Siyonist zindanlarında yıllarca eza çeken Salih el-Aruri, 2010 yılının Mart ayında serbest bırakılmıştı. Özellikle bugün yaşananların bir benzerinin yaşandığı 2014 yılında, adı tekrar gündeme gelmiş ve İsrail tarafından bu savaşın gerekçelerinden biri olarak gösterilmiş, dolayısıyla Hamas’ın en çok aranan liderlerinden biri olmuştu.

Siyonist Netanyahu, Aksa Tufanı Operasyonu’ndan yaklaşık bir buçuk ay önce, Hamas’ın Batı Şeria'daki varlığını yeniden tesis eden, Lübnan’da Hamas hücreleri oluşturan Salih el-Aruri’yi, Siyonist bir alçaklık olan suikastla tehdit etmişti. Aslında on yılından beri bu tehditlere muhatap olan Aruri, 2 Ocak Salı günü Beyrut’taki ofisinde korkakça ve alçakça işlenen bir cinayetle şehit edildi.

Etnik ve dini anlamda karmaşıklığı ile bilinen, çok sayıda din, grup ve aşiretin kendilerine alan açmak için mücadele ettiği bir ülke olan Lübnan’ın başkenti Beyrut için bu katliam ilk değildi.

Lübnan’ın siyasal düzeni etnik ve dini dengeler üzerine kuruludur. Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı’nın Maruni cemaatine mensup Hıristiyan olmaları gerekirken, Başbakan Sünni, Parlamento Başkanı Şii olmak zorundadır.

1967 Arap-İsrail savaşı yenilgisinin ertesinde, yeni doğan ve mücadelesini sürdürmek için geri bir üs arayan Filistin kurtuluş hareketi, Filistin’e yakın iki ülkeye, Lübnan ve Ürdün’e yerleşmeye çalışmıştı. Ürdün birçok nedenle daha ideal gözüküyordu. Nüfusu yarı yarıya Filistinliydi, İsrail ile uzun bir sınıra sahipti, Batı Şeria hemen yanındaydı. Buna rağmen Ürdün Kralı Filistin hareketlerinin ülke içinde devlet gibi davranmalarına izin vermedi. Hatta adına ‘Kara Eylül’ ismini verilen bir geniş çaplı bir harekât başlatarak, Filistinli direnişçileri geri çekilmek zorunda bıraktı.

Bu sebeple Filistin kurtuluş hareketleri, Kasım 1969’da Kahire’de imzalanan anlaşmayla, diğer bir alternatif olan Lübnan topraklarını kendilerine yurt ve mevzi edinmişlerdi. Kahire antlaşmasına göre, Lübnan’da bulunan Filistin mülteci kamplarının otoritesi, bundan böyle Filistin Kurtuluş Örgütü’ne bırakılacak ve FKÖ İsrail’e karşı eylemlerini, Lübnan topraklarından serbestçe yürütebilecekti.

Lübnan hükümetinin haklı gördüğü bir mücadeleye destek olması tamamen meşru bir eylem olsa da, bu anlaşma Siyonistlerin yayılmacılığına meşru bir gerekçe de oluşturuyordu. Filistin örgütleri Beyrut’a yerleşmiş, başta Arafat olmak üzere Filistin yetkilileri Beyrut’ta ikamet etmeye başlamıştı. Onlarla temas kuran yabancı yetkililer Beyrut’a geliyor, örgütlerin yönetim organları Beyrut’ta toplanıyor, askeri bildiriler ve siyasi demeçler Beyrut’tan yayımlanıyordu.

Beyrut hem uluslararası basının, hem de istihbarat servislerinin cirit attığı; çift taraflı ajanlar, sahte diplomatlar ve eylemcilerin dolup taştığı bir belde olmuştu. Bunlar Filistin örgütlerine sızıyor, casusluk yapıyorlardı. Süreç, Siyonistlerin misilleme gerekçesiyle sürekli toprak işgal edip, sınırlarını genişletmesi, Lübnan’ın parçalanması, yıpranması, en sonunda otuz yıl boyunca Şam’ın vesayeti altına girmesi ile sonuçlandı. Çok sayıda aktörün katıldığı, son derece yıkıcı ve ölümcül olan ve bir türlü sonu gelmeyen iç savaşlarda hayatını kaybedenlerin sayısı yüz binleri bulurken, Lübnan fiilen yok edilmişti.

O yılların Lübnan’ı, milislerin geçit alayları, eğitim kampları ve casus şebekeleri yanında; yayıncılar, yazarlar, araştırmacılar, sinemacılar ve şarkıcılarında mekânı olmuştu. Çünkü ‘Kötülük modern sanatın kurucu üyesi’ olarak Beyrut’ta cirit atıyordu.

Bu kötülüklerden biri,9 Nisan 1973 gecesi yaşanmış, Beyrut’ta kentin bazı mahallelerine Siyonistler saldırılar düzenlemişti. Kalabalık bir komando müfrezesi denizden gelmiş, birkaç gruba ayrılarak belirledikleri hedeflere saldırıp deniz yoluyla geri çekilmişlerdi. Haberlerde, saldırılardan birinin Verdun Sokağı yakınında, Filistinli üst düzey yöneticilerin ikamet ettikleri binaya gerçekleştirildiği, burada içlerinde FKÖ sözcüsü Kemal Nâsır’ın da bulunduğu üç üst düzey yöneticinin öldürüldüğü söyleniyordu.

Birkaç yıl sonra operasyon detayları açığa çıkmış, operasyonun ileride İsrail Başbakanı olacak Ehud Barak tarafından yönetildiği öğrenilmişti. Kadın kılığına giren Barak, siyah peruk takarak sokaktaki korumaların dikkatini dağıtıp yanlarına yaklaşmış ve onları öldürmüştü. Böylece Siyonistler binaya rahatça girmiş ve suikastı gerçekleştirmişti.

Suikasttan iki ay önce, 37 yaşında Amerikalı bir romancı aynı binada bir daire kiralamış, Lady Hester Stanhope’un hayatında esinlenen bir roman yazıyordur. Stanhope, 19. Yüzyılda yaşadığı Doğu Akdeniz’de tanınan bir isimdir. Genç romancı çok miktarda belge toplar ve bunları penceresinin yanına yerleştirdiği masasının üzerine yığar. Kemal Nâsır’ın yazı yazmak için yerleştiği masa ise tam karşısındadır.

Kadın gerçek öyküsünü ancak kırk yıl sonra, ‘Beyrut’ta Bir Mossad Kadın Savaşçısı: Yael’ adlı kitapta, gerçek adını yine vermeyerek ifşa etti. Kitapta anlattığına göre, işini daha inandırıcı kılmak için gerçek bir tarihçi olan Shabtai Teveth’in yanında eğitim almıştı. Kâğıtları masanın üzerine nasıl dağıtacak, dolmakalemleri nasıl yerleştirecek, çöp sepetine neler atacak ve üçüncü şahıslara edebi faaliyetinden nasıl bahsedecekti… Görevi ise oldukça basitti; katliam için gelen Siyonistlerin, Filistinli yöneticileri evde bulacaklarından emin olmaları için, onları pencereden gözetlemek.

O akşam turist kılığında Beyrut’a geçen bir Mossad subayı, Yael’i büyük bir otelin barında bir şeyler içmeye davet etmiş: ‘Komşuların orada mı?’ diye sormuştu. ‘Evet, üçü de.’ cevabını alınca, saldırı için düğmeye basılmıştı.

Saldırı sonrası Lübnan karışmış, Sünni Başbakan Saeb Salam, ordu başkomutanın azledilmesini istemiş, komutan gibi Hıristiyan olan Cumhurbaşkanı Süleyman Franjiye tarafından reddedilince istifa etmişti. Ancak bu bölünmüşlüğü aşan başka bir sorun daha vardı. Bir düşman komando müfrezesi gece vakti denizden karaya çıkıp üç farklı hedefe saldırmış ve yakalanmadan geri çekilmişti. Bu büyük bir itibar kaybı demekti. Bütün ülke orduya öfke duyuyor: ‘En azından birkaç el de onlar ateş edip şereflerimizi kurtaramaz mıydı?’ diye soruyorlardı.

Ülkedeki birçok grup: ‘Mademki, ordu görevini yerine getirmekte acizdir, o zaman bu görevi bizzat ‘yurttaşlar’ yerine getirecek!’ diyerek örgütleniyordu. Bünyelerine milisleri topluyor, silahlanıyor, cephanelikler kuruyorlardı. Ama söz konusu ‘yurttaşlar’ olaylara aynı açıdan bakmıyorlardı. Kimileri, özellikle Müslümanlar için görev, İsrail’e karşı savaşmak olurken; kimileri ise Filistinlileri ülkeden kovmak istiyordu.

Filistinlileri kovmak isteyenler, Hıristiyan cemaatler içinde kök salmış grup ve partilerdi. Bu gruplar ülkeden Filistinlileri kovmak için müttefik arayışına girdiler. Bazıları İsrail ile ittifak kurmak istediler. Beşir Cemayel önderliğinde hayata geçirilmeye çalışılan bu ittifak, Sabra ve Şatilla katliamıyla sonuçlanmıştı. Eylül 1982’de Beyrut yakınlarında bulunan Sabra ve Şatilla mahallelerine, Hıristiyan bir gruba mensup Lübnanlı milisler, Siyonist ordunun fiili işbirliğiyle acımasızca saldırdılar ve iki binden fazla Filistinli Müslüman’ı şehit ettiler.

İsrail ile ittifak kurup böyle bir katliama ortak olan gruplar, Arap dünyasından dışlanmak istemeyen Hıristiyanlar tarafından tasfiye edilmiş, ancak bunlar da Filistinlileri ülkeden çıkarmak için başka bir ittifak arayışına girmişlerdi. Onlarda Filistinlilerin, ‘kardeş bir ülke’ yani Suriye tarafından ‘yola getirilmesine’ karar vermişlerdi.

O sıralarda Hafız Esed ile Arafat arasında stratejik bir çatışma da yaşanıyordu. Arafat, Filistin halkının kararlarını kendilerinin vermesini istiyordu. Esed ise Filistin davasının: ‘Atlas Okyanusu’ndan Basra Körfezi’ne’ tüm Arap dünyasının davası olduğunu savunuyordu. Ama buradaki amacın Filistin değil, büyük devletlerle pazarlık yaparken,‘Filistin kartını’ elinde tutma çabası olduğu kısa bir zamanda anlaşılacaktı.

Şam bu kozu ele geçirebilmek için FKÖ bünyesinde, hatta Arafat tarafından kurulmuş el-Fetih içinde Esed’in tezlerini yayan, Suriye yanlısı örgütler ağı inşa etmişti. Eğer Esed, Lübnan’ı vesayeti altına alabilirse, eğer bu ülkede hem Filistinleri hem de Lübnanlıları kollayan, onları birbirlerine karşı koruyan bir hakem olabilirse, bölge hakkında her türlü müzakerede güçlü bir konuma gelecekti.

Bazı Lübnanlı yöneticiler Şam’a gidip, yardım istediklerinde Esed bu fırsatı kaçırmadı. Suriye birlikleri zor kullanarak Lübnan’a girdiler. Arafat ve diğer gruplar mücadele etmeye çalışsalar da, ağır bir yenilgiye uğradılar. Her zaman olduğu gibi, İsrail karşısında bir türlü yağamayan gök gürültüsüne benzeyen Suriye Baas Rejimi, Müslümanlar karşısında canavara dönüşmüştü.

O sırada Lübnan’ın Hıristiyan bölgelerinde birçok kişi, kendilerini Filistinli milislerden ‘kurtaran’ Suriye ordusunu alkışlıyordu. Bazıları ise kendilerini Suriye ordusundan kimin kurtaracağını sormaya başlamıştı bile…

2 Ocak 2024 Salı günü yaşanan alçakça suikast, hem Siyonistler için hem de bölgede ‘Siyonist düşmanı’ gözüküp sadece Müslümanlarla savaşan devlet ve gruplar için yeni değildi. Siyonist zalimler Aruri’yi, Şam’a göç etme şartıyla tahliye etmişler, onun Esed rejiminde kendilerine karşı mücadele edemeyeceğini düşünmüşlerdi. Ancak şehit Aruri, zalim Esed rejimine karşı gerçekleşen izzetli direniş ortamında, Hamas ile Esed rejimi arasında yaşanan kriz dolayısıyla Türkiye'ye yerleşmiş, 2015 yılında dönemin İsrail Savunma Bakanı Moşe Ya'alon, Türkiye'yi hedef alarak: “Salih el-Aruri’ye de bakın! İsrail’e karşı eylemlerden sorumlu olan kişi, orada (İstanbul'da) yaşıyor. Dünya nerede?” demişti.

Aruri, Hamas’ın Batı Şeria’daki altyapısını yeniden inşa edip, Batı Şeria’daki saldırıları organize etmekle; Lübnan’daki Hamas yapılanmasının arkasında olup, bölgeleri birleştirmek için çalışmakla, Siyonistlerin birincil hedeflerinden biri haline gelmişti. Sadece İsrail değil ABD’li Siyonistler de Aruri’yi hedefe koymuş, Dışişleri; Aruri’nin öldürülmesine ya da tutuklanmasına yol açacak bilgileri sağlayan herkese 5 milyon dolarlık para ödülü vaadinde bulunmuştu.

İsrail Gazze’ye saldırmasının ardından, Aruri’nin Ramallah’ın kuzeyindeki memleketi Arura’da bulunan evine baskın düzenledi. Ev, İsrail iç istihbarat servisi Şin-Bet için bir soruşturma merkezine ve askeri kışlaya dönüştürüldü. İsrail basını üç ay boyunca Aruri’ye odaklanmış, USA Today, İsrail’in uluslararası bir insan avı başlattığını yazmıştı. İsrail için Aruri, ‘Hamas içindeki en tehlikeli isim olarak görülüyor, daha fazla İsrailliyi öldürmeden, kanının akıtılması gerektiği’ ifade ediliyordu.

Şehit Aruri, 19 Ağustos 1969'da Ramallah-Arura’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini köy okullarında, Liseyi Ramallah'ta tamamladı. Üniversiteyi El Halil Üniversitesi Şeriat Bilimleri Fakültesi’nde bitirdi.1987'de Hamas'ın kuruluşunun hemen ardından İslami Blok Emir’i olan Aruri, ilk kez 1990 yılında tutuklandı. Daha sonra İzzeddin el Kassam Tugayları’nın kurucularından olmakla suçlanan Aruri, 2010 yılında Şam’a gönüllü göç ettirilene kadar sıkça İsrail hapishanelerine girip çıktı.

2021 yılında Hamas’ın Batı Şeria'daki liderliğine ve Siyasi Büro Başkan Yardımcılığına seçilen Aruri, şehitlerimizin yolunu sürdürerek, Rabbimize verdiği sözü tuttu ve 5 kardeşimiz ile birlikte yolumuzu aydınlatarak şehitlik mertebesine yükseldi. Mübarek olsun…

QOSHE - Beyrut sokaklarının dili olsa da konuşsa… - Sinan Ön
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Beyrut sokaklarının dili olsa da konuşsa…

8 0
06.01.2024

Siyonist zindanlarında yıllarca eza çeken Salih el-Aruri, 2010 yılının Mart ayında serbest bırakılmıştı. Özellikle bugün yaşananların bir benzerinin yaşandığı 2014 yılında, adı tekrar gündeme gelmiş ve İsrail tarafından bu savaşın gerekçelerinden biri olarak gösterilmiş, dolayısıyla Hamas’ın en çok aranan liderlerinden biri olmuştu.

Siyonist Netanyahu, Aksa Tufanı Operasyonu’ndan yaklaşık bir buçuk ay önce, Hamas’ın Batı Şeria'daki varlığını yeniden tesis eden, Lübnan’da Hamas hücreleri oluşturan Salih el-Aruri’yi, Siyonist bir alçaklık olan suikastla tehdit etmişti. Aslında on yılından beri bu tehditlere muhatap olan Aruri, 2 Ocak Salı günü Beyrut’taki ofisinde korkakça ve alçakça işlenen bir cinayetle şehit edildi.

Etnik ve dini anlamda karmaşıklığı ile bilinen, çok sayıda din, grup ve aşiretin kendilerine alan açmak için mücadele ettiği bir ülke olan Lübnan’ın başkenti Beyrut için bu katliam ilk değildi.

Lübnan’ın siyasal düzeni etnik ve dini dengeler üzerine kuruludur. Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı’nın Maruni cemaatine mensup Hıristiyan olmaları gerekirken, Başbakan Sünni, Parlamento Başkanı Şii olmak zorundadır.

1967 Arap-İsrail savaşı yenilgisinin ertesinde, yeni doğan ve mücadelesini sürdürmek için geri bir üs arayan Filistin kurtuluş hareketi, Filistin’e yakın iki ülkeye, Lübnan ve Ürdün’e yerleşmeye çalışmıştı. Ürdün birçok nedenle daha ideal gözüküyordu. Nüfusu yarı yarıya Filistinliydi, İsrail ile uzun bir sınıra sahipti, Batı Şeria hemen yanındaydı. Buna rağmen Ürdün Kralı Filistin hareketlerinin ülke içinde devlet gibi davranmalarına izin vermedi. Hatta adına ‘Kara Eylül’ ismini verilen bir geniş çaplı bir harekât başlatarak, Filistinli direnişçileri geri çekilmek zorunda bıraktı.

Bu sebeple Filistin kurtuluş hareketleri, Kasım 1969’da Kahire’de imzalanan anlaşmayla, diğer bir alternatif olan Lübnan topraklarını kendilerine yurt ve mevzi edinmişlerdi. Kahire antlaşmasına göre, Lübnan’da bulunan Filistin mülteci kamplarının otoritesi, bundan böyle Filistin Kurtuluş Örgütü’ne bırakılacak ve FKÖ İsrail’e karşı eylemlerini, Lübnan topraklarından serbestçe yürütebilecekti.

Lübnan hükümetinin haklı gördüğü bir mücadeleye destek olması tamamen meşru bir eylem olsa da, bu anlaşma Siyonistlerin yayılmacılığına meşru bir gerekçe de oluşturuyordu. Filistin örgütleri Beyrut’a yerleşmiş, başta Arafat olmak üzere Filistin yetkilileri Beyrut’ta ikamet etmeye başlamıştı. Onlarla temas kuran yabancı yetkililer Beyrut’a geliyor, örgütlerin yönetim organları Beyrut’ta toplanıyor, askeri bildiriler ve siyasi demeçler Beyrut’tan yayımlanıyordu.

Beyrut hem uluslararası basının, hem de istihbarat servislerinin cirit attığı; çift taraflı ajanlar, sahte diplomatlar ve eylemcilerin dolup taştığı bir belde olmuştu. Bunlar Filistin örgütlerine sızıyor, casusluk yapıyorlardı. Süreç, Siyonistlerin misilleme gerekçesiyle sürekli toprak işgal edip, sınırlarını genişletmesi, Lübnan’ın parçalanması, yıpranması, en sonunda otuz yıl boyunca Şam’ın vesayeti altına girmesi ile sonuçlandı. Çok sayıda aktörün katıldığı, son derece yıkıcı ve ölümcül olan ve bir türlü sonu gelmeyen iç savaşlarda hayatını kaybedenlerin sayısı yüz binleri bulurken, Lübnan fiilen yok edilmişti.

O yılların Lübnan’ı, milislerin geçit alayları, eğitim kampları ve casus şebekeleri yanında; yayıncılar, yazarlar, araştırmacılar, sinemacılar ve şarkıcılarında mekânı olmuştu. Çünkü ‘Kötülük modern sanatın kurucu üyesi’ olarak Beyrut’ta cirit atıyordu.

Bu kötülüklerden biri,9 Nisan 1973 gecesi yaşanmış, Beyrut’ta kentin bazı mahallelerine Siyonistler saldırılar düzenlemişti. Kalabalık bir komando müfrezesi denizden gelmiş, birkaç gruba ayrılarak belirledikleri hedeflere saldırıp deniz yoluyla geri çekilmişlerdi. Haberlerde, saldırılardan........

© Haksöz


Get it on Google Play