1979 yılı hac mevsimi olmalı. Karadan son hac kafilesi ve onları taşıyan otobüsler Şam’da Mimar Sinan Camii’nin yakınındaki Fuar Alanına demir atmışlardı. Hacılar hem yol molası vermişler hem de birer ikişer Şam’ı keşfe çıkmışlardı. Şam sokaklarında tur atıyorlardı. Fuar Alanına gidip gelen hacılardan birisinin davranışı dikkatimi çekmişti. Yerde Arapça bir gazetenin kupürünü veya parçasını bulmuş ve onu yerden alarak kaldırmıştı. Şüphesiz bunu Kur’an diline olan hürmetten yapıyordu. Yoksa içinde ne yazdığını bilmiyordu. Belki Baas Partisinin bir propagandası belki de Karl Marks fikriyatın bir parçası da olabilirdi. Ya da kim bilir bir olayı aktarıyordu. Muhtemelen dini bir kesit veya pasaj içermiyordu. Lakin bizim meçhul hacının niyeti katıksız ve sahihti. Araplar ise bu gibi küpürler karşısında kayıtsız davranıyorlardı.

Geçtiğimiz günlerde İsmail Akdoğan beyle birlikte İstanbul’da Beylik Düzü beldesinin sahiline doğru ufak bir tura çıktık. Sahile doğru bir külliye gözümüze ilişti. Mamur, bayındır bir yerdi. Özenle bakılıyordu. Mimarisinden dini bir site olduğu belli oluyordu. Avlunun dışını, yol kıyısını bile çiçeklerle süslemişler, bezemişlerdi. Burası bana biraz Hayfa’daki Abdulbaha’nın kabrini hatırlattı. Burada dikkat çekici bir husus vardı. Galibi-i Dergahı olarak ifade edilen bu makber Rüfai-Kadiri karması bir ekolün şeyhi olan Şeyh Hasan Galip Kuşcuoğlu’nun mezarını da barındırıyor. Burası tasavvuf müzesi olarak anılan bir bölüme de havi idi. İçini gezdiğimizde Kemalizmle barışık bir hava seziyoruz. Bu makberin sahibi tanıtım bilgilerinde marangoz olarak anılıyor. Dert değil. Burada mesleğe değil gönle bakılır. Tasavvufun ser çeşmesi olan Cüneyd-i Bağdadi gibiler de zücaciye işiyle meşgul oluyorlardı. Havariler gibi zanaat erbabı idiler. Allah’ın naz makamındaki ulu bir velisi idi.

Galibi dergahında duvarda yazılı dövizlerden birisi garibimize gidiyor: Şöyle yazıyor: Mustafa Kemal ile aynı dönemde yaşasaydık kurtla kuzuyu bir araya getirir, barıştırırdık. Mahviyet değil iddia kokan bir cümle. Bu zatla ilgili bir veri bulmak umuduyla zihnimi kurcaladım, taradım durdum ama çıkaramadım. Önce Hasan Burkay ile karıştırdım sonrasında ise hayal meyal hatırladım. Bana Ahmet Yaşar Ocak’ın yazıları üzerinden Mevlana’nın dönemindeki Rufailere yönelik söylediklerini hatırlattı.

Bu anıtmezar veya dergah son derece temiz ve bakımlı. İçeride müze bölümünde teşhir edilen gazete dergi küpürleri ise biraz insanın içini karartıyor.

Bu anıtkabir-dergah karması mekanda dikkat çeken ikinci husus ise Arapça dini ibare ve metinlerin latinize edilmesi yani Latince olarak yazılması. Bunda ısrar gözetilmesi. Mekanın en önemli alamet-i farikası bu. Ya da bizim dikkatimizi bu yönü çekti.

1980’li yıllarda Pakistan’la alakalı olarak Arapça bir risale okumuştum. Yazarı Ziya ul Hakk’a sitem ediyordu. Siteminin sebebi şu: Neden fırsat varken ülkede resmi dili Arapça haline getirmemişti? Milli dil yapmamıştı? Elbette İngilizce gibi resmi dillerden birisi Arapça olabilir. Bunda yadırganacak bir hal yok. Lakin ülkenin Arapçaya geçmesi murat ediliyorsa bu hem zor hem de gerekli değil. Yazar gereksiz bir hassasiyet göstermiş.

Yukarıdaki satırları yazmamın nedeni İstanbul eski müftülerinden Mustafa Çağrıcı’nın ‘Arapça kutsal dil mi?’yazısı oldu. Arapça bir yönüyle kutsal bir dil bir yönüyle de profan yani kutsal olmayan bir dil. Arapça erbabına göre alet ilimlerinden yani araç ilimlerden birisidir. Bunu da vahiyle bağlantılı olmasından almıştır. Kimse vahiyden önce veya Muallakat-ı Seb’a/ Yedi Askı gibi cahiliyet şiirlerinin ve dilinin kutsal olduğunu savunmamıştır. Arapça vahiy dili olmasıyla küme atlamıştır. Su misali içindeki kabın rengini almıştır. Müşriklerin şirklerini dile getirdikleri Arapça ile vahyi terennüm eden Arapça farklı olmalıdır. Çift hatta çok karakterli bir dil. Arapça tamamlayıcı ve taşıyıcı bir dildir. Vahiy kültürüne taşır. Bu nedenle eskiler ‘mala yetimmu’l vacibu illa bihi fehuve vacibun’ yeni bir şeyi tamamlayan da onun hükmünü alır veya parçası haline gelir demişlerdir. Arapça vahyin taşıyıcısı olmasından ötürü özel bir muamele görmüştür. Hazreti Ömer Arapçayla çok önem vermiş ve Hasan el Benna gibi çağdaş hareket adamları onu İslam’ın şeairinden saymışlardır. Arapça İslam ile birlikte ale’l ade bir dil olmaktan çıkmıştır. Arapçanın rüchaniyeti, taşıdığı hamule ile ilgilidir. Peygamberin eşleri de evlilik yoluyla sıradan bir eş olmaktan çıkmışlar ve nübüvvet dairesine girmişler ve mertebe kazanmışlardır.

Sonuç olarak aralarında renk fark olmadan müminler nasıl kardeşse dilleri de kardeştir. Hiçbirini hor görmek doğru değildir. Bir görüşe göre bütün diller ilahi kaynaklıdır. Bazısı işlenmiş bazısı ise ham kalmıştır. Bazıları vahiy gölgesinde daha fazla serpilmiştir. Mevlana ‘dilini bilmesem de sevgiliden gelen name benim için hürmete layıktır. Başıma taç ederim’ demiştir.

Allahu a’lemu haysü yecalu risaletehu.

Allah, risalet görevini kime vereceğini en iyi bilendir.

Mustafa Özcan

QOSHE - Taşıyıcı araç ilimler - Mustafa Özcan
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Taşıyıcı araç ilimler

14 5
30.12.2023

1979 yılı hac mevsimi olmalı. Karadan son hac kafilesi ve onları taşıyan otobüsler Şam’da Mimar Sinan Camii’nin yakınındaki Fuar Alanına demir atmışlardı. Hacılar hem yol molası vermişler hem de birer ikişer Şam’ı keşfe çıkmışlardı. Şam sokaklarında tur atıyorlardı. Fuar Alanına gidip gelen hacılardan birisinin davranışı dikkatimi çekmişti. Yerde Arapça bir gazetenin kupürünü veya parçasını bulmuş ve onu yerden alarak kaldırmıştı. Şüphesiz bunu Kur’an diline olan hürmetten yapıyordu. Yoksa içinde ne yazdığını bilmiyordu. Belki Baas Partisinin bir propagandası belki de Karl Marks fikriyatın bir parçası da olabilirdi. Ya da kim bilir bir olayı aktarıyordu. Muhtemelen dini bir kesit veya pasaj içermiyordu. Lakin bizim meçhul hacının niyeti katıksız ve sahihti. Araplar ise bu gibi küpürler karşısında kayıtsız davranıyorlardı.

Geçtiğimiz günlerde İsmail Akdoğan beyle birlikte İstanbul’da Beylik Düzü beldesinin sahiline doğru ufak bir tura çıktık. Sahile doğru bir külliye gözümüze ilişti. Mamur, bayındır bir yerdi. Özenle bakılıyordu. Mimarisinden dini bir site olduğu belli oluyordu. Avlunun dışını, yol kıyısını bile çiçeklerle süslemişler, bezemişlerdi. Burası bana biraz Hayfa’daki Abdulbaha’nın kabrini hatırlattı. Burada dikkat çekici bir husus vardı. Galibi-i Dergahı olarak ifade edilen bu makber Rüfai-Kadiri karması bir ekolün şeyhi olan Şeyh Hasan Galip Kuşcuoğlu’nun mezarını da barındırıyor. Burası tasavvuf müzesi olarak anılan bir bölüme de havi idi. İçini gezdiğimizde Kemalizmle barışık bir hava seziyoruz. Bu makberin sahibi tanıtım bilgilerinde marangoz olarak anılıyor. Dert değil. Burada mesleğe değil gönle bakılır. Tasavvufun ser çeşmesi........

© Maarifin Sesi


Get it on Google Play