Ben İstanbul’u küçülttüm. Darısı sizin başınıza!...

Büyümek bozulmak değil mi?

Değişim ve oluş her zaman iyiye ve doğruya doğru olmuyor malum.

Mis gibi kirli hava! Seçkin besteleriyle harika bir gürültü orkestrası! İş ve yaşam imkanlarının zenginliği nedeniyle kalabalık göçleri çağırması ve akamayan yaya ve bol egzozlu kara trafiği ile potansiyelinin çok üstünde hayat taşıyan bu büyük gemi… Büyük kent!

Vakti yönetebilme, en dar vakitlerde en iyi işleri çıkarma konusunda bizi eğitiyor, bu gemide yolculuk yapmak, kim bilir. Biraz taşra sevgisini, kırı bayırı, köyü çeşmeyi özletiyor, ona doğru ittiriyor psikolojik olarak bizi. Maalesef uzaklara gidilemeyen zamanlarda kültürel, sanatsal faaliyetlerle farklı soluklar aldığımız da bir yolculuk bu. Tabii, hayati önem taşıyan kaynakları adil ve bilinçli kullanma ve bir de atık problemini daha kontrol altına alma gibi dikkat etmemiz gereken ve çoğalan bir dizi sorumlulukları da yüklüyor yolcularına…

Kalabalığa rağmen bir o kadar yalnızlığa iten ve birey olmayı öğreten yanıyla belki de daha bağımsız şahsiyetler olma yoluna da girilebilir yanı var; kentin. Beş ya da beş yüz, sayılmış ya da sayılamamış, saygı da duyulmamış bütün duyularımızın istemediği onca etkiye maruz bir zindana atsa da bizi… Etkinlikler cehennemi olarak bizi her gün ve her akşam yorgun ve etkisiz bıraksa da…

Yine de ne olmayı istiyorsak o olabiliriz bu kentte.


Fakat karşıdan bakıldığında bizim görünümümüzdür bu bahsettiğim. Gerçekte olduğumuz değil.

"Karşıdan" kelimesi tam da yerine koştu geldi burada. Büyük ve karmaşık, biraz sırlı, daha çok aşikar bir aynada yansımamızla…

İnsan zamanı alıp götüren ve kendi kafasına göre allayıp pullayarak sahneye atan bir mekânda; kendisinin tam da karşısına geçiyor bazen. Kendisine yakından, içten değil karşıdan bakıyor. Sanal sosyal meydanlar, sokaklar konusuna hiç girmeyeceğim fakat sadece şu gerçek bildiğimiz hayatta bile “Sence, sizce nasılım, nasıl görünüyorum?” la çıkıyor hayata. Belki o kadar da kötü değil bu. “Nasıl görünüyorum?” sorusu kendini nasıl görmek istiyorsa öyle görmek istemenin de yarısı… Ama yarısı işte. Hepsi başkalarına görünme tarafından ele geçirilmişse kötü. O noktada sen yoksun artık. Başkaları var. Başkalarının gözlerini ve bakış açılarını, zihniyetini taşıyorsun üstünde. Başkalarını giyiniyor, bürünüyorsun. Sonra o yüzden evini özlüyorsun. Anahtarına nasıl bir arzuyla sarılıyor hatta düşürüyorsun elinden yere ve hızla alıp evine açılıyorsun. Zulana. Saklambacına… Amman kimseler sobelemesin dediğin sayılı saatlerine…Bir kentin evi ögürlüğün ta kendisi gibi… Dışarıda ise hep bir alemsiniz, bir alemiz.

Aslına bakarsanız nüfus çoğaldığı için hesap verme ve el alem baskısı da azalıyor ve olduğu gibi görünmek te kolaylaşıyor öte yandan.

Öyle veya böylesiyle; kent biraz budur.

Değiştirmez ve kendi isteklerine göre bir tahakküm kurmazsan senin hayatını ele geçirir.

Nasıl göründüğünden başlar. Nasıl olduğuna, görünmediğin yerlerdeki oluşlarına kadar karışmaya devam eder. Çekinmez, utanmaz bundan. Kent çoğu zaman işgaldir. Kendi topraklarına katıldığı sanılan kentler insanların hayatlarını, özellerini istila etmiş, işgal etmiştir.

Bu içinde, gerçekte var olmaya çalışan, kent baskınlığın altında kalan çekingen çocuk; daha hiçbir seçenekle uyarılmamışken ki saf seçkisini arıyorken, aynasıyla arasına İstanbul girdiğinden bazen kendisiyle çelişiyor. Gerçekte hiç var olmayan "cazip" seçeneklere tamah ediyor ve var oluşa iç çeken hakiki tercihini görmezden geliyor. Belki nitelik hakiki cazibedir. Bunu fark edinceye kadar yara alıyor; “çocuk.”

Kişinin kendisinin karşıtı olma işi; belki de yaşamın, zamanın hakkından gelemeyişi ve aslında dış etkenlere yenilmesidir. Mekân insan eseridir. Yaşamların ve hareketlerin toplamıdır. Ve zamanla el ele verip hükmetmektedir. İnsan ve bazen dışa, öz balkonuna taşan içindeki ”çocuk” oluşturulmuş bu çerçeveye göre şekil almaktadır. Mekân o kadar hareketli, o kadar atılgandır ki biraz durabilmiş olsa ortaya çıkabilecek olan ruhsal hareketlenişlerin hep önüne geçmiştir. Geçer. Geçiyor. Öyleyse biz duralım biraz, ezilme tehlikesinin, izdihamın ötesinde bir yerde. Saklanalım biraz. Mümkünse küçültelim biraz; kendi İstanbul’umuzu…

QOSHE - Küçük İstanbul - Ayşe Şener
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Küçük İstanbul

39 6
13.02.2024

Ben İstanbul’u küçülttüm. Darısı sizin başınıza!...

Büyümek bozulmak değil mi?

Değişim ve oluş her zaman iyiye ve doğruya doğru olmuyor malum.

Mis gibi kirli hava! Seçkin besteleriyle harika bir gürültü orkestrası! İş ve yaşam imkanlarının zenginliği nedeniyle kalabalık göçleri çağırması ve akamayan yaya ve bol egzozlu kara trafiği ile potansiyelinin çok üstünde hayat taşıyan bu büyük gemi… Büyük kent!

Vakti yönetebilme, en dar vakitlerde en iyi işleri çıkarma konusunda bizi eğitiyor, bu gemide yolculuk yapmak, kim bilir. Biraz taşra sevgisini, kırı bayırı, köyü çeşmeyi özletiyor, ona doğru ittiriyor psikolojik olarak bizi. Maalesef uzaklara gidilemeyen zamanlarda kültürel, sanatsal faaliyetlerle farklı soluklar aldığımız da bir yolculuk bu. Tabii, hayati önem taşıyan kaynakları adil ve bilinçli kullanma ve bir de atık problemini daha kontrol altına alma gibi dikkat etmemiz gereken ve çoğalan bir dizi sorumlulukları da yüklüyor yolcularına…

Kalabalığa rağmen bir o kadar yalnızlığa iten ve birey olmayı öğreten yanıyla belki de daha bağımsız şahsiyetler olma yoluna da girilebilir yanı var; kentin. Beş ya da beş yüz, sayılmış ya da sayılamamış, saygı da duyulmamış bütün duyularımızın istemediği onca etkiye maruz bir zindana atsa da bizi… Etkinlikler cehennemi olarak bizi her gün ve her akşam yorgun ve etkisiz bıraksa da…

Yine de ne olmayı istiyorsak o olabiliriz bu kentte.


Fakat........

© Milat


Get it on Google Play