Değirmenden henüz gelmiş olan un çuvallarının her birini tek seferde kaldırıp kaldırıp kocaman ve alüminyum malzemeden yapılmış sobaya benzeyen un depolarına boşaltıyordu. Siyah üzerine küçük mavi çiçekler bezenmiş şalvarı, namahrem görünce ağzını kapatacak biçimde başına doladığı kenarı iğne oyalı yazması ve dört mevsim sırtından eksik etmediği garip renkli yeleği una bulanmıştı. Kerpiç köy evinin geniş mutfağında tasarım faciası o un deposundan bir çift bulunmaktaydı. Depolar yaklaşık iki metre boyunda ve bir metre çapında, silindir şeklinde; her iki deponun kapağı da üstten açılabilen ve içleri çuvallarca un alabilecek kadar büyük hacimdeydi. Yine bu depoların altına doğru yere yakın olan kısımlarında-zaten sobaya benzetme sebebim de buydu-birer küçük kapak vardı. İşte genç kadının, deponun üstünden saatlerce tek başına doldurduğu un, bu kapaklar açılarak kullanılıyordu. Yukarıya doğru basit bir sistemle kaydırılan kapak açılınca, genelde ekmek yapmak için kullanılacak un, bir leğene veya kaba dökülüveriyordu. Gelin, o deponun alttaki bu küçük kapağını açıp unu hızlıca alırken her defasında ödüm patlıyordu. Sanki kilolarca un o küçücük boşluktan yerlere saçılıverecek gibi geliyordu bana… Hâlbuki o kadar basınçla sıkışmış olan un, ufacık kapaktan nasıl dökülsündü. İnsan çocuk aklıyla her şeyden korkmayı yeğliyorsa demek ki…

Genç kadın, köydeki evde kayınvalidesi, iki bekâr kayınbiraderi, kocası ve iki kız çocuğu ile yaşam mücadelesi veriyordu. Her ne kadar evin kadrolu ahalisi bu kişilerse de kayınvalide evinde yaşamak demek çoğu yatılı sürekli gelip giden diğer misafirlerin de hizmetkârlığı demekti bir bakıma. Tabii ki evin gelini olarak her biri yirmi beş kiloluk onlarca çuval unu, kocaman depolara istiflemek onun görevi olmalıydı! Elbette sadece bu değil; mütemadiyen inekler sağılacak, tavuklar yemlenecek, ekmekler yapılacak, yemek ocağa konulacak, çocuklar eğlenecek, çamaşırlar yıkanacak, bulaşıklar toplanacak nihayet dedikoducular susturulamayacak… Vakti gelecek salça yapılacak, konserveler hazırlanacak, biberler kurutulacak, şeker pancarı fabrikaya gönderilecek ve gelen şeker çuvalları rutubetsiz bir yere kaldırılacak… Ama kimselere yaranılamayacak, yine de herkesin içinde konuşma hakkı verilmeyecek, fikri sorulmayacak, bedenine saygı duyulmayacaktı! Adı üstünde gelindi o…

İşte böyle yıllar yılı işe güce koşturup durmaktan elleri nasırlaşmış, topukları çatlamış ve bir oğlan çocuk doğurabilmek için hemen her yıl gebe kalmış, yetmemiş iki kız bebeğini zatürreden toprağa vermişti. Ancak belki de henüz reşit bile değilken gelin geldiği o köy evinde, kocasını tertemiz bir kalple sevmekten, onun bir dediğini iki etmemekten başka bir şey yapmamıştı. Öyle ki bu has sevgiyi hak edip etmediği muamma olan kocası çalışmak için bir süre İstanbul’a gitmişti de zavallı kadın “Ya orada ünlüleri görür beni unutursa” diye günlerce uyuyamamıştı.

Bir ağustos ayının son günleriydi. Atalar ocağının onlarca sıla ziyaretinden biriydi. Böğürtlen toplamıştık, ellerimize batan dikenleri çıkarmaya çalışırken kar sularının berrak ve ışıltılı sesiyle önümüzden akıp gittiği dereye bakan bahçenin en yaşlı elma ağacının altında soluklanıyorduk. Gelin, birdenbire kendi ellerini benim ellerimin yanına getirdi. Uzun uzun baktı, baktı… Neden öyle baktığını anlayamamıştım. Ne oldu dedim, bir cevap bekleyerek… Ne güzel ellerin var, benimkilere bak bir de dedi. Üzülmesin diye anlamazlıktan geldim. Ne olmuş seninkiler daha güzel, o kadar böğürtlen topladık çizilmemiş bile dedim. Çizilecek hâli mi var dedi, kayış gibi olmuş derisi… Gülüştük, kalem tutan el başka oluyor demek ki diye devam etti hüzünle… Uzatmadım, kocaman gözlerine şöyle bir baktım sadece, birlikte sustuk.

Gelin, o gün birlikte sustuklarımızı işitti mi bilmiyorum. Aradan yıllar geçti. İşi boyunu aşan o evde yaşlanamadı. Bazı rahatsızlıkları oldu, hayat onu savurdu durdu. Hastalıkları arttı, çocuklarının büyüdüğünü göremeden kendisine fazla yaşam hakkı vermeyen bu dünyadan göçüp gitti… Şimdi, ne zaman dünyanın yükünü omuzlamış yürüyen bir kadın görsem şehirde, köyde, pazarda, çarşıda, okulda, işte; hatta kurye, bazen benzinlikte pompacı, kimi zaman incileri dökülen birinin evinde temizlikçi… Gelin düşer aklıma. Onun nasırlı elleri, koskoca bir kara kazanda odun ateşiyle pişirdiği sütlaçlar, hamurunu sabah ezanında yoğurduğu gözleme, kovalarla böğürtlen, çuvallarla un, konserve kavanozları, çeşme başında su güğümleri, sadece burnu ve gözlerini açıkta bırakacak şekilde sımsıkı örttüğü iğne oyalı yazmaları… En çok da işe giden kamyon şoförü kocasının İstanbul’da şarkıcılarla gönül eğlendirip eğlendirmediğinin endişesini taşıyan safdilliği gelir gözlerimin önüne. Ey güzel Uygur Gelini, hatıran düşüverdi içime nevruz ateşi gibi, kalem tutan ve sana hoş gelen bir el hikâyeni yazıverdi böylece, işittin mi?

Dr. Seda Artuç Bekteş

QOSHE - Gelin - Seda Artuç Bekteş
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Gelin

5 1
21.03.2024

Değirmenden henüz gelmiş olan un çuvallarının her birini tek seferde kaldırıp kaldırıp kocaman ve alüminyum malzemeden yapılmış sobaya benzeyen un depolarına boşaltıyordu. Siyah üzerine küçük mavi çiçekler bezenmiş şalvarı, namahrem görünce ağzını kapatacak biçimde başına doladığı kenarı iğne oyalı yazması ve dört mevsim sırtından eksik etmediği garip renkli yeleği una bulanmıştı. Kerpiç köy evinin geniş mutfağında tasarım faciası o un deposundan bir çift bulunmaktaydı. Depolar yaklaşık iki metre boyunda ve bir metre çapında, silindir şeklinde; her iki deponun kapağı da üstten açılabilen ve içleri çuvallarca un alabilecek kadar büyük hacimdeydi. Yine bu depoların altına doğru yere yakın olan kısımlarında-zaten sobaya benzetme sebebim de buydu-birer küçük kapak vardı. İşte genç kadının, deponun üstünden saatlerce tek başına doldurduğu un, bu kapaklar açılarak kullanılıyordu. Yukarıya doğru basit bir sistemle kaydırılan kapak açılınca, genelde ekmek yapmak için kullanılacak un, bir leğene veya kaba dökülüveriyordu. Gelin, o deponun alttaki bu küçük kapağını açıp unu hızlıca alırken her defasında ödüm patlıyordu. Sanki kilolarca un o küçücük boşluktan yerlere saçılıverecek gibi geliyordu bana… Hâlbuki o kadar basınçla sıkışmış olan un, ufacık kapaktan nasıl dökülsündü. İnsan çocuk aklıyla her şeyden korkmayı yeğliyorsa demek ki…

Genç kadın, köydeki evde kayınvalidesi, iki bekâr kayınbiraderi, kocası ve iki kız çocuğu ile yaşam mücadelesi veriyordu. Her ne kadar evin kadrolu ahalisi bu kişilerse de kayınvalide evinde yaşamak demek çoğu yatılı sürekli gelip giden diğer misafirlerin de........

© Maarifin Sesi


Get it on Google Play