan birisi de bahriyelilerin isyandaki tavırlarına dairdir. Tarihçiler, Bahriyelileri 31 Mart Hadisesinin en önemli aktörlerinden birisi olarak anarlar. İsyancı askerler, 14 Nisan günü, Asâr-ı Tevfik Zırhlısı Kumandanı Ali Kabulî Bey’i Yıldız Sarayı’nda Sultan Abdülhamit’in gözleri önünde parçalayarak öldürürler.

31 Mart’a doğru giderken birçok şahsiyet gibi önemli rollerden birisini de Prens Sabahattin üstlenir, Prens hem İttihatçılara hem de Saray’a karşıdır. O günlerde denizci subaylarla bir toplantı yapar. Onun korkusu, yaklaşmakta olan “isyanın” Meşrutiyet karşıtı bir hal almasıdır, ne yapıp edip bunun önüne geçmek lazım! Toplantıda, isyan böyle bir hal alırsa, “Yıldız Sarayı’nı topa tutulması” yönünde bir karar alınır. (Bkz. Cami bombalama, Meclis bombalama!) Ali Kabulî Bey, bu karar doğrultusunda, zırhlısında görevli askerlerin asilere katılmasını engeller ve onlara bir konuşma yapar.

Konuşmasında “Padişah milletle kaimdir, milleti mahvetmek isteyen kim olursa olsun bu toplarla onu kahretmek boynumuzun borcudur” der ve “tahrikçi” askerler bu sözleri “binbaşı sarayı topa tutun” dedi diye etrafa yayarlar.

Padişah’ın hayatı tehlikededir!

Tahrikçileri başında Abanalı Osman Çavuş vardır.

*

Ali Kabulî Bey kamarasında uyurken, Bahriye neferleri odasına dalar, komutanın elini kolunu bağlayarak, geminin ambarına hapsederler. Rizeli Enes’in başını çektiği Bahriyeliler daha sonra Ali Kabulî Bey’i Azapkapı’daki Bahriye İtfaiye Taburuna götürürler.

Oradan da onu Yıldız Sarayı’na, Abdülhamit’in huzuruna çıkarmaya karar verirler.

Onu kafesli bir erzak arabasına kapatıp yola çıkarırlar. Bu şekilde sokaklarda gezdirilmesi ahalide bir paniğe yol açar, bir savaş gemisinin komutanının böyle bir muamele görmesi görülmüş, duyulmuş şey değildir.

Saray’a yakın bir yerde arabadan indirirler. Elleri arkasından bağlı, üniforması kana ve toza bulanmış kaptan askerlerin arasında, tekme ve dipçik darbeleriyle yerde sürüklenerek Yıldız’a getirilir. Yüzü gözü tanınmaz haldedir, elbisesi lime limedir, beyaz iç donu kızıl kana bulanmıştır, üniforması paramparçadır.

Bahriyeliler, Saray’ın önünde Muhafız Kıtası İmamı Sadık Hoca’ya askerlere bir konuşma yapmasını ve dua etmesini isterler. İşin kötü bir yere doğru gittiğini gören imam, daha çok tahrik edici değil, teskin edici bir konuşma yapar, askerler bu konuşmadan memnun kalmaz, bu kez Tabur imamlarından Murad Efendi’den bir konuşma yapmasını isterler. Murat Efendi Laz’dır, yüksek bir yere çıkar, Karadeniz şivesiyle heyecanlı bir konuşma yapar, tekbir getirir, dua eder. Bu dua askerleri daha da coşturur.

*

O sırada Yıldız’da olup bitenleri kaygıyla izleyen Sultan Abdülhamit, İttihatçılara karşı ayaklanmış olan isyancılara İttihatçıların hiç tepki vermemesi üzerine düşünmektedir. Sultan Abdülhamit, polisiye roman müptelasıdır, o romanlarda olduğu gibi bir hadiseyi çözmede “tümevarım” metodunu doğru bulanlardandır. Polisiyede esas olan, “cinayette kimin çıkarı var” sorusuna bulunacak cevaptır. Bu yüzden katil uşak veya bahçıvan değildir. Maktulün ölümü kime yarıyorsa katil odur…

Sahi, bu isyan kime yarıyor? Kendisine ve zaten yürürlükte olan “şeriatı” getirmek isteyenlere yaramadığı kesin! O halde?

Bu düşünceler içinde olup bitenleri tartıp biçerken kafasında Ali Kabulî Bey’in bahriyeliler tarafından Saray’a getirildiğini öğrenir.

Kaygılı bir yüz ifadesi ve ürkek adımlarla Saray’ın bahçeye bakan penceresine doğru yürümeye başlar.

*

Ali Kabulî Bey’i Mabeyn nöbetçi kulübelerinden birisine kapatmış olan isyancılar padişahın pencereye çıktığını önce görmezler.

Bitkindir, her yerinden kan sızıyor, canı yanıyor, ağzı kurumuş, dili damağına yapışmış, bir tas sudan başka hiçbir dileği yoktur Allah’tan.

Tam bu sırada askerler, balkondaki padişahı fark ederler.

Askerlerle Sultan arasında bir konuşma geçer. Askerler, Ali Kabulî Bey’in sarayı topa tutacağını söylerler padişaha, padişah emri kimden aldığını sorar, askerler Bahriye Nazırı Vekili Emin Paşa’dan cevabını verirler. Sonra da hep birlikte, “İdamını isteriz”, “ferman Padişahımızındır” diye bağırırlar.

Padişah, Ali Kabulî Bey’i görmek istediğini söyler askerlere.

Apar topar onu kulübeden çıkarıp huzura getirirler. Kabulî Bey padişahı askerce selamlar. Padişah, “Sizin için neler söylüyorlar Kaptan Bey!” der. Ali Kabulî Bey, titrek bir sesle, “Asâr-ı Tevfik Zırhlı-i Hümayunu Süvarisi Binbaşı Ali Kabulî kulları, Şevketmeab Efendimize Allah uzun ömürler ihsan buyursun. Askerlerin şikâyetleri, hakaretleri cahilanedir, iftiradır, eser-i teşviktir Şevketli Padişah’ım,” der ve heyecandan sesi kısılır, gerisini getiremez. Bunun üzerine Padişah askerlere “Onu bana teslim edin. Ben tahkik ederim,” der ve orada bulunan görevlilerden de Ali Kabulî Beyin güvenli bir şekilde karakola götürülmesini ister ancak kalabalığın çıkardığı gürültüden sözleri doğru anlaşılmaz, görevlilerden birisi askerlere gür bir sesle “mahzene götürmenizi irade buyurdular!” der.

Bahriyeliler, komutanı önlerine katarlar. Kafile köşeyi döner dönmez süngülü bir asker süngüsüyle kaptanın sırtını dürter, “yürü hain,” der. Bunu gören başka bir nefer ise süngüsünü daha hızlı dürter. Arkasından onlarca süngü üşüşür kaptanın bedenine. O lahza delik deşik olur bedeni, olduğu yere yığılır, etrafında bir kan gölü oluşur hemen. Bir asker, ortaya çıkmış olan tenasül organına bakar ve var gücüyle bağırır:

“Sünnetsizmiş! Gavurmuş!”

*

“İttihâd-ı anâsır” düşüncesinden hareket eden İttihat ve Terakkî Cemiyeti, mümkün olduğu kadar çeşitli milletlerden (Arnavut, Bulgar, Rum, Sırp, Makedon vb) gönüllülerden oluşturduğu “Hareket Ordusu”nu isyanı bastırmak üzere 14 Nisan’da Selanik’ten İstanbul’a trenle sevk eder. Ordu kısa sürede isyanı bastırır. Daha sonra kurulan Divan-ı Örfi’de yargılamalar başlar, birçok idam cezasının yanında Ali Kabulî Bey’in öldürülmesinde dahli bulunan bahriyeli askerler ve dualarla onları gaza getiren tabur imamıyla birlikte 23 kişi idam edilir.

*

Polisiyeye meraklı Abdülhamit haklı çıkar. Bu isyandan tek kârlı çıkanlar İttihatçılar olur.

İttihatçılar Şeyhülislam’dan aldıkları “hal fetvasını” Padişah’a okumak üzere Yıldız’a bir heyet gönderir. Heyette Draç mebusu jandarma mirlivası Esat Toptani Paşa, Selanik Mebusu Emanuel Karasu, Ermeni Katolik Cemaati temsilcisi Aram Efendi ve Ayan Meclisi’nden Gürcü Arif Hikmet Paşa vardı. Abdülhamit’in heyeti görünce “Bir Türk padişahına, bir İslam halifesine hal kararını bildirmek için bir Arnavut, bir Yahudi, bir Ermeni’den ve bir nankörden başkasını bulamamışlar mı?” dediği rivayet edilir.

Sultan’ın, “milletin arzu ve amali” karşısında boynu kıldan incedir; tahttan iner,Selanik’e sürgüne gider.

*

31 Mart Vak’asına kadar, İttihatçılar İstanbul’un efendisi değildi. Yurtları Selanik’ti, bağlı oldukları Üçüncü Ordu oradaydı. O ordu İstanbul’a gelmeden, İstanbul onların olmayacaktı!

Bu “isyan” onlar için mükemmel bir fırsat oldu. İstanbul’a geldiler ve iktidara tam anlamıyla çöreklendiler.

O günden itibaren Osmanlı münevverleri arasında yaygın olan “Osmanlıcılık” ve “Ümmetçilik” fikri, yerini etkisini bugün de sürdüren “Türkçülük” anlayışına bıraktı.

Şimdi asıl görev başlıyordu; büyük darbeyi, “Bab-ı Ali Baskınını” tezgahlamak…

İttihatçılar hemen işe koyuldular.

*

Yahu 31 Mart 2024’te; gündüz gözüyle beyaz at sırtında Babı-ı Ali’ye baskına değil, şehremini seçmek için sandık başına gideceğiz.

Ne hareketi ne ordusu Zülfü Abi?

*

(Not: Daha önce başka bir vesileyle yayınladığım, bugün bazı eklemeler yapıp bazı bölümlerini çıkardığım bu yazı için, Sıddık Yıldız’ın “DergiPark”ta Aralık 2017’de yayınlanmış olan “31 Mart İsyanından Bir Olay İncelemesi: Asâr-ı Tevfik Zırhlısı Komutanı Ali Kabulî Bey'in Öldürülmesi” başlıklı makalesinden yararlandım.)

QOSHE - Zülfü Livaneli'yi coşturan 31 Mart darbesi! - Muhsin Kızılkaya
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Zülfü Livaneli'yi coşturan 31 Mart darbesi!

98 5
17.01.2024

Yaşlanmak güzel değildir belki ama güzel yaşlanmak, güzeldir. Kendisiyle barışık insanlar güzel yaşlanır. Saçları beyazlar, sakalları kırlaşır, yüzünün derisi buruşur; “olsun” der “yaşlanmak zaten budur”, kendini o haliyle daha çok sever, merhamet akar böylelerinin yüzlerinden, Hulusi Kentmen gibi babacan ihtiyarlar bunların arasından çıkar.

Ama eğer bir insan yaşlılığını sevmiyorsa, ihtiyarlıkla baş etmek, kırışıklıklarını gizlemek için gerdirilmiş bir yüzle çıkıyorsa insanların arasına, o insan kendisiyle barışık değildir; kendisiyle barışık olmayan insanlar güzel yaşlanmaz.

Ne yazık ki öfkeli, sinirli birçok Kemalist gibi Zülfü Livaneli de güzel yaşlanmadı. Çok partili hayatla yaşıt olan Livaneli, bu yaştaki her olgun ihtiyardan (hele sanatçıysa) beklenecek; ayrıştırmadan uzak, uzlaştırıcı, hikmetli sözler söylemek yerine, 31 Mart’ta yapılacak olan seçimleri “gerici” ve “ilerici” diye ayırdığı iki ordunun karşılaşmasına benzetti. Benzettiği hadise de bundan tam 115 sene önce vuku bulmuş olan 31 Mart darbesiydi, sözleri şöyle:

“31 Mart seçimlerini ya gerici ordular, avcı taburları ya da Hareket Ordusu kazanacak. (Livaneli, bunu dedikten sonra yanındaki İmamoğlu’nun elini havaya kaldırarak şöyle devam etmiş) Hareket Ordusu’nun kazanacağına ben çok inanıyorum.”

Peki Livaneli’nin sözünü ettiği 31 Mart’ta ne olmuştu? Gerçekten de “gerici” ordu mensupları ile “ilerici ordu” mensupları karşı karşıya mı gelmişti? Avcı taburlarını İstanbul’a kim göndermişti? Alayı gerici miydi? Yoksa “gerici” dediği Avcı Taburlarını, “ilerici” dediği İttihatçılar, İstanbul’a geliş vizesi için mi kullanmışlardı?

31 Mart 1909 darbesi üzerinden tam tamına 115 sene geçti. Darbe hâlâ birçok yönüyle karanlıkta. Kim tertipledi, İttihatçılar mı, Abdülhamit mi, İngilizler mi hâlâ tarihçiler tartışıyor bu meseleyi ama tartışılmayan tek bir şey var, o da bu darbe o zamana kadar Selanik’ten İstanbul’a gelmenin bir yolunu arayan İttihatçılara bu şehrin kapılarını açtı, açmakla kalmadı, İttihatçıların Selanik’ten gelip İstanbul’a yerleşmelerine, ardından Bab-ı Ali baskınıyla kesin ve mutlak iktidarı ele geçirmelerine imkan sağladı. Yani darbe, sadece ama sadece İttihatçılara yaradı.

31 Mart 1909 tarihi Rumi takviminde 13 Nisan’a tekabül ettiği için “31 Mart İhtilal-i Askeriyesi” adıyla bilinen bu elim hadise bu tarihle anılıyor.

Askeri darbeler tarihinin birçok ilki bu olayla başlıyor. “İrtica tehlikesi” ilk defa siyasal literatürümüze o günden itibaren girdi. (“Bölücülük” henüz icat edilmemişti, 1970’li yılların “anarşistlerinin” babaları da henüz doğmamıştı.)

Askerin siyasete fiilen karışması da ilk olarak bu hadiseyle yoğun olarak başladı. Bir askeri darbe girişimi dış destek olmadan (olayda İngiliz-Alman parmağı vardı) başarılı olamaz kuralı da o gün işletildi. Ve en önemlisi, bir askeri darbe ortamı nasıl yaratılırın mükemmel bir örneğidir o gün… Dahası bir askeri darbe öncesinde, onu hazırlamak için ne tür kumpaslar kurulur, kim nasıl bir kılığa sokulur, moda deyimiyle “darbe mekaniği” nasıl işletilir, hedef nasıl şaşırtılır gibi hayati meseleler hep o gün tedavüle sokuldu.

Bir de 31 Mart, İttihatçıların dört sene sonra yapacakları büyük darbenin, meşhur “Bab-ı Ali Baskını”nın da altlığını oluşturdu.

İttihatçılar 2. Meşrutiyeti Sultan Abdülhamit’e ilan ettirdiler ama tam anlamıyla “muktedir” olamadılar. Hatta İstanbul’a bile gelemediler, bağlı oldukları 3. Orduyla birlikte Selanik’te kaldılar. Ama “meşrutiyete göz kulak olsunlar” diye İstanbul’a üç Avcı Taburu gönderdiler, taburun başında Resneli Niyazi’yle birlikte dağa çıkmış olan Hamdi Çavuş vardı.

Kısa sürede kaos baş gösterdi İstanbul’da. Prens Sabahattin’in Ahrar Fırkası ile İttihat ve Terakki Cemiyeti çekişmesi, bugünkü çekişmeden daha şiddetli bir hal aldı. Rejim değişikliği yüksek sesle ifade edildi. İdamından sonra İngiliz ajanı olduğu söylenen Volkan gazetesi başyazarı Derviş Vahdeti kışkırtıcıların en önündeydi. Hemen arkasından Serbesti gazetesi başyazarı Hasan Fehmi, Kürt Mevlanzade Rıfat sanılarak, “al sana Mevlan” diyerek Galata Köprüsü üzerinde İttihatçıların silahşorları tarafından öldürüldü, katil iki tarafı da polis kontrolünde olan köprüden elini kolunu sallayarak kaçtı.

Ordu içinde “mekteplilerle” alaylılar çatışması ayyuka çıktı. İttihatçılar dışında kalan “alaylılar” ordunun üçte ikisini oluşturuyordu. Alaylılar buldukları her fırsatta “namaz bahanesiyle” eğitimden kaçıyor, İttihatçılar ise onların etkisini kırmak için modern bir ordu kurmak istiyorlardı. O zamana kadar din adamları askerlikten muaftı. Bu yüzden Anadolu’da gençler askere gitmemek için medreselere kayıt yaptırıyordu. İttihatçılar, Mart başında din adamlarının da askere alınmasını sağlayan bir kanun çıkardılar ve fitil ateşlendi.

İşin ilginç yanı, Meşrutiyetle birlikte ayrıcalıklarını kaybetmiş din adamları, şeriat sisteminin gevşediğine inanan ulema, İttihatçılara diş bileyen muhalifler değil, 12 Nisan’ı 13 Nisan’a bağlayan gece İttihatçıların “Meşrutiyete göz kulak olsunlar” diye Selanik’ten getirdiği 2. ve 3. Avcı........

© Habertürk


Get it on Google Play