Tarih boyunca Batı’nın hedefinde olan ve sürekli kuşatılan Anadolu topraklarının sahipleri, maneviyat öncülerinin gücüyle hiç yenilmedi.

Bugün Batı’nın emperyalistleri tarafından Türkiye’nin kuşatıldığı doğrudur. Başta ABD olmak üzere Batının egemen ülkeleri Gazze’de yaşanan soykırımda İsrail terör örgütünün yanında yer alırken bütün dünyaya gerçek niyetlerini ve yüzlerini de gösterdiler. Peki vahşi Batı, sadece bugün mü böyle? Hayır! Tarih boyunca katliamlarla, soykırımlarla, bilhassa Türklere ve Müslümanlara olan düşmanlıklarıyla anılagelmişlerdir. Haçlı ruhu neydi? Kudüs’ü işgal etmeye giderken Anadolu topraklarından geçen ve bu mübarek toprakları yakıp yıkan aynı güruh değil miydi? Demek ki değişen bir şey yok. Bunun farkında olmamız, şüheda kanlarıyla mukaddes olmuş bu toprakların kıymetini iyi bilmemiz gerek. Anadolu Malazgirt’te sadece kılıçla fethedilmedi ondan çok önce Ahmed Yesevi’nin gönderdiği dervişleri ile de alındı. Büyük Selçuklu’dan, Anadolu Selçuklularına, oradan Osmanlı Devleti’ne ve Cumhuriyet’e gelince kadar maneviyat önderlerinin buradaki hükümranlığımızda gayretlerini görürüz. Yesevi’den Mevlâna’ya, Yûnus Emre’den Hacı Bayram-ı Veli’ye, Hacı Bektaş-ı Veli’den Niyazi Mısrî’ye, Şeyh Galip’ten İbrahim Hakkı’ya kadar yüzlerce ermişimiz ve mürşidimiz talebeleri ve bağlılarıyla bu topraklarda kök salmışlar, yaşadığımız coğrafyaları bize özge vatan kılmışlardır. Gönüllerimizde taht kuran bu ışık adamların rollerini iyi bilmemiz ve bizim için ne kadar önemli olduklarını yeni nesillere anlatmamız gerek. Bu nasıl olacak? Elbette başta kitaplarla… Sonra sinema ile ve sanatın diğer dallarıyla…

FATİH DUMAN’DAN LÂL

Romancı yazar Fatih Duman bahsettiğimiz kutlu kervan mihmandarlarının hayatlarını araştıran ve yazan kıymetli bir kalem erbabıdır. İki yıl önce Lâl isimli romanını okumuştum. İnanç dünyamızın rehber şahsiyetlerinden Şemseddin Sivasî’nin hayatı anlatılıyordu burada. AKM’de güzel bir şekilde sahnelenmişti eser. Kalabalık bir seyirci kitlesi, eseri sahneye koyan sanatkârları coşkuyla alkışlamıştı. Şimdi kitabın kapağına dikkatle bakınca 105. baskısının gerçekleştirildiğini gördüm ve çok sevindim. Maşallah, ne güzel! Bir de bazıları bizde kitap okunmadığını iddia ediyor, yanlış! Türkiye’de son 20-30 yıldan beri büyük bir okuma dalgasının yayıldığını müşahede ediyoruz. Fatih Duman’ın İstanbul’da ve Anadolu’da düzenlenen kitap fuarlarında ilgi gördüğünü, buluştuğu okuyucularına hitap ettikten sonra kitaplarını imzaladığını da biliyorum. Milletimizin değerlerinden uzaklaşan yazıcıların kitapları, az okunuyor olabilir ama yerli ve millî hassasiyetlerle inanç dünyamızı nakış nakış işleyen iyi yazarlarımız, Türkiye’de ve yurtdışında ısrarla okunuyor. Kültür dünyamıza dikkatle bakılırsa bu hakikat, aşikâr bir şekilde görülebilir.

Yazar, romanın ön söz’ün büyüklerin hayatını yazmak için heveslendiğinde duyduğu şu anlamlı sözün onu etkilediğini belirtiyor: “Kim bir Müslümanın hayatını yazarsa ona yeniden hayat vermiş gibi olur.” Girizgâh cümlesi de düşündürücü: “Bir şehrin sahipleri üzerinde gezip dolaşıp adım atanlar değil, şehre gönüllerini verip de o şehrin toprağında hâlen dahi diri bir gönülle yatanlardır.” Abide şahsiyetlerin hayatını yazmak kolay değil. Onların derin dünyalarına nüfuz etmeniz gerek. Fatih Duman, bu zor yolculuğa cesaretle çıkarken yaşadıklarını şöyle hülâsa ediyor: “Şemseddin Sivasî için gecelerimi günüme ilikledim ben. Aylarca onu okudum, onu dinledim, onu düşünerek uyudum, onunla ilgili cümlelerle uyandım hep. Bu şehri sevmek ne demektir ve bir şehre gönül vermek ne demektir ondan öğrendim.”

Romanın kapısını aralayıp içeride olan biteni merak edebiliriz. Elbette birkaç satırla bu ulu sultanın gönül dünyasına erişemeyiz ama giriş metni, bizi nefis bir yolculuğa davet ediyor. Şimdilik onunla yetinelim: “Şemseddin Ahmed gecenin sabaha en yakın bu vaktinde ufak bir şiltede dizlerinin üzerine oturmuş öylece duruyordu. Başını ellerinin arasına almış uykusuzluktan kan çanağına dönmüş gözleriyle az evvel uyku ile uyanıklık arası kaldığı anda belki de yorgunluktan daldığı bir rüyanın etkisiyle henüz kendine gelememişti.”

EMİR SULTAN: ÂSÂ

Maneviyat sultanlarının yolculuğuna daha önce Ene, Pîr, Sır, Dem, Âmâ, Ahî romanlarıyla başlayan ve okuyucularını seçkin zatların manevi ikliminde gezdirip mihmandarlık yapan Fatih Duman, Âsâ romanıyla da Emir Sultan Hazretleri’nin hayatını kaleme aldı şimdi de. Romanın sloganı anlamlı ve uyarıcı: “İnsan unutulunca ölür…” Demek ki sevdiklerimizi sık sık hatırlamalıyız. Onların yaptığı hizmetleri anmalıyız, günümüze bıraktıkları mirası konuşmalıyız. Bu anlamda bu serinin çok büyük önem arz ettiğini söylemeliyim. Fatih Duman’ın, bu çalışmalarıyla, yani biyografik romanlarıyla uzun yıllar birlikte olduğu merhum Yavuz Bahadıroğlu’nun güzel ve doğru yolundan sağlam biçimde ilerlediğini ve “Tarihi sevdiren adam”a tam bir “hayrül halef” olduğunu söylemeliyim. Duman’a da “Maneviyat Dünyamızı Sevdiren Yazar” diyebiliriz. Romana başlamadan önce şu mısralar ruhumuzu okşuyor: “Emir Sultan dervişleri/Tesbih ü senâ işleri/Dizilmiş hümâ kuşları/Emir Sultan türbesinde”

Herkesin bir hikâyesi olduğunu belirten yazar, ön söz’de okuyucularıyla dertleşiyor ve şunları söylüyor: “Emir Sultan’ı anlattım sana. Aslında ben anlatmadım. Her adımında onun yanında olan, Buhara’dan çıkıp yollara düştüğünde de Medine’de gönlünü terbiye ettiğinde de Bursa’da gönüllere sultan olduğunda da yanı başında duran, elinden tutan birinin dilinden anlattım. Çok kere hayret edeceğin bir hikâye bu. Şaşkınlıkla okuyacağın ve ‘Bitti’ dediğinde bitmeyecek bir hikâye. Sakın gördüğüne aldanma! Çünkü hakikat göremediklerinde.” Lâl romanının girişini okumuştuk şimdi de Âsâ romanın son satırları üzerinde biraz düşünelim:

“Ben Ali Bekir, annesinin öldüğü kazada, ayaklarını ve dilini kaybeden; yürüyemeyen ve konuşamayan Ali Bekir. Babasının unuttuğu ve oğlunun ismini bir kez olsun söyleyemeyen Ali Bekir. Annem öldüğünde vazgeçmiştim yazmaktan. Ama o gün Emir Sultan Türbesi’nde duyduğum tek bir cümle her şeyin bir dili olduğunu ve konuşamasa da anlatabileceğini ve yaşayabileceğini hatırlattı bana. Bir cümle duydum ve bir kitap yazdım. Kendi hayatımı ve okuduklarımı adım adım işledim her yerine. Zira o gün anladım ki: “Allah beni terk etmedi.”

OKUMAK NEDİR?

Fatih Duman’ın Yusuf Kaplan’la yaptığı nehir söyleşi kitabının adı Okumak Nedir? Alt başlığı da “Okumayı Okumak”. Hakikaten kitabı okuyup bitirdiğinizde şiddetli bir beyin fırtınasına yakalandığınızı hemen hissedersiniz. İyi hazırlanmış pek çok mühim soru ve yetkinlikle verilmiş müstesna cevaplar silsilesi. Girişteki çerçeveli yazı, Üç Aylar’a girdiğimiz ve şehit haberleri aldığımız bugünlerde ruhlara ilaç gibi geliyor: “Bismillahirrahmanirrahim. Bizi hakikatle var eden, varlığından haberdar eden, bize ruhundan üfleyen, emaneti yükleyen, hilafeti/kulluk bilincini bahşeden, kalemle yazmayı öğreten, insana bilmediğini bildiren, Celâl, Cemâl ve Kemâl sahibi Allah’a (c.c.) hamd ederim.”

“Kitap nedir?” sorusuna Kaplan’ın verdiği cevap şöyle: “Ben yalnızca yazılı materyali kitap olarak görmüyorum. Kitap, yalnızca iki kapak arası yazılanlardan ibaret değildir. Hayatı, dünyayı, mânâyı, Yaratıcı’yı, yaratılanları, varlığı, varoluşu ve elbette kendimizi ve hakikati anlamamızı sağlayabilecek kaynak ve mecraların bütünüdür kitap. Anlamla şifrelenen her şey okunmayı bekleyen kitaptır. Yer gök kitaptır okunmayı, anlaşılmayı bekleyen. Yer ile gök arasındaki bütün varlıklar birer kitaptır okunmayı ve anlaşılmayı bekleyen. Kur’ân, elbette ki, okunmayı, anlaşılmayı ve yaşanmayı bekleyen Allah’ın kitabıdır. Tabiî bir de Kur’ân dışında Rabbimizin okumamızı ve anlamamızı istediği ayetler vardır. Okunmayı ve anlaşılmayı bekleyen her ayet, her işaret birer kitaptır.”

Yusuf Kaplan “Üç büyük kitaptan bahsedebiliriz.” diyor ve bunları şöyle sıralıyor: “Birincisi, Kitab-ı Hakikat yani Kur’ân-ı Kerim. İkincisi büyük kitap, Kitab-ı Kâinat; üçüncüsü de kişinin ‘kendi’sidir. Ben buna ‘3K’ diyorum.” Okumanın türlü tarifi yapılmış. Kaplan’a göre ise tanımı şöyledir: “Okumak, kişinin uzun soluklu bir medeniyet yolculuğuna çıkmasıdır.” Devam ediyor yazarımız: “Okumak, medeniyet inşası yolculuğuna çıkmak ve bu süreçte Müslümanca bir zihin, Müslümanca bir zemin ve Müslüman zamanı inşa etme yolculuğudur.” Tarihin hakkıyla okunamadığını ısrarla vurgulayan Kaplan’ın şu ifadeleri çok önemli ve ikaz edicidir: “Osmanlı anlaşılamamıştır. Osmanlı aşılamamıştır. Osmanlı anlaşılamadığı için, aşılamadığı da anlaşılamamıştır.”

HEYBE’DEKİ KELİMELER

Fatih Duman’ın Anlamını Arayan Kelimeler: Heybe isimli eseri, muhtelif yazılarından meydana geliyor. Kelimeler ve kavramlar sözlüğü bir bakıma. Bizi şu cümle karşılıyor: “Ömür bazen tek bir kelimeyi aramakla geçer.” Yazar, girişte okuyucusunu şu satırlarla karşılıyor: “Eski zamanlarda seyyahlar, dervişler boyunlarında astıkları heybelerinde kıymetli eşyalarını taşırlarmış. Benim de en kıymetlilerim kelimelerim. İşte bu benim heybem ve uzunca zamandır düştüğüm bu yolda biriktirdiğim kelimelerim var içinde.

Kelimelerin peşine düşen seyyahımız sözlüklerden, deyimlerden, şiirlerden, türkülerden, kelam-ı kibarlardan ve Türkçemizin diğer zenginliklerinden devşirdiği inci mercan hakikatleri bu sözlüğe ekliyor. Doğrusu eseri çok sevdim. Zira medeniyetimizin kelimeleri ve kavramları üzerinde düşünmemizi sağlıyor, bize yeni ufuklar açıyor. Hangi kelimeler bunlar? Mesela: Kelime, Gönül, Gurbet, Nasip, Yağmur, Memleket, Tahammül, Çile, Derviş, Misafir, Sevda, Hasret, Hüzün, Şehir, Ölüm… Bu kelimelerin ve mefhumların içinde uyandırdığı hatıraları nakleden, zihnindeki çağrışımları bizimle paylaşan yazar, ihmal ettiğimiz duygu ve düşüncelere doğru bizi sevk ediyor. Keşke bu çalışmalarına devam etse ve Türkçemizin söz hazinelerine biraz daha dikkat çekse. Zira bizim toplum olarak o nahif sözlere, o ulvi seslere ve o asil kelimelere o kadar çok ihtiyacımız var ki… Asırların imbiğinden süzülüp günümüze ulaşan bu parıltılı kelime hazinelerine tam manasıyla sahip çıkmamız gerekiyor.

Bu eserler, köklü yayın kuruluşlarımızdan Nesil Yayınları’ndan kültür hayatımıza kazandırıldı. Aslında dört eser daha vardı aynı yayınevinden okuyuculara ulaşan. Sadiye Erol Aykaç’ın Nakkaş, Anne Sözü ile Faruk Yıldız’ın Musibet ve Erhan Keklik’in Hâsılı isimli kitapları… Onlardan da bahsetmek isterdim lakin yer kalmadı. En azından burada adlarını ve yazarlarının isimlerini hatırlatmış olalım. Büyük kitap medeniyetimizi yaşatan bütün yazarlarımıza selam olsun!

QOSHE - ​Anadolu'yu vatan yapan maneviyat… - Mehmet Nuri Yardım
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

​Anadolu'yu vatan yapan maneviyat…

20 31
14.01.2024

Tarih boyunca Batı’nın hedefinde olan ve sürekli kuşatılan Anadolu topraklarının sahipleri, maneviyat öncülerinin gücüyle hiç yenilmedi.

Bugün Batı’nın emperyalistleri tarafından Türkiye’nin kuşatıldığı doğrudur. Başta ABD olmak üzere Batının egemen ülkeleri Gazze’de yaşanan soykırımda İsrail terör örgütünün yanında yer alırken bütün dünyaya gerçek niyetlerini ve yüzlerini de gösterdiler. Peki vahşi Batı, sadece bugün mü böyle? Hayır! Tarih boyunca katliamlarla, soykırımlarla, bilhassa Türklere ve Müslümanlara olan düşmanlıklarıyla anılagelmişlerdir. Haçlı ruhu neydi? Kudüs’ü işgal etmeye giderken Anadolu topraklarından geçen ve bu mübarek toprakları yakıp yıkan aynı güruh değil miydi? Demek ki değişen bir şey yok. Bunun farkında olmamız, şüheda kanlarıyla mukaddes olmuş bu toprakların kıymetini iyi bilmemiz gerek. Anadolu Malazgirt’te sadece kılıçla fethedilmedi ondan çok önce Ahmed Yesevi’nin gönderdiği dervişleri ile de alındı. Büyük Selçuklu’dan, Anadolu Selçuklularına, oradan Osmanlı Devleti’ne ve Cumhuriyet’e gelince kadar maneviyat önderlerinin buradaki hükümranlığımızda gayretlerini görürüz. Yesevi’den Mevlâna’ya, Yûnus Emre’den Hacı Bayram-ı Veli’ye, Hacı Bektaş-ı Veli’den Niyazi Mısrî’ye, Şeyh Galip’ten İbrahim Hakkı’ya kadar yüzlerce ermişimiz ve mürşidimiz talebeleri ve bağlılarıyla bu topraklarda kök salmışlar, yaşadığımız coğrafyaları bize özge vatan kılmışlardır. Gönüllerimizde taht kuran bu ışık adamların rollerini iyi bilmemiz ve bizim için ne kadar önemli olduklarını yeni nesillere anlatmamız gerek. Bu nasıl olacak? Elbette başta kitaplarla… Sonra sinema ile ve sanatın diğer dallarıyla…

FATİH DUMAN’DAN LÂL

Romancı yazar Fatih Duman bahsettiğimiz kutlu kervan mihmandarlarının hayatlarını araştıran ve yazan kıymetli bir kalem erbabıdır. İki yıl önce Lâl isimli romanını okumuştum. İnanç dünyamızın rehber şahsiyetlerinden Şemseddin Sivasî’nin hayatı anlatılıyordu burada. AKM’de güzel bir şekilde sahnelenmişti eser. Kalabalık bir seyirci kitlesi, eseri sahneye koyan sanatkârları coşkuyla alkışlamıştı. Şimdi kitabın kapağına dikkatle bakınca 105. baskısının gerçekleştirildiğini gördüm ve çok sevindim. Maşallah, ne güzel! Bir de bazıları bizde kitap okunmadığını iddia ediyor, yanlış! Türkiye’de son 20-30 yıldan beri büyük bir okuma dalgasının yayıldığını müşahede ediyoruz. Fatih Duman’ın İstanbul’da ve Anadolu’da düzenlenen kitap fuarlarında ilgi gördüğünü, buluştuğu okuyucularına hitap ettikten sonra kitaplarını imzaladığını da biliyorum. Milletimizin değerlerinden uzaklaşan yazıcıların kitapları, az okunuyor olabilir ama yerli ve millî hassasiyetlerle inanç dünyamızı nakış nakış işleyen iyi yazarlarımız, Türkiye’de ve yurtdışında ısrarla okunuyor. Kültür dünyamıza dikkatle bakılırsa bu hakikat, aşikâr bir şekilde görülebilir.

Yazar, romanın ön söz’ün büyüklerin hayatını yazmak için heveslendiğinde duyduğu şu anlamlı sözün onu etkilediğini belirtiyor: “Kim bir Müslümanın hayatını yazarsa ona yeniden hayat vermiş gibi olur.” Girizgâh cümlesi de düşündürücü: “Bir şehrin sahipleri üzerinde gezip dolaşıp adım atanlar değil, şehre gönüllerini verip de o şehrin toprağında hâlen dahi diri bir gönülle yatanlardır.” Abide şahsiyetlerin hayatını yazmak kolay değil. Onların derin dünyalarına nüfuz etmeniz gerek. Fatih Duman, bu zor yolculuğa cesaretle çıkarken yaşadıklarını şöyle hülâsa ediyor: “Şemseddin Sivasî için gecelerimi günüme ilikledim ben. Aylarca onu okudum, onu dinledim, onu düşünerek uyudum, onunla ilgili cümlelerle uyandım hep. Bu şehri........

© Milat


Get it on Google Play