1.

Modernite’nin yayılma sürecinde ilk ceridemiz ya da gazete veya mecmuamız yahut dergimiz olan el-Urvetü’l Vuska! Bu ceride 140 yıl önce mevcut zaaflarımızı ve ataletimizi ıslah etmek, Batılı paradigmanın zihni ve fiili kuşatmasını aşmak için kullandığımız ilk etkili iletişim ve tebliğ aracımız idi.

2.

Mekke’de ve diğer cahili hayatlarda karanlığı yaşayan insanlara hakkı ve ilahi korunmuş aydınlığı göstermek için cihanşümul / evrensel bir yol olarak Rabbani hitap Kur’an vahyi nazil olmuştu. O vahyin sosyalleştirilmesinde de ilk örneğimiz Yüce Allah’ın Elçisi Abdullah oğlu Muhammed idi. O ve onunla birlikte olanlar “tertilen talim” ettikleri ilk ayet kümelerini basiret üzere ilkin Mekke ahalisine tebliğ etmek için Mekke örfü içinde yer alan “davet, himaye, i’laf, panayır, eman” gibi cahili sistem içi araçları vahyi ilkeler ve âdab içinde kullanmışlardı.

19. yüzyılın başından itibaren iletişim vasıtası olarak gazete ve mecmua basım ve yayımı Avrupa modernitesi içinde üretilen Batı paradigmasına ait sistem içi bir araçtı. Önce ümmet olarak dağınıklığımızı, kaynağımızın asıl ölçülerinden uzaklaşmışlığımızı aşmak azmindeki Mısırlı ve Hindistanlı “rasihun” ve “muslihun”dan olan “ulu’l el-bab” ile hizmet ehli âkil adamlarımızla kurulan ve adını "Tağut'u inkar edip Allah'a inanan kimse kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa (el-urvetü'I-vuska) sarılmıştır." (2/256) mealindeki ayetten alan Urvetü’l Vuska adlı dayanışma ve ıslah heyeti veya gönüllü mücadele teşkilatı kurulmuştu. Urvetü’l Vuska, Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh önderliğinde İttihad-ı İslam emelini ve genel ıslah projesini güçlendirmek, İslami kanaat önderleri ile irtibat sağlamak amacıyla bu modern basılı aracı edinmek ve kullanmak istemişti. Ve Batı cahiliyesinin etkili iletişim aracı olan bu matbu teknolojik ürün, “el-Urvetü’l Vuska” ceridesi ismi ile 13 Mart 1884 yılında Paris’te yayınlanmaya başlandı. Bu gazete veya mecmua ile birlikte ümeradan ulemasına kadar güç ve irtibatları dağılmış olan dünya müslümanlarının ulu’l el-bab’ı / selim akıl sahipleri arasında el-Urvetü’l Vuska ilk defa matbu yayın formunda değerlendirilen bir iletişim aracı oldu ve uyanış rüzgârını güçlendirdi..

3.

Zaaflarımızı fırsata çeviren Mekkeli atlılarla kuşatılarak Uhud’da uğradığımız mağlubiyet gibi, 19. yüzyılda da tuzağa düşmüş mağlubiyetler sürecine düçar olmuştuk. Hem zindeliğimizi ıslah ve ihya etmenin hem küffâra karşı direnişin imkânları peşindeydik.

4.

Cezayir düşmüş; Mısır zemini peş peşe Fransızlar ve İngilizler tarafından delik deşik edilmiş; Osmanlıların Balkanlar ve Makedonya’daki tabii mecrası heyelana uğramış; Ruslar batıda Ayastefanoz’a / Yeşilköy’e, doğuda Bitlis, Erzurum, Trabzon’a kadar gelmişlerdi. Şah Veliyullah Dehlevi ile yükselen Hindistan kıtasındaki İslami uyanık ve tebliğin kazanımlarını korumak için oğulları ve diğer talebeleri İngiliz sömürüsü ve işgaline karşı ölüm kalım mücadelesi vermeye başlamışlardı. Zaten Kızıl Deniz’in açıldığı Hint Okyanusu’nda Bağdat, Endülüs, Sicilya medreselerinde geliştirilen fen bilimleri ve teknik bilgiyi emperyal amaçlarla edinerek Sanayi Devrimi’ne yürüyen yeni Avrupa güçleri, geliştirdikleri araç ve silah teknolojiyle müslümanların kalyonlarının önüne Rabbimizin deryasında barikatlar oluşturmuşlar, seyahat özgürlüğünü kısıtlamışlardı.

5.

Müslüman halkların yönetici elitlerinin, subay sınıfının, okumuş gençlerinin önemli bir kısmı tarihi süreç içinde yitirdiğimiz “nimet”i itikadi, ameli ve teknik olarak yeniden ihya etmek yerine, güçlü olabilmek için galiplere benzeme mukallitliği peşine düşmüşlerdi. İçimizdeki Garpzede Genç Osmanlılardan çoğalan seküler uluslaşma hayranı Jön Türkler, Jön Kürtler, Jön Araplar (Fetât hareketi), Jön Farslar vd. de bu çıkmaz patika sapaklarında ısırgan otu gibi boy atmışlardı.

6.

Tarihi düşkünlüğümüz ile ilgili temel soruyu ilk defa duyulacak şekilde Cezayir’de Frankafon bir eğitim alan ama ıslah öncülerimizden Abdülhamid bin Badis mektebinin uyarılarına kulak veren Malik bin Nebi gündemleştirmişti: “Mağlup mu olmuştuk, sömürüye müsait hale mi gelmiştik?”

Düşmanımıza küresel gücü ele geçirdiği için âşık olmamalıydık. Mağlubiyeti ve çözülmeyi aşmak, kimliksel melez eğilimlerden kurtulmak için zaafiyetler barındıran kültürümüzle değil, onu da ıslah edecek olan fıtratın ve mutlak ilmin kaynağı ile yeniden buluşmamız gerekmekteydi.

7.

Uzun erimli bir mücadele sürecinin safhalarını bir mekânda ya da bir memlekette aşama aşama oluşturma ve örnek bir sosyal modele dönüştürme çabaları, yıkım ve mağlubiyetlerin kesinleşmesinden sonra yapılması gereken önemli bir hamleydi. Önce zaaflar da taşısa kendini İslam’a nispet eden mevcudu korumak gerekliydi. Ancak bozulma ve mağlubiyet nedenlerimiz nass temelli müzakere ve “teakkul” edilmeliydi. Tarihi şartlarla kayıtlı eski ilm-i hallerimizi sürekli tekrar eden taklitçiliği durdurup, değişen vakıa ve sabit nass temelli yenilenen içtihadlarla yeni ufuklara açılmalı yani ilmihalimiz yeniden güçlendirilmeliydi. Ve kuşatma altındaki bütün ümmet coğrafyasında, imkânlarımızı ıslah etmek niyetiyle “var kalma” mücadelesi öncelikliydi. Camii ve mescidlerimizin, mezarlık ve vakfiyelerimizin gök kubbesini kuşatan ezan çağrıları da, Kitab’ımız da, kıblemiz de birdi. Ama Modernite’nin “ilerlemecilik” büyüsü ile bütünleşmiş Batılı yayılmacıların temel hedefi müslümanların zayıflayan gücünü tamamen tasfiye etmek ve ümmet coğrafyasında bizleri kendi batıl hayat tarzlarıyla asimilasyona uğratıp sömürü pazarını büyütmekti. Kimliğimizin üstüne çökmek isteyen bu heyelan karşısında ilkin aidiyet duyduğumuz isim olarak var kalmak zorundaydık. el-Urvetü’l Vuska’da en çok vurgulanan konulardan birisi buydu: İttihad-ı İslam.

Var olan dağınık parçalarımızı Afganistan’dan, Hind Kıtası’ndan İran’a; Bilad-ı Rum’dan, Bilad-ı Şam’dan, El-Cezire’den Mağrib’e; Bosna’dan, Makedonya’dan Yemen’e; Sudan’dan, Trablusgarb’dan Kazan’a kadar birbiriyle irtibatlandırmak, İttihad-ı İslam’ı güçlendirmek; müstevlilere karşı zihinlerde ve fiiliyatta bir direniş zinciri oluşturmak zorundaydık. İlk elde anın vacibi buydu. Bunun için de, ilmin kaynağı ile hayatın içindeki sorunlarımızı çözmek için kurulan canlı ve istişari temaslar sürecinde “tefekkuh” ve “tedebbür” eden öncülerimiz birikim ve gözlemlerini buluşturmak için Uzak Asya’dan Atlas Okyanusu kıyılarına, çöl ikliminden step iklimine kadar kan ter içinde sürekli koşuşturdular. Bu çabalar sonucunda kelime-i tevhid bilinci ile yükselen uyanış ve birliktelik şiarının dalgalanan en belirgin ilk bayrağı el-Urvetü’l Vuska ortaya çıktı. Temel stratejisi ne reform, ne modernizm, ne kör taklitçilik veya “müdahane” yani melez kimliğe sığınan muhafazakârlıktı… Temel strateji, bütün resullerin hayatlarıyla örnekliğini gösterdikleri ıslah mücadelesi idi ve “muslihun” ile birlikte olabilmek, birlikte yürüyebilmekti…

8.

Islah, bozulanı-pörsüyeni fıtratla ve vahiyle buluşturup yeniden dipdiri, zinde ve pak hale getirmek çabasıydı. Kitab-ı Kerim’de kullanılan “ıslah” kavramı, her türlü zulüm, kir, sömürü ve şirkten arınıp kaynakla buluşmak, korunmuş olan münzel vahyin gösterdiği asli çizgiler üzerinden yeniden ayağa kalkmak demekti. Islah, tarihi sürecimiz içinde İbn Tümerd’in, İbn Teymiye’nin, Veliyullah Dehlevi’nin ıslah çabalarını, modern çağın karanlık cahili ölçülerinden sıyrılarak, kötülük odaklarından hicret ederek tazelemek, “hak" olanı yeniden gündemleştirmek demekti. Bu çabaların tomurcuk veren ilk çiçeklenmesini 19. yüzyılın son onlu yıllarında el-Urvetü’l Vuska ile görebildik. Üstelik ıslah, irtibat ve tebliğ amacıyla kullanılan bu basın aracı Modernite’ye ait sistemin bir ürünüydü. Ama bu araç 20. ve 21. yüzyıla uzanan tevhidi uyanış ve mücadele sürecimizin tarihi açısından da bir köprüyü, bir mevsukiyeti ifade ediyordu.

9.

Eski gazeteler veya dergiler arşivlendiği takdirde, onların taşıdığı tarihi gerçekliği hadis alma yollarının en alt derecesi olan “Vicade” tarzı senetsiz bilgi bulma yöntemi ile aynılaştırmamamız gerekir. Bu mevkuteleri kimlerin çıkarttığı, hangi matbaada kaç tarihinde basıldığı ve metnin sabitliği hep kayıt altındadır.

Halkla veya halk arasında iletişim aracı olarak ilk defa M.Ö. Çin’de ve Eski Mısır’da duvar gazetelerinin var olduğuyla ilgili tarihi rivayetler söz konusudur. Bu iletişim aracının fonksiyonunu bir aşama daha ileriye taşıyan Muhammed Aleyhisselam’ın varaklar, papurüst veya deriler üzerine yazılmış “davet mektupları” oluşturmuştur.

Kâğıt, İslam dünyasına doğudan gelen ticaret kervanlarıyla MS 8. yüzyılda ulaşmıştır. Avrupa’da ise kâğıt bizden 3-4 asır sonra üretilmiştir. Metal baskı olarak matbaa ilk olarak J. Gutenberg tarafından Avrupa’da 1447 yılında kullanılmıştır. 17-18. yüzyıllarda Avrupa ve Amerika’da dergi ve gazete Batılı paradigmanın etkin iletişim aracı olarak değerlendirilmeye başlanmıştır.

Hilmi Ziya Ülken “Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi”nde Kostantinapolis’in 1453’teki fethinden sonra bu şehirde kullanılmaya başlanan matbaada İncil baskıları yapıldığını belirtir. Ancak II. Mahmud döneminin İstanbul’unda 1831 yılında Fransızca yayınlanmaya başlanan Moniteur Ottoman adlı günlük gazete üç ay sonra Osmanlı Türkçesiyle Takvim-i Vekayi adı ile yayınına devam eden ilk süreli yayın olur. Bu tarihten daha önce modernleşme hamleleri yapılan Mısır’da Vekâyi-i Mısriyye gazetesi ise 1828'de Osmanlı Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından Türkçe ve Arapça olarak bastırılmaya başlanmıştır. Türkçe ilk dergi Vekayi-i Tibbiye de 1849 yılında yayınlanmıştır.

Ancak ıslah ekolünün 1884 yılında çıkan el-Urvetü’l Vuska ceridesi ise İslami tebliğ ve mücadele hareketlerinin mevsukiyet ifade eden ilk basım-yayım organı olmuştur.

10.

İlk sayısı 13 Mart 1884’te Paris’te yayınlanma imkânı bulan el-Urvetü'l-Vuska'nın yayını aynı yılın 26 Eylül’üne kadar 18 sayı sürdürülebilmiştir. el-Urvetü'l-Vuska'nın bütün yazıları naşirleri tarafından planlanıyor, muhtevası istişare ediliyor ve sonra da Abduh'un kalemiyle şekil alıyor veya yazının son şekli onun redaksiyonundan geçiyordu; zira yazıların has Arapça olmasına dikkat ediliyordu. Ayrıca yazılarda müellif adı da kullanılmıyordu.

Dergi, İslam ülkelerine bedava gönderiliyordu. Her sayının ilk sayfasında "Tüm Doğu ülkelerine ücretsiz gönderilir. Durumu iyi olanlar için posta ücreti yıllık 5 Frank olarak tesbit edilmiştir." ifadeleri yer almaktaydı. Dergiyi ekonomik yönden “Urvetü'l-Vuska” teşkilatı finanse ediyordu.

Derginin İslam dünyasında ve halkı müslüman olan İngiliz ve Fransız sömürgelerinde oluşturduğu İslami uyanış ve direniş bilinci, birbiriyle rakabet içinde olan Avrupalı emperyal devletleri teyakkuza geçirdi. Derginin Paris’te yayınlanması sorunlarla karşılaşınca; ve en yaygın olarak okunduğu Hindistan ve Mısır’da İngiliz güçlerinin yasal düzenlemeleri ile bulundurma veya taşıma halinde ağır sayılacak para ve hapis cezaları getirilince dergi yayınını durdurmak zorunda kaldı.

el-Urvetü’l Vuska , sömürgecilik rekabeti nedeniyle Fransa’nın, İngilizlere karşı Müslümanların etkinliklerine daha müsamahakâr olduğu bir süreç aralığından yararlanarak Paris’te yayınlanmaya başlamıştı. Ama bu sözde özgürlük süreci ancak 6-7 ay sürmüştü. Zaten saltanat rejimlerine dayanan ümmet coğrafyasındaki devletlerin istibdat baskısı altında böyle bir yayın yapmak imkânı da yoktu.

11.

el-Urvetü’l Vuska’yı bütünsel olarak tasnifliyerek okurken de; Afgani ve Abduh’un biyografilerine değinen Muhsin Abdulhamid, Ali Seleş, Ayetullah M. Mutahhari, Hayrettin Karaman gibi müelliflerimizin onların ve basın hayatımızda söz konusu olan ilk süreli yayınımızın mesaj ve perspektifleri hakkında yazdıklarını değerlendirdiğimizde de idrakimizde beliren temel ıslah programını şu beş madde ile özetlemek mümkündür:

1. Kur’an ve Sünnet’e dönüş çabaları önceliklidir

2. Değişen üretim tarzları ve modern sorunlar karşısında içtihad keyfiyeti ön plana çıkartılmalıdır.

3. Kimliksel bunalımlara ve atalete sevk eden bid’at ve hurafelerden din kültürümüz arındırılmalıdır.

4. Sömürgecilere karşı mücadele edilmeli ve İttihad-ı İslam / İslam birliği dayanışması örgütlenmelidir.

5. Yönetimde istibdat anlayışına tavır alınmalı, “ulu’l-emr” heyetli şura emri uygulanmalıdır.

Kazan’dan Tatar Şehabettin Mercani’nin ıslah müfredatı, bu programla birçok noktada paralelleşmişti. Dikkat edilecek olursa 1898’de Muhammed Abduh’un yardımıyla M. Reşid Rıza editörlüğünde Kahire’de çıkmaya başlayan el-Menar; 1908’de İstanbul’da çıkmaya başlayan Sırat-ı Mustakim / Sebilurreşad; 1925’te A. Bin Badis öncülüğünde Cezayir’de yayınlanmaya başlayan eş-Şihab; 1927’de Hindistan’da çıkan ve daha sonra da Mevdudi’nin editörlüğünü yaptığı Tercüman-ı Kur’an; 1936’da İbn Âşur öncülüğünde Tunus’ta çıkartılan Mecelletu’z-Zeytuniyye adlı süreli yayınlarda bu program ve yayın müfredatı hem uygulamalı olarak takip edildi hem geliştirildi. Ayrıca Urvetu’l Vuska teşkilatının takip edip yaygınlaştırılması için çaba sarfettiği bu program İhvan-ı Müslimin’ce de, Cemiyetü’l Ulemâi’l-Müslimin’ce de, Cemaat-i İslami tarafından da, Nahda Hareketi’nce de, İran’da bir miktar hissedilen usuli arınma hareketi mensubu da bu dergi havzalarında mayalandı. Islah çabaları içinde değerlendirebileceğimiz bu çevrelerin takip ettikleri program büyük ölçüde Afgani-Abduh çizgisinin ve Urvetu’l Vuska tezlerinin devamı niteliğindedir.

“El-Urvetu’l Vuska”, küreselleşme yolunu tutan modern cahili sistemde tebliğ ve irtibat amacıyla çıkartılan İslami hareketlerin ilk ve örnek dergisidir. Bu dergi ile zorunlu içtihadi çözümlemelere öncülük yapılmış ve bugünkü müslümanları da ilgilendirecek bir şekilde kuşatıldığımız cahili sistem içinde sistemin bir aracının nasıl kullanılabileceğinin ilkeleri gösterilmiştir.

12.

Türkiye’de el-Urvetü’l Vuska ve yayıncıları hakkında ilk bilgilerimizi 1908 yılında yayınlanmaya başlayan ve baş muharrirliğini Mehmet Akif’in yaptığı Sırat-ı Mustakim ve sonrasında Sebilürreşad mecmualarından, son dönem ıslah öncülerimizin teliflerindeki satır aralarından ve hatıratlarından öğrenmiştik. Urvetü’l Vuska ıslah teşkilatının sözcüsü konumundaki Cemaleddin Afgani, aynı zamanda bu ceridenin de Muhammed Abduh’la birlikte fikri ve siyasi analizlerinde şura üyesi donanımına ve fonksiyonuna sahip bir naşiriydi.

Afgani’nin etkinlikleriyle ilgili kamuoyuna yansıyan ilk itirazlar sömürgeci İngilizlerden gelmişti. Sonunda Afgani Hindistan’dan Mısır’a sürülmüştü. Sonra 1870’te Sultan Abdülaziz tarafından Daru’l Fünun’un açılış töreni için İstanbul’a davet edilmişti. İstanbul’da halka açık konferanslarında ıslah anlayışı içinde uyarıcı ve dönüştürücü tezleri karşısında Saltanat Sistemi sözcüleri ve Şeyhülislam Hasan Fehmi Efendi, Afgani’nin ifadelerini saptırarak hatta iftiraya dönüştürerek basında ve tamimlerinde beyanlar oluşturmuşlardı. Afgani’yi mülhidlikle suçlayan bu saptırılmış beyanlara karşı olayın hakikatini aydınlatan Mehmet Akif’in Sırat-ı Mustakim’de kaleme aldığı açıklamalarını, rahmetli İsmail Kazdal alıntılayarak “Modernleşmek mi İslamlaşmak mı?” kitabında yer vermişti. 1870’li yıllarda oluşturulan karalama ve iftiralara dayanarak Afgani’yi Fikir ve Sanatta Hareket dergisinde 1972’de eleştirip tezyif etmeye çalışan Cemil Meriç’e gerekli cevabı aynı dergide Hayrettin Karaman vermişti. Ama hala Türkiye’de Osmanlıcılık asabiyesini, milli dindarlığı veya mezhepçilik ve batinilik taassubunu aşamayan bazı müelliflerin tezviratları da zaman zaman gündeme gelebilmektedir. Bu bağlamda bir tezvirat konusu da onun Abduh’la birlikte İskoç Mason Locası mensubu olduğu dedikudusudur. Oysa Afgani hakkında biyografisi bulunan Mısırlı tarihçi Muhammed Ammara, Haksöz dergisi için yaptığımız röportajda bu tarz dedikodu ve ithamları cevaplayıp konuyla ilgili fıkhedilecek önemli bilgiler aktarmıştır. Abduh’un Fil Sûresi tefsirinde söz konusu asabiye mensupları tabiinden ve Zamahşeri’nin el-Keşşaf’ından alıntıladığı rivayetler üzerinden onu modernist ilan etme düşkünlüğünü sergilemişlerdir. Yine Afgani’nin yahudilerin yönetimindeki bir gazeteye Renan’ın İslam’la ilgili ithamlarına Arapça kaleme aldığı cevabi yazısını bu gazete mensupları saptırarak çevirip yayınladığını Hamit İnayet’in gösterdiği gibi Muhammed Hamidullah açıkça tespit edip ortaya koymuştu. Ama bu fasıkların uydurduğu metin üzerinden hala Afgani ve ıslah çizgisi dövülmeye çalışılmaktadır. Kaldı ki D. Cündioğlu da uzun bir makale ile bu konudaki tahrifatı Divan dergisinde yazdığı bir makalede göstermişti.

Ve sonunda Cemaleddin Afgani, Mısır’da tanıdığı, Şazeli direnişçi tasavvuf çizgisinden, direnişçi ıslah çizgisine katılımını sağladığı Muhammed Abduh ile birlikte editörlüğünü yaparak çıkarttıkları el-Urvetü’l Vuska mecmuasının çevirisi, 1987 yılında Yöneliş Yayınları’nı kuran arkadaş grubumuzun katkılarıyla Bir Yayıncılık tarafından Türkçe çevirisi yayınlandı. Dolayısıyla artık en azından Türkiye’de bu ceridenin muhtevası, mesajı ve ilkeleri hakkında mevsuk çeviri külliyatı üzerinden; bu yayının 19. yüzyıl sonu ve sonraki müslümanların dünyasındaki rolü ve sağladığı katkılar açısından konuşmak mümkündür.

13.

el-Urvetü’l Vuska mecmuasının yeni neşri için hazırladığı eserin öncesine bir ön yazı yazan Hâdi Hüsrevşahi, bu teşebbüsün yayın süreci, sonraki etkileri ve hakkında yapılan tartışmalar konusunda doyurucu bir çalışma yapmıştır. İ. Aydın tarafından yapılan Türkçe çevirisinde mecmuada yer alan makaleler ve haberler iki ayrı bölümde yayınlanmıştır. Makaleler 5 başlık altında işaret ettiğimiz ıslah müfredatının parça parça açılımlarıyla ilgiliyken; haberler bölümü ise Sudan’dan Bâb-ı Âli’ye, Mısır’dan Hindistan’a kadar müslümanları uyanış ve dayanışma konusunda veya düşmanları ve hileleri hakkında birinci elden bilgilendiriyordu. Örneğin Şarkiyatçılık ve Modenite’nin 20. yüzyılın son çeyreğinde ve 21. yüzyılda müslümanların temel kaynağı Kur’an-ı Kerim üzerinde kurduğu “tarihselcilik” tuzağının ilk teşebbüslerini, İngilizler’in 19. yüzyıl Hindistan’ında Ahmed Han Bahadır veya daha sonraki sıfatıyla Sir Seyyid Ahmed Han önceliğinde Kur’an yorumunu materyalist anlayışa hapseden tahrifatı nasıl desteklediğini veya tezgâhladığını el-Urvetü’l Vuska yayınladığı haberle birbuçuk asır öncesinden haber vermişti. Zaten İslam dinini, modernizmin değerleriyle sentezlemeye çalışan bu tahrifata karşı Afgani yazdığı ve yayınladığı “Natüralizme/Dehruniyyeye Reddiye” adlı kitapla da cevap vermişti. Bu çalışma bildiğimiz kadarıyla “modernist İslam” algısına karşı ıslah ekolünün yazdığı ilk reddiye idi.

14.

el-Urvetü’l Vuska’nın yayın müfredatına baktığımızda anlıyoruz ki Modernite’nin bu etkili basılı iletişim aracını kullanan Urvetü’l Vuska ekibi, bu aracın taşıdığı hadareti / Modernite’ye ait kültürü dengeleyecek bir yol bulmuş ve sonradan bu modern iletişim aracını kullanacak müslümanlara konuyla ilgili canlı ve uygulamalı bir fıkıh bırakmıştı. Resulullah (s) ve arkadaşlarının Mekke cahiliyesi içinde “i’laf, panayır, eman” gibi sistem içi araçları kullanırken dikkat ettikleri ölçüleri yakalayabilmişlerdi. Adeta Batı oluşumu içinde üretilen modern araçları kullanırken, Mekke cahiliyesindeki sistem içi araçları kullanırken sergilenen İslami fıkhın ölçüleri güncellenmiş gibidir. Bu bağlamda modern yayıncılık bağlamında dört ilke öne çıkartılmıştır:

15.

Vesayatten kurtulmak ve küffarın işgali sonucu mahkûmu olduğumuz ulusal cahili sistemleri aşmak için nasıl bir yol takip edeceğimiz hayatidir. Tabii ki dünden bugüne İslami “asıllar”a dayanmak üzere “değişkenler”le yani şartlara göre oluşturulan çeşitli içtihadi uygulamalarla katedilen yollar tekrar tekrar değerlendirilmeli ve geliştirilmelidir. Urvetü’l Vuska da istikamet üzere bir koşuydu. Konuyla ilgili şiirinin bir bölümünde Ö. Mahir Alper bu vakıayı şu mısralarıyla betimlemiştir:

“…vurur gecenin doruğuna

vurur yumruğunu

kalemin

ve mürekkebin şuuruyla

sarar merhamet dokunuşlarıyla

kardeşlerini sarar

mısır’da paris’te istanbul’da

özgürlük muştusuyla

diriliş onuruyla…

Son Gazze parkurundaki direniş mücadelesi de bu koşunun bir parçasıdır. Gazze-Filistin direnişinin önderi şehid İzzeddin Kassam, el-Urvetü’l Vuska mektebinin öğrencisiydi. Gazze’nin İslam Üniversitesi’nde ve mescidlerindeki baş muallimi şehid Ahmed Yasin de o mektebin etki alanında öğrenimini almıştı. O da, el-Urvetü’l Vuska mesajını ve hedeflerini yaşatabilmek için M. Reşid Rıza’nın Abduh’tan yardım alarak çıkarttığı el-Menar mektebinin öğrencisiydi. 21. yüzyılda hangi ıslah ve inşa çabası, tebliğ ve mücadele havzası ve dergisi el-Urvetü’l Vuska geleneğinin mektebinden kopuktur? Zaten de “Geleneğin ıslah ve ihyasından, geleceğin inşasına” azminin sürekliliğinde bir kopukluk olmasını kabul etmemeliyiz.

QOSHE - Yeniden ıslah ve direniş hamlemizin ilk sesi: “El-Urvetü’l Vuska” Dergisi - Hamza Türkmen
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Yeniden ıslah ve direniş hamlemizin ilk sesi: “El-Urvetü’l Vuska” Dergisi

16 0
13.03.2024

1.

Modernite’nin yayılma sürecinde ilk ceridemiz ya da gazete veya mecmuamız yahut dergimiz olan el-Urvetü’l Vuska! Bu ceride 140 yıl önce mevcut zaaflarımızı ve ataletimizi ıslah etmek, Batılı paradigmanın zihni ve fiili kuşatmasını aşmak için kullandığımız ilk etkili iletişim ve tebliğ aracımız idi.

2.

Mekke’de ve diğer cahili hayatlarda karanlığı yaşayan insanlara hakkı ve ilahi korunmuş aydınlığı göstermek için cihanşümul / evrensel bir yol olarak Rabbani hitap Kur’an vahyi nazil olmuştu. O vahyin sosyalleştirilmesinde de ilk örneğimiz Yüce Allah’ın Elçisi Abdullah oğlu Muhammed idi. O ve onunla birlikte olanlar “tertilen talim” ettikleri ilk ayet kümelerini basiret üzere ilkin Mekke ahalisine tebliğ etmek için Mekke örfü içinde yer alan “davet, himaye, i’laf, panayır, eman” gibi cahili sistem içi araçları vahyi ilkeler ve âdab içinde kullanmışlardı.

19. yüzyılın başından itibaren iletişim vasıtası olarak gazete ve mecmua basım ve yayımı Avrupa modernitesi içinde üretilen Batı paradigmasına ait sistem içi bir araçtı. Önce ümmet olarak dağınıklığımızı, kaynağımızın asıl ölçülerinden uzaklaşmışlığımızı aşmak azmindeki Mısırlı ve Hindistanlı “rasihun” ve “muslihun”dan olan “ulu’l el-bab” ile hizmet ehli âkil adamlarımızla kurulan ve adını "Tağut'u inkar edip Allah'a inanan kimse kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa (el-urvetü'I-vuska) sarılmıştır." (2/256) mealindeki ayetten alan Urvetü’l Vuska adlı dayanışma ve ıslah heyeti veya gönüllü mücadele teşkilatı kurulmuştu. Urvetü’l Vuska, Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh önderliğinde İttihad-ı İslam emelini ve genel ıslah projesini güçlendirmek, İslami kanaat önderleri ile irtibat sağlamak amacıyla bu modern basılı aracı edinmek ve kullanmak istemişti. Ve Batı cahiliyesinin etkili iletişim aracı olan bu matbu teknolojik ürün, “el-Urvetü’l Vuska” ceridesi ismi ile 13 Mart 1884 yılında Paris’te yayınlanmaya başlandı. Bu gazete veya mecmua ile birlikte ümeradan ulemasına kadar güç ve irtibatları dağılmış olan dünya müslümanlarının ulu’l el-bab’ı / selim akıl sahipleri arasında el-Urvetü’l Vuska ilk defa matbu yayın formunda değerlendirilen bir iletişim aracı oldu ve uyanış rüzgârını güçlendirdi..

3.

Zaaflarımızı fırsata çeviren Mekkeli atlılarla kuşatılarak Uhud’da uğradığımız mağlubiyet gibi, 19. yüzyılda da tuzağa düşmüş mağlubiyetler sürecine düçar olmuştuk. Hem zindeliğimizi ıslah ve ihya etmenin hem küffâra karşı direnişin imkânları peşindeydik.

4.

Cezayir düşmüş; Mısır zemini peş peşe Fransızlar ve İngilizler tarafından delik deşik edilmiş; Osmanlıların Balkanlar ve Makedonya’daki tabii mecrası heyelana uğramış; Ruslar batıda Ayastefanoz’a / Yeşilköy’e, doğuda Bitlis, Erzurum, Trabzon’a kadar gelmişlerdi. Şah Veliyullah Dehlevi ile yükselen Hindistan kıtasındaki İslami uyanık ve tebliğin kazanımlarını korumak için oğulları ve diğer talebeleri İngiliz sömürüsü ve işgaline karşı ölüm kalım mücadelesi vermeye başlamışlardı. Zaten Kızıl Deniz’in açıldığı Hint Okyanusu’nda Bağdat, Endülüs, Sicilya medreselerinde geliştirilen fen bilimleri ve teknik bilgiyi emperyal amaçlarla edinerek Sanayi Devrimi’ne yürüyen yeni Avrupa güçleri, geliştirdikleri araç ve silah teknolojiyle müslümanların kalyonlarının önüne Rabbimizin deryasında barikatlar oluşturmuşlar, seyahat özgürlüğünü kısıtlamışlardı.

5.

Müslüman halkların yönetici elitlerinin, subay sınıfının, okumuş gençlerinin önemli bir kısmı tarihi süreç içinde yitirdiğimiz “nimet”i itikadi, ameli ve teknik olarak yeniden ihya etmek yerine, güçlü olabilmek için galiplere benzeme mukallitliği peşine düşmüşlerdi. İçimizdeki Garpzede Genç Osmanlılardan çoğalan seküler uluslaşma hayranı Jön Türkler, Jön Kürtler, Jön Araplar (Fetât hareketi), Jön Farslar vd. de bu çıkmaz patika sapaklarında ısırgan otu gibi boy atmışlardı.

6.

Tarihi düşkünlüğümüz ile ilgili temel soruyu ilk defa duyulacak şekilde Cezayir’de Frankafon bir eğitim alan ama ıslah öncülerimizden Abdülhamid bin Badis mektebinin uyarılarına kulak veren Malik bin Nebi gündemleştirmişti: “Mağlup mu olmuştuk, sömürüye müsait hale mi gelmiştik?”

Düşmanımıza küresel gücü ele geçirdiği için âşık olmamalıydık. Mağlubiyeti ve çözülmeyi aşmak, kimliksel melez eğilimlerden kurtulmak için zaafiyetler barındıran kültürümüzle değil, onu da ıslah edecek olan fıtratın ve mutlak ilmin kaynağı ile yeniden buluşmamız gerekmekteydi.

7.

Uzun erimli bir mücadele sürecinin safhalarını bir mekânda ya da bir memlekette aşama aşama oluşturma ve örnek bir sosyal modele dönüştürme çabaları, yıkım ve mağlubiyetlerin kesinleşmesinden sonra yapılması gereken önemli bir hamleydi. Önce zaaflar da taşısa kendini İslam’a nispet eden mevcudu korumak gerekliydi. Ancak bozulma ve mağlubiyet nedenlerimiz nass temelli müzakere ve “teakkul” edilmeliydi. Tarihi şartlarla kayıtlı eski ilm-i hallerimizi sürekli tekrar eden taklitçiliği durdurup, değişen vakıa ve sabit nass temelli yenilenen içtihadlarla yeni ufuklara açılmalı yani ilmihalimiz yeniden güçlendirilmeliydi. Ve kuşatma altındaki bütün ümmet coğrafyasında, imkânlarımızı ıslah etmek niyetiyle “var kalma” mücadelesi öncelikliydi. Camii ve mescidlerimizin, mezarlık ve vakfiyelerimizin gök kubbesini kuşatan ezan çağrıları da, Kitab’ımız da, kıblemiz de birdi. Ama Modernite’nin “ilerlemecilik” büyüsü ile bütünleşmiş Batılı yayılmacıların temel hedefi müslümanların zayıflayan gücünü tamamen tasfiye etmek ve ümmet coğrafyasında bizleri kendi batıl hayat tarzlarıyla asimilasyona uğratıp sömürü pazarını büyütmekti. Kimliğimizin üstüne çökmek isteyen bu heyelan karşısında ilkin aidiyet duyduğumuz isim olarak var kalmak zorundaydık. el-Urvetü’l Vuska’da en çok vurgulanan konulardan birisi buydu: İttihad-ı İslam.

Var olan dağınık parçalarımızı Afganistan’dan, Hind Kıtası’ndan İran’a; Bilad-ı Rum’dan, Bilad-ı Şam’dan, El-Cezire’den Mağrib’e; Bosna’dan, Makedonya’dan Yemen’e; Sudan’dan, Trablusgarb’dan Kazan’a kadar birbiriyle irtibatlandırmak, İttihad-ı İslam’ı güçlendirmek; müstevlilere karşı zihinlerde ve fiiliyatta bir direniş zinciri oluşturmak zorundaydık. İlk elde anın vacibi buydu. Bunun için de, ilmin kaynağı ile hayatın içindeki sorunlarımızı çözmek için kurulan canlı ve istişari temaslar sürecinde “tefekkuh” ve “tedebbür” eden öncülerimiz birikim ve gözlemlerini buluşturmak için Uzak Asya’dan Atlas Okyanusu kıyılarına, çöl ikliminden step iklimine kadar kan ter içinde sürekli koşuşturdular. Bu çabalar sonucunda kelime-i tevhid bilinci ile yükselen uyanış ve birliktelik şiarının dalgalanan en belirgin ilk bayrağı el-Urvetü’l Vuska ortaya çıktı. Temel stratejisi ne reform, ne modernizm, ne kör taklitçilik veya “müdahane” yani melez kimliğe sığınan muhafazakârlıktı… Temel strateji, bütün resullerin hayatlarıyla örnekliğini gösterdikleri ıslah mücadelesi idi ve “muslihun” ile birlikte olabilmek, birlikte yürüyebilmekti…

8.

Islah, bozulanı-pörsüyeni fıtratla ve vahiyle buluşturup yeniden dipdiri, zinde........

© Haksöz


Get it on Google Play