Tarihin kritik bir döneminde yaşadığımızı söylemekte bir beis olmasa gerek. Hatta görülüyor ki pek çoğumuz için bu hükmün yerindeliğine de bir itiraz söz konusu değil. Neredeyse hepimiz hem fikiriz bu tespitte. Bir durum tespitindeki genel uzlaşı son derece önemli. Çünkü tespitteki genel kabul ve uzlaşı çözüm için gerekli aşamayı temin açısından hayati noktadır. Gelgelelim bizim için vaziyet bununla sınırlı olsaydı veya tam da bu noktada olsaydık işimizin görece kolay olduğunu belirtebilirdik. İşimizi güçleştiren ve bulunduğumuz vaziyeti çok daha kritik ve ciddiye alınması gereken bir hale sokan şey yaşadığımız kritik dönemin çok uzun zaman öncesinden başlamış olmasıdır. Daha da önemlisi bu kritik halin daha ne kadar süreceğinin de belirsiz olmasıdır. Ünlü bir tarihçimiz Osmanlı’nın on dokuzuncu yüzyılı içi “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı” nitelemesinde bulunmuştu. On sekizinci veya yirminci yüzyılın en uzun yüzyıl olmadığını söylemek ne kadar mümkün ve ne kadar gerçekçi? Henüz ilk çeyreğinde bulunduğumuz yirmi birinci yüzyılın en uzun olmayacağını gösteren bir emare var mı?

Bu durumun çok geniş bir zamana yayıldığını ve dolayısıyla yüzyıllara yayılmış bu kritik vaziyetin aslında zannettiğimizden çok daha fazla kritik olduğunun işareti olarak görmemiz gerektiğinin altını çizmek için belirtiyorum. Dolayısıyla biraz da bizim kuşağa, bizim zamanımıza özgü sandığımız bu kaotik ortamın aslında belirli bir sürekliliğin parçası olduğunu görmek ve olası bir çıkış yolunu da bu bağlamı dikkate alarak düşünmek durumundayız. Ne oldu da böyle oldu? Nasıl oldu da daha önce kendimiz için düşünmediğimiz bir vaziyetin içine düştük? Ne yaptık veya ne yapmadık? İki yüzyılı aşkın bir süredir Batı dışında bu minvalde bir tartışma yapılıyor. Tartışmanın niteliği ve dolayısıyla maruz kaldığımız gidişatı dönüştürebilme gücü mevcut halimizden anlaşılıyor. Yaptığımız tartışmanın, aldığımız tedbirlerin krizin aşılmasına mı yaradığı yoksa krizi iyice derinleştirdiği mi soğukkanlı değerlendirmeler bekliyor.

Bu açıdan kritik bir dönemde yaşadığımız tespiti dile geliyorsa ve performatif bir talebi, gerçeğimizin köklü bir dönüşümünü ifade ediyorsa anlamlıdır. Aksi taktirde gerçeğin oluşturduğu dayanılmaz baskıyı hafifletmeye dönük tatlı bir yalan olur ve görünen o ki bütünü denilmese de büyük boyutuyla şu ana kadar ki baş etme stratejimizin bu tarz bünyeyi teskin etme, gerçekliğin ağır koşullarından kaçma üzerine oturtulduğu acı gerçeğidir. Hayatın tüm alanlarında maruz kalınanı ne püskürten ne de dönüştürebilen bir tür yüzeysel retorikle, maruz kaldığımızın önünü açan işlevsiz bir eklemlenme çabası içindeyiz. Bunun en somut görünümünün yaşandığı alanlardan birisi de eğitim alanıdır. Alan kavrayışımızdan yürürlükte forma, zaman-mekân planlamasından yönteme kadar tüm boyutuyla maruz kalınan neredeyse aynıyla meşrulaştırılıyor, hayata geçiriliyor. Alternatif bir yapılanma içerisinde olmanın çok zor olduğunu belirtmeye gerek yok. Elbette çok zor. Ancak içinden geçtiğimiz bu kritik dönem, yaşadığımız hayatın kolay olduğunu söylemek mümkün mü? Maruz kaldıklarımız, başımıza her gün gelen şeyler çok mu sıradan şeyler? Yeryüzünün her bir bölgesinden sistematik şekilde yaşananları paranteze alalım sadece İslam dünyasında (böyle bir dünya varsa tabi) yaşananları dikkate aldığımızda, sadece şu son aylarda Filistin’de yaşananları dikkate aldığımızda anlamlı bir çözümün, anlamlı bir ilişkinin, anlamlı bir varoluşun nasıl da zor ama aynı zamanda acil ve elzem olduğunu görmüyor muyuz? Kritik dönemde olmak bizim dışımızdaki veya içinde yaşadığımız koşulların zorluğuna işaret etmiyor aynı zamanda çıkışın nasıl zor ve büyük bir mücadele gerektirdiğini belirtiyor. Maruz kalmanın, maruz kalınanı meşrulaştırmanın ve bunun üzerinden bir gelecek hayalinin çözüm değil esareti uzattığını görebilir ve kritik bir dönemde yaşadığımız tespitinde olduğu gibi uzlaşabilirsek o zaman sahici bir atılımın imkânı için ümitvar olabiliriz. Aksi taktirde zorluğun yaşadıklarımızla sınırlı olmadığını ve bizden zorlu bir dönüşümü talep ettiğini görmezlikten gelirsek zilletin dipsizliğinde deneyimleyerek yaşamaya devam edeceğiz. Adına yaşamak denirse tabi!

Abdulbaki Değer

QOSHE - Bitmeyen kritik dönemimiz! - Abdülbaki Değer
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Bitmeyen kritik dönemimiz!

6 0
08.04.2024

Tarihin kritik bir döneminde yaşadığımızı söylemekte bir beis olmasa gerek. Hatta görülüyor ki pek çoğumuz için bu hükmün yerindeliğine de bir itiraz söz konusu değil. Neredeyse hepimiz hem fikiriz bu tespitte. Bir durum tespitindeki genel uzlaşı son derece önemli. Çünkü tespitteki genel kabul ve uzlaşı çözüm için gerekli aşamayı temin açısından hayati noktadır. Gelgelelim bizim için vaziyet bununla sınırlı olsaydı veya tam da bu noktada olsaydık işimizin görece kolay olduğunu belirtebilirdik. İşimizi güçleştiren ve bulunduğumuz vaziyeti çok daha kritik ve ciddiye alınması gereken bir hale sokan şey yaşadığımız kritik dönemin çok uzun zaman öncesinden başlamış olmasıdır. Daha da önemlisi bu kritik halin daha ne kadar süreceğinin de belirsiz olmasıdır. Ünlü bir tarihçimiz Osmanlı’nın on dokuzuncu yüzyılı içi “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı” nitelemesinde bulunmuştu. On sekizinci veya yirminci yüzyılın en uzun yüzyıl olmadığını söylemek ne kadar mümkün ve ne kadar gerçekçi? Henüz ilk çeyreğinde bulunduğumuz yirmi birinci yüzyılın en uzun olmayacağını gösteren bir emare var mı?

Bu durumun çok geniş bir zamana yayıldığını ve dolayısıyla yüzyıllara yayılmış bu kritik vaziyetin aslında zannettiğimizden çok daha fazla kritik olduğunun işareti olarak görmemiz gerektiğinin altını çizmek için belirtiyorum. Dolayısıyla biraz da bizim kuşağa, bizim zamanımıza özgü sandığımız bu kaotik ortamın........

© Maarifin Sesi


Get it on Google Play