Bütün diller, tarih içinde değişerek, gelişerek ilerlerler. Günümüzde, ne Türkçe, 12. yy’da konuşulan Türkçe’dir; ne İngilizce Caucher’in Canterbury Masalları’nı yazdığı dildir, ne de modern Yunanca, Bizans’da konuşulan Kaderevuza’dır. Her dil onu konuşan halkın, doğal hayatın içinde, üretimin dayattıkları, kültürel komşulukların ekledikleri, yazarlarının, şairlerinin ekledikleri ile gelişe gelişe ilerler.

Ben, bir dil uzmanı değilim… Sadece Türkçe konuşan, Türkçe okuyan ve Türkçe yazmaya çalışan bir insanım. Gerek okurlarım ve gerekse pek çok otoriteden, bu dili iyi bildiğim ve iyi kullandığımla ilgili, pek çok övgü işitmiş bir adamım… Ve bu çerçevede, günümüzde Türkçe’nin gelişmesinin durduğunu, bozulma, çürüme ve yok olmaya doğru gidilmeye başlandığını, bağıra bağıra söylemek gibi bir yükümlülüğü üzerimde hissediyorum.

Bu dil, aslında ne faşistlerimizin, ne de Yusuf Hashacib’in iddia ettiği gibi zengin bir kültür dili değildi, hiçbir zaman. Orta Asya, İran ve Anadolu bozkırlarında kona göçe sürülerini otlatarak yaşayan bir halkın (ya da halkların), zengin bir kültür dili geliştirmesi de zaten eşyanın tabiatına aykırı idi… Farsça, Arapça ve Rumca Osmanlı’nın kullandığı dili geliştirip, bir kültür dili haline getirmişti ama bu defa da bu dil, halkın kavrama yeteneğinin dışında yaşamaya başlamıştı. Mustafa Kemal Atatürk, Türk Dil Kurumu’nu bunun için kurdu. Bilimsel terimler, bunun için Türkçeleştirildi. Artık, Arapça ve Farsça’nın tasallutundan kurtarılacak olan Türk dili, kendi mecrasında geliştirilecek, bu kurum da bunun yolunu açacaktı. Başına da bir Ermeni koydu: Agop Dilaçar…

Mustafa Kemal’den sonra, gardrop Atatürkçüleri, onun yaptığı her şeyi nasıl ters yüz ettilerse, Türk dilinin de ırzına geçtiler ve geçmeye devam ediyorlar!

Birkaç yıl önce, bu “kurum”, Türkçe imlâdan, a’ların üstündeki şapkayı kaldırdı! Yapılan tartışmalarda da kurum kuruma, denildi ki “Türkler, Türkçe’yi bilir. Nerede kar, nerde kâr denileceğini bilmek için, işaret koymaya gerek yoktur!”

Sonuçta, Türkler’in hem de okullarda Türkçe dersi veren Türkler’in Türkçe bilmediği ortaya çıktı! Öğretmenler bu değişikliği çocuklara, “Türkçe’de ince kalın ses yoktur, her ‘a’; ‘a’ diye okunur. Türkçe okunduğu gibi konuşulur” diye izah ettiler! Zekâya bakın! Tarihin bir gününde, üç-beş aklıevvel oturup bir karar alacaklar ve en az beş bin yıldır konuşulan dil değişecek! Ve sonuca bakın:

Çorçocuk, aydınlık adına “lacivert”, “kar”, “kaaaıt”, “dükkan”, “kar”, “Talat” “lavuk” diye diye lâvukça bir dil konuşmaya başladılar. Kulağı tırmalayan, dilin tabiatına aykırı olduğundan söylenemeyen kelimelerden oluşan “lâvukça” bir dil…

Türk dil kurumu pisleyecek de biz de boş mu duracağız? Ne münasebet…

Devreye bir de özel TV’lerin, özel radyoların; kenar üniversitelerde “İletişim” okumuş, hayatında beş roman bitirememiş, (bir dili öğrenmekte roman mektep mesabesindedir) çemiş spikerleri çıktı. Önce spor programlarında, sonra “Akın Akın Kompela” gibi “Acun Firar’da” gibi, Televole gibi, Türkiye’deki gecekonduların evde kalmış olmaktan duvara tırmanmaya bahane arayan kenar mahalle kızlarının hayallerini süsleyen yalak programlarda, Türkçe’nin anasının ırzına geçilmeye kuvvet verilip, Dil Kurumu’nun pisliğinin üstüne tüy dikildi!

Vara yoğa “aaaaadetaa” diyen ve “hani be şapka kalktıydı? İnceltmeye kalktı da uzatmaya kalkmadı mı?” sorusunu bile akla getiremeyen şapşallar ortaya çıktı. Fonda bir görüntü: Antalya sokakları dere olmuş. Dış ses olarak, spiker olacak idiotun sesi de mikrofonda:

Saayın izleyiciler, bugün Antalya’yı aaaaaadetaaaaaaaaa; sel bastı!

Ulan işte basmış; gözümüzle görüyoruz. Ne “adetaaaaaaaaaa”sı şapşal!

Arapça’nın bir özelliği olarak Osmanlıca’ya girmiş uzun/kısa heceleri, bırakın Türkçe’ye, İngilizce’ye, İspanyolca’ya da monte edip, “Maradooona”, “van Baaaasten”, “Beckenbaaaaaaaavır”, “Monaaaaco” diyen bu meslek erbabı, sonunda işi çığırından çıkarıp, Arapça kelimelerin de ırzına geçe geçe konuşmaya başladılar. Örneğin Arapçada “cumhur”, halk demektir. İki kapalı kısa heceden oluşur. “Cumhuriyet” ise halkın egemen olduğu düzen anlamındadır. Kelimenin kökü, “cumhur”! İki tane iki ucu kapalı hece! Lise’de aruz da mı okumadınız be hey mübarekler? Kim öğretti ise öğretti; bizim BRT’nin spikerleri, bu kelimeyi “cumhuuuuuuuuuuuuriyet” diye okuyorlar! Arap duysa, kıçı ile gülecek… Öz be öz Türkçe kelimeyi de Arapça’ya tahvil edip; “bıaaaaaaaaşkan” demeleri de cabası… Ya “reis” deyin ya da “başkan” yahu…

Son günlerde bir de şuna hasta oluyorum. “En beğendiklerimden bitanesi!”

Yahu, echeli cühela biraderim; adamın “beğendiklerinden bitanesi” olur! “En” dedikten sonra, seçeneğin bir tektir! Bir beğendiklerin olur, bir de onlar arasında en beğendiğin! Ha bunu da Türkiye’nin spor programlarında konuşan, Türk basınının ayak takımını oluşturan “spor yazarları” denilen kulüp amigoları moda etti. Herif “en beğendiğim hakem” demekten korkuyor, ötekiler gönül koyar diye… “En beğendiğim forvet” de diyemiyor, ötekiler haber vermeyip, ekmeğine kan doğrayacaklar! Böyle oportünist bir ara yol bulmuş! Sana n’oluyor?

Bir de anlı şanlı ulusal gazetelerin, cahil akıldaneleri: Köşe Yazarları! “de”leri ne yapacaklarını bilemiyorlar. “Sende mi Brütüs” yazıyorlar örneğin; insanın “Yaa, cebimde” diyesi geliyor. Ama öte yanda “ İstanbul’un için de…” yazan da var . Adamlarda akıl fikir çok! Bir tek imlâ bilmiyorlar. Hükümetlere akıl vermekten, buna zamanları kalmamıştır, zaar…

Günümüzde toplumlar, Girit misali yok edilmiyor! Kültürü yok edilince, bitiyor! Bizimkini, kimse yok etmiyor! Cehalet anasını belleyip, üvey babası konumuna geçiyor!

QOSHE - Türkçe’nin üvey babaları - Nazım Beratlı
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Türkçe’nin üvey babaları

37 1
24.04.2024

Bütün diller, tarih içinde değişerek, gelişerek ilerlerler. Günümüzde, ne Türkçe, 12. yy’da konuşulan Türkçe’dir; ne İngilizce Caucher’in Canterbury Masalları’nı yazdığı dildir, ne de modern Yunanca, Bizans’da konuşulan Kaderevuza’dır. Her dil onu konuşan halkın, doğal hayatın içinde, üretimin dayattıkları, kültürel komşulukların ekledikleri, yazarlarının, şairlerinin ekledikleri ile gelişe gelişe ilerler.

Ben, bir dil uzmanı değilim… Sadece Türkçe konuşan, Türkçe okuyan ve Türkçe yazmaya çalışan bir insanım. Gerek okurlarım ve gerekse pek çok otoriteden, bu dili iyi bildiğim ve iyi kullandığımla ilgili, pek çok övgü işitmiş bir adamım… Ve bu çerçevede, günümüzde Türkçe’nin gelişmesinin durduğunu, bozulma, çürüme ve yok olmaya doğru gidilmeye başlandığını, bağıra bağıra söylemek gibi bir yükümlülüğü üzerimde hissediyorum.

Bu dil, aslında ne faşistlerimizin, ne de Yusuf Hashacib’in iddia ettiği gibi zengin bir kültür dili değildi, hiçbir zaman. Orta Asya, İran ve Anadolu bozkırlarında kona göçe sürülerini otlatarak yaşayan bir halkın (ya da halkların), zengin bir kültür dili geliştirmesi de zaten eşyanın tabiatına aykırı idi… Farsça, Arapça ve Rumca Osmanlı’nın kullandığı dili geliştirip, bir kültür dili haline getirmişti ama bu defa da bu dil, halkın kavrama yeteneğinin dışında yaşamaya başlamıştı. Mustafa Kemal Atatürk, Türk Dil Kurumu’nu bunun için kurdu. Bilimsel terimler, bunun için Türkçeleştirildi. Artık, Arapça ve Farsça’nın tasallutundan kurtarılacak olan Türk dili, kendi mecrasında geliştirilecek, bu kurum da bunun yolunu açacaktı. Başına da bir Ermeni koydu: Agop Dilaçar…

Mustafa Kemal’den sonra, gardrop Atatürkçüleri, onun yaptığı her şeyi nasıl ters yüz ettilerse, Türk dilinin de ırzına geçtiler ve geçmeye devam ediyorlar!

Birkaç yıl önce, bu “kurum”, Türkçe imlâdan, a’ların üstündeki şapkayı kaldırdı! Yapılan tartışmalarda da kurum kuruma,........

© Kıbrıs Gazetesi


Get it on Google Play