“Bilmem…

Hiç öyle imiş gibi durmuyor şimdi ölüm hakikati, bu çağ üzerinde…

Sanki “çağdaş” bir olgu değilmiş gibi durduruluyor…”

Cenaze geldiğinde bir dalgalanma oldu. Son anda gelen cenaze yakını kalabalığı yara yara ilerledi. Aklında nasıl da aniden ertelemek zorunda kaldığı çok önemli toplantısını nasıl telafi edeceği konusundaki çözümleri bir süreliğine askıda bırakarak ilerliyordu. Ölüm zamansız bir şeydi. Günü önceden belli olmadığı, tarihi, takvimi açıklanmadığı için hazırlığı da yapılmıyordu. Sanki ölen hazır mıydı?

“Ölüm için hazırlık nasıl bir şeydir ki?” diye düşünmeden edemedi. Bir mezar satın alırsın. Kefenin bedeni yok. Altı üstü dikişsiz bir bürgü. Koca bir kundak. İşlemesiz. Takım elbise alacakmış gibi kefen almaya gidecek halimiz yoktu ya. Sahi? Tam kendi kendine bir soru yöneltecekken “Başınız sağ olsun!” diyen bir ses onu kendisinden dışarı çıkardı. “Dostlar sağ olsun!” diye hızla verdi karşılığını. O yürüdükçe kendiliğinden bir koridor açılıyordu. Devam etti. “Sahi” dedi, içinden. “Neden herkes aynı kefende? Yaşarken farklı kefelerdeyken…” Doğrusu bunu tartışmalıydı. Fakat daha geniş bir zamanda. Şimdi hızla ilerleyip en ön sıralarda yerini almalıydı.

Gözleri, gözlerindeki mümkün, beklenen hüzün, kuvvetli ihtimal ki yenice yağmış yağmur nemi ve işte şayet yağmış ise kirpiklerine tutunup kalmış, düşmemekte ısrarcı birkaç damla dahi görünürlerde yoktu. Gözlük ne çok şeyi saklıyordu öyle. Çerçevesinden tahmin edilebileceği gibi baştan aşağıya salınan, hatta etekleri yerde sürünerek ilerleyen bir imaj katmıyor değildi. Bir an kalabalığa siyah gözlükleri seçerek bakarsanız, bitmiş ve dağılmak üzere olan bir körebe oyunu olduğu zehabına kapılabilirdiniz. Cenaze yakını olduğu sanılan kişi, onun rahmetliye ne kadar yakın olduğu hiç bilinmeksizin cenazeye yaklaştı. Sağ elinin ayasını tabut üzerine dokundurmak için şefkatli bir hamle yaptıysa da parmaklarındaki birkaç yüzüğün görülmesinden rahatsız olmuş gibi ani bir manevra ile geri çekti. Manevra anında yüzüklerin ışıltısı ve renkleri birbirine karıştı. İri taşlıydılar. Görülmeye değerdi doğrusu. Cenaze olmasaydı. Cenaze yakınının eli alt kat merdivenlerden koşarak inen biri gibi hızla cebine inmişti. Nasılsa çıkarırdı şimdi cebinden. Birkaç saniye sonra çıkan elde tek bir yüzük bile yoktu.

Üzgün yüzler toplantısıydı bu tören. İnsan ömrü. Doğum müjdesi ile ölüm haberi arası bir şey. İki kundak arası bir güç gösterisi. Önce “Benim babam senin babanı döver” iddiası ile başlayan bir dövüş. Tam sevmeyi öğrenecekken bitmesi oyunun. Işıkların sönmesi. Perdelerin kapanıp mutfağa alınması insanın… Kostümlerin çıkarılması. Maske, makyaj, imaj, derken soyunmuş gitmeye kalkmış ruhu yüzünden, bol gelmiş bir entari gibi düşmesi bedenin. Toprağa…

Çok kısaydı. Hayır. Sevdiğinden ayrıyken uzun. Hastayken çok ağır. Hastanedeyken hantal kaplumbağa. Ölmüş kaplumbağa. Dert kadar uzun sevinç kadar kısa boylu bi şeydi. Şey gibi. Nasıl desek. Biraz oyuncak kırmak, daha çok kırılmalar silsilesi. Düşmek ve kalkmak, düşmek ve kalkmak. Sonunda uzanıvermek musallaya. Sağken uyumaya benzemez. Sağken küçük te olsa ölmek zordur. Bin bir çeşit iş, güç, telaş ayaklanır başında. Başını kıskanırlar yastıktan. Sesler yükselir sen uyuyacakken. Sadece vicdanın sesini duyuncaya kadar çok zaman geçer. Susması zaman alır hayatın. En nihayet vicdan alır mikrofonu eline. Gözlerin kapanmıştır. Sonrası çay hazır sesi. Sıfır, sıfır, elde sıfır.

Bu musalla iyi bir şey. Sert ama hayatı susturuyor ve bir adım değil, epey bir adım geride kalmasını sağlıyor. Hayatın arsızlığına sert bir tokat gibi bu uzun taş. Mermere söyletilmiş dur sözü. Mermerle belletilmiş geçemezsin tembihi. Zavallı insan ilk kez dünyevi kaygıların uzağında. Rahat. Bin kaygı bitmiş gitmiş.

Hey gidi! Doğduğunda mı daha çok sayıda insan karşılardı insanı, öldüğünde mi? Şu bir gerçek ki en popüler olduğu bir zamanı yaşardı insan öldüğünde. Hiç olmadığı kadar eller üstünde! Bir an için herkesin kalbinde. Kalbinde olmasa aklında…

Mesela şu cenazeye en yakın olanlar ya da uzak olanlar, giyimleri son derece düzgün olup ceplerine mendil koymayı bile unutmayanlar. Sonra hakikaten yakın olanlar, sevenleri. Sevdikleri… Ya da uzak, çok uzak oldukları halde bugün burada görünmezlerse zor duruma düşecekleri sebebiyle burada olanlar… Koşarak, gönlüyle gelenler ve vazifede olanlar.

Bir ölümün herkese atılmış olduğu halde çok özel ve anlamlı bir mektup olduğu kesindi. Yakından uzağa doğru şiddeti azalan ve bir çırpıda yüksek etkiyle kalpleri dolaşıveren bir ayazdı bu. İçlerinden birinin süresi bitmiş oluyordu işte. Sırası gelmiş ve içeri alınmış oluyordu. Yok. Dışarı… Oyunun dışında bırakılıyordu o insan. Çok yorulmuşsa. Performansı düşmüşse. Ne çocukluk ne mızıkçılık… Sesini de alıp gidiyordu.

Bir insanın artık sesinin duyulmayacak olması nasıl bir şeydi. En çok seslendiği kulakların o sesin sağırı olacak olması. Sevdiklerine özel hitapları. Taktığı lakaplar… Herkese özel ayarı yapılmış, özgün notalarla bestelenmiş cana yakın, can yakan ses parçacıkları… Bir süre tekrarlanacaktı belki. Günler geçtikçe ezber verecek, ezber alacaktı. Fakat günü geldiğinde tekrar, kural gereği sıradanlaşacaktı. Kulak kapanacak. Günün birinde ses yine gelecek fakat artık duyulmayacak… tı.

QOSHE - Gerçekten hepimiz ölecek miyiz? - Ayşe Şener
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Gerçekten hepimiz ölecek miyiz?

47 7
20.02.2024

“Bilmem…

Hiç öyle imiş gibi durmuyor şimdi ölüm hakikati, bu çağ üzerinde…

Sanki “çağdaş” bir olgu değilmiş gibi durduruluyor…”

Cenaze geldiğinde bir dalgalanma oldu. Son anda gelen cenaze yakını kalabalığı yara yara ilerledi. Aklında nasıl da aniden ertelemek zorunda kaldığı çok önemli toplantısını nasıl telafi edeceği konusundaki çözümleri bir süreliğine askıda bırakarak ilerliyordu. Ölüm zamansız bir şeydi. Günü önceden belli olmadığı, tarihi, takvimi açıklanmadığı için hazırlığı da yapılmıyordu. Sanki ölen hazır mıydı?

“Ölüm için hazırlık nasıl bir şeydir ki?” diye düşünmeden edemedi. Bir mezar satın alırsın. Kefenin bedeni yok. Altı üstü dikişsiz bir bürgü. Koca bir kundak. İşlemesiz. Takım elbise alacakmış gibi kefen almaya gidecek halimiz yoktu ya. Sahi? Tam kendi kendine bir soru yöneltecekken “Başınız sağ olsun!” diyen bir ses onu kendisinden dışarı çıkardı. “Dostlar sağ olsun!” diye hızla verdi karşılığını. O yürüdükçe kendiliğinden bir koridor açılıyordu. Devam etti. “Sahi” dedi, içinden. “Neden herkes aynı kefende? Yaşarken farklı kefelerdeyken…” Doğrusu bunu tartışmalıydı. Fakat daha geniş bir zamanda. Şimdi hızla ilerleyip en ön sıralarda yerini almalıydı.

Gözleri, gözlerindeki mümkün, beklenen hüzün, kuvvetli ihtimal ki yenice yağmış yağmur nemi ve işte şayet yağmış ise kirpiklerine tutunup kalmış, düşmemekte ısrarcı birkaç damla dahi görünürlerde yoktu. Gözlük ne çok şeyi saklıyordu öyle. Çerçevesinden tahmin edilebileceği gibi baştan aşağıya salınan, hatta etekleri yerde sürünerek ilerleyen bir imaj katmıyor değildi. Bir an kalabalığa siyah gözlükleri seçerek bakarsanız, bitmiş ve dağılmak üzere olan bir körebe oyunu olduğu zehabına kapılabilirdiniz. Cenaze yakını........

© Milat


Get it on Google Play