Üç gün önce Brüksel’e gelirken kendimi yalnız, umutsuz, motivasyonsuz ve yorgun hissediyordum. Dönerken bu hislerim misliyle bana eşlik ediyor. Kıbrıs’a dönmenin eşsiz heyecanı gibi bazı şeyler hiç değişmeyecek belki…Ama bazı şeyler can sıkıyor artık, kaldıramıyorum. Mesela neredeyse 1 haftalık programı iki gün içine sığdırıp, sanki de peşimizde koşanlardan kaçarcasına katıldığımız ve nihayetinde büyük bir kakafoniye dönüşen etkinlikler gibi…O etkinliklere gitmek için sıfır derece soğukta 20 dakika yürümek zorunda kalmak gibi…Bu etkinliklerde kafilelere eşlik edenlerin bizi ilkokul çocuğu zannedip, öyle davranmaya hatta azarlamaya çalışması gibi…Hepsi değil diyelim hade, ama en az yarısı…

Yine bu etkinliklere güneyden gönderilen gazetecilerin özellikle tecrübe konusunda çok da ehil olmamaları, derinlikli sohbet etmeyi bırakın genelinin selam dahi vermemesi gibi…Şimdilerde hadsizlikler de moda.

Yok, hiç tevazu göstermeyeceğim. Göstermekten de yoruldum zaten. Çünkü benim gibi hayatını ve bir çok şeyini Kıbrıs sorununun çözümü için harcayan birisine, kalkıp da konuşma içerisinde bir tanımlama olarak ‘sınır’ ifadesini kullandığı için sözüne girip ‘Kıbrıs’ta sınır yoktur’ diye bilmişlik edemezsin, bozarım.

Nitekim bozdum da. Neymiş, efendim ‘sınır’ dediğin zaman bunu kanıksamış, bölünmeyi kabul etmiş oluyormuşsun. Öyle mi dersin? Kanıksamış halim buysa, kanıksamamış halimden korkun bence. Yani sen ‘sınır yoktur’ diye güya ‘işgal romantizmi’ yapacan ama onun her türlü cefasını çeken ben de üzerine susacağım öyle mi? Kuzum sizin kafalarınız nerede kaldı bilmiyorum ama adada bir sınır var. 40 bin kadar da Türkiye askeri…Sayısını bilmediğimiz kadar sizin kullanmaya bayıldığınız şekliyle de ‘settlers…’ Dolayısıyla kanıksadığımız bir şey yok, bizzat içinde yaşadığımız bir düzen ve bize kafes görevi gören bir ‘sınır’ var. Siz ‘aslında sınır yok’ diye Matrixvari konuşabilirsiniz, gerçek değişmez.

Bunun dışında Kıbrıslı Türkler, Brüksel’de de tamamen yalnızları oynuyor. Hiç kimsemiz yok. O değil, Türkiye de yok.

Eskiden böyle yerlerde illa ki Türkiyeli meslektaşlarımıza rastlardık, sohbet ederdik. Şimdiler yoklar. Ama Kıbrıslı Türkler hiç yok. Mesela Ticaret Odasının burada temsilciliği var, onun niye bir basın görevlisi yok? Gidip lobi yapacak, bilgi arayacak, yapılan işleri takip edecek ve en önemlisi bunları kamuoyunun gündemine getirecek bir gazeteci ya da basıncı diyelim hade, niye yok? Paranız mı yok, yoksa gaileniz mi yok? Birincisini laf olsun diye soruyorum ama ikincisini öğrenmek istiyorum. Hade onu geçtim, Dışişleri neden yok mesela? Cumhurbaşkanlığı? Hani siz eşit egemenlik isterdiniz? Tanınma isterdiniz? Kırgızistan’da kımız içmekle olacak işler değil bunlar. Brüksel’de olacak işlerdir.

Gerçi ara bölgenin statüsünü dahi bilmeyip, BM Barış Gücü finansını Rumların ve Yunanlıların yaptığı unutup, dahası, o hattın meşru bir devletin bir kısım toprağını hacıladığın, üzerine konduğun, güya devlet kurduğun düzene karşı 50 yıldır ateş-kesin hüküm sürdüğü bir güvenlik hattı olduğunu unutup konuşan diplomat sıfatlı insanları oralara göndersen ne, o da ayrı bir konu. Efendim, niyeymiş ki her müzakere sürecinde ara bölgeyi en baştan Rumlara veriyormuşuz? Sakın onlara ait olduğu için, aslında bir ateş-kes hattı olduğu için ve çözüm olunca bunları zaten geri vermek durumunda olduğumuz için olmasın? Yani pes doğrusu.

Ganimet yetmedi, şimdi de kalanına göz diktiler!

Ama konuyu dağıtmayım, Kıbrıslı Türkleri hiç bu kadar sahipsiz, her şeye, AB’ye bu kadar uzaklaşmış; AB’nin de bize bu kadar uzaklaştığı zamanlara tanıklık etmemiştim.

Bir numune gibiyiz. Türünün son örnekleri belki. Brüksel’in korkunç soğunda geçirdiğim 72 saatte gördüm ki soğuk olan sadece hava değil, kalpler de aynı zamanda.

Biz kimiz?

Cebinde hasbelkader AB pasaportu taşıyan ve bu yüzden de günahkar bir ilişkinin meyvesi gibi sahipsiz kalan bir tür mü? Yoksa bir takım başka ilişkilerin salahiyeti için rehine tutulan bir grup mu? Kimiz biz?

AB’nin çözüm için ‘aman Türkiye ile ağzımızın tadı kaçmasın’ diyerek laftan ve derin endişe duymak başka bir şey yapmadığı ayrıcalıklı belalar mıyız, neyiz?

Çözüm süreçlerine “yahu yapacağınız her türlü antlaşma zaten aqui’ye uymak zorunda, dolayısıyla illa ki en sonunda bize geleceksiniz” deyip süreçlere aktif siyasi katılım sağlamamak, sadece teknik düzeyde bulunmak kolaycılıktır, bilin istedim. Siz 1000 yıl savaşıp, en sonunda savaşın değil iş birliğinin işe yaradığını anlayan Alsac-Lorriene çocukları değil misiniz, gelip yol gösterseniz ya?

İşin gerçeği Kıbrıs adası, özellikle de kuzeyi, zerre kadar umurunuzda değil. Bize son 20 yılda 688 milyon euro vermişiniz, güzel. 2027’ye kadar yıllık ortalama 30 milyon euro daha vereceksiniz, eyivallah da, bu kadar para neye yaradı kuzum? Hep aynı simalara yardım etmek, hep onlara şans vermek, hep aynı insanlara yakın olmak işe yaradı mı şimdi? Biz daha mı bir Avrupalı mıyız? Değiliz. Kıymeti kendinden menkul toplumsal ve bireysel hayaletleriz Brüksel semalarında, nothing more…

İşin özeti kimse çözüm istemiyor kuzum, bu besbelli…

AB istemiyor, Türkiye istemiyor, Yunanistan istemiyor, Kıbrıslı Rumlar istemiyor, Kıbrıslı Türkler istemiyor, İngiltere istemiyor…Çözüm ister gibi görünüp, çözümsüzlüğe tamah etmek bir rutine girmiş artık, tıpkı sorunları ‘güya’ çözmek için, toplumları yakınlaştırması özlenen bu etkinliklerin geldiği son durum gibi...

‘Vay nankör, hem gezen hem de söven’ diyenler çıkabilir. Cidden umurumda değil.

Eleştirdim diye kara listeye mi alınacam? Benim göbek adım kara liste, çıktığım yok ki, bir eksik bir fazla, umurumda mı dünya?

Asla, bana ne?

Kayıtsızım ve çok da hoşuma gidiyor…

QOSHE - Kerameti kendinden menkul hayalet… - Ulaş Barış
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Kerameti kendinden menkul hayalet…

2 0
07.12.2023

Üç gün önce Brüksel’e gelirken kendimi yalnız, umutsuz, motivasyonsuz ve yorgun hissediyordum. Dönerken bu hislerim misliyle bana eşlik ediyor. Kıbrıs’a dönmenin eşsiz heyecanı gibi bazı şeyler hiç değişmeyecek belki…Ama bazı şeyler can sıkıyor artık, kaldıramıyorum. Mesela neredeyse 1 haftalık programı iki gün içine sığdırıp, sanki de peşimizde koşanlardan kaçarcasına katıldığımız ve nihayetinde büyük bir kakafoniye dönüşen etkinlikler gibi…O etkinliklere gitmek için sıfır derece soğukta 20 dakika yürümek zorunda kalmak gibi…Bu etkinliklerde kafilelere eşlik edenlerin bizi ilkokul çocuğu zannedip, öyle davranmaya hatta azarlamaya çalışması gibi…Hepsi değil diyelim hade, ama en az yarısı…

Yine bu etkinliklere güneyden gönderilen gazetecilerin özellikle tecrübe konusunda çok da ehil olmamaları, derinlikli sohbet etmeyi bırakın genelinin selam dahi vermemesi gibi…Şimdilerde hadsizlikler de moda.

Yok, hiç tevazu göstermeyeceğim. Göstermekten de yoruldum zaten. Çünkü benim gibi hayatını ve bir çok şeyini Kıbrıs sorununun çözümü için harcayan birisine, kalkıp da konuşma içerisinde bir tanımlama olarak ‘sınır’ ifadesini kullandığı için sözüne girip ‘Kıbrıs’ta sınır yoktur’ diye bilmişlik edemezsin, bozarım.

Nitekim bozdum da. Neymiş, efendim ‘sınır’ dediğin zaman bunu kanıksamış, bölünmeyi kabul etmiş oluyormuşsun. Öyle mi dersin? Kanıksamış halim buysa, kanıksamamış halimden korkun bence. Yani sen ‘sınır yoktur’ diye güya ‘işgal romantizmi’ yapacan ama onun her türlü cefasını çeken ben de üzerine susacağım öyle mi? Kuzum sizin kafalarınız nerede kaldı bilmiyorum ama adada bir sınır var. 40 bin kadar da Türkiye askeri…Sayısını bilmediğimiz kadar sizin kullanmaya bayıldığınız şekliyle de ‘settlers…’ Dolayısıyla kanıksadığımız bir şey yok, bizzat içinde yaşadığımız bir düzen ve bize kafes görevi gören bir ‘sınır’ var. Siz ‘aslında sınır yok’ diye........

© Kıbrıs Postası


Get it on Google Play