Tarihi okurken geçmiş dönemde yaşayan insanların davranışları, tarzları, bakış açılarını bugünden eleştirmek kolaydır. Hatta kimi zaman anakronik bir bakış açısıyla, geçmişteki insanları yargılamak sıklıkla yapılan bir iştir.

Bugün yaşayan insanlar ilerleme mitinin de etkisiyle teknolojiye güvenerek kendilerini insanlığın en ileri safhalarında görmekte, kendilerinden önceki insanları ise açık ve örtük biçimde gelişmemiş primitif varlıklar şeklinde algılamaktadırlar. Bugünün kimi teorileri de bu düşüncelere biraz gaz vermektedirler. Halbuki insana sadeleştirerek baktığımız zaman, geçmişle bugün arasındaki benzerlikler hemen önümüze çıkar. İbn Haldun “toplumlar suyun suya benzediğinden daha çok benzer” derken bu noktaya değinmektedir.

İnsanın doğasının değiştiğini iddia eden argümanlar, bunu sıklıkla dile getirerek insana bir doğa yapıştırmaya çalışmaktadırlar. Halbuki birisi bana bizim ilk insan olan Hz. Adem’den doğa olarak neyimizin farklı olduğunu izah ederse sevineceğim. Elbette insanlığın ilk döneminden itibaren değişen çok şey var. Fakat bunlar insanı kuşatan çevre ve buna bağlı olarak anlayışlardır.

İnsanoğlu eskiden de geliştirdiği teknolojiye ve güze dayanarak meydan okumalar yapmıştır. Fakat fani olan insanın bu meydan okumasını nasıl anlamak lazımdır? Yine geçmiş dönemde insanlar kendilerini büyüleyen unsurlara, renkli hayata fazlasıyla önem atfetmişlerdir.

İnsanın değişmez doğasından birisi de diğeri üzerinde “güç” ve “egemenlik” kurmaya çalışması ve ardından gelen sömürgeciliktir. Tarihi sadeleştirerek okursanız, göreceğiniz önemli gerçeklerden birisi budur. Hak ve adalet talebiyle yeryüzünün zenginlikleri Tanrı tarafından ortak istifadeye sunulmuşken, bazıları “biz daha çok yiyeceğiz” diyerek diğerlerini baskı altına almaya başlar.

Bu, aslında güç ve hegemonyayı elinde tutanların diğerlerini müstazaflaştırması durumudur. Kur’an-ı Kerim’de “müstazaf” kavramı, zayıf düşürülmüşleri ifade etmektedir. Kavram bir boyutuyla maddi anlamda zayıf düşürülmüşlüğe vurgu yaptığı gibi, zihin, düşünce ve tefekkür anlamında zayıf düşürülmüşlüğü de içermektedir. Zaten maddi anlamda zayıflama bir müddet sonra, insanların ihtiyaç sıraları göz önüne alındığında düşünceyi de dümura uğratacaktır.

Karl Marx, sömürge ve yabancılaşma meselesine özellikle değinmektedir. Ona göre insanlık yerleşik hayata geçip özel mülkiyet edindikten sonra sömürgecilik baş göstermiştir. “özel mülkiyet” Marx için bütün kötülüklerin anası olduğundan sömürge ve yabancılaşmayı aşmak için özel mülkiyet negatiflenir. Aslında metaanlatısı olan her bir felsefe, din ve ideolojinin bu problemi bir şekilde ele aldığını rahatlıkla görebiliriz.

Şimdi içinde yaşadığımız küresel dünyaya bir bakalım. Neo-liberalizmin hakim olduğu bu dünyada söylemler “özgürlük” üzerine dayansa da, pratikte tüketim ile birlikte gelen borçlanma özgürlük söylemini geçersizleştirmektedir. Dünya ölçeğindeki istatistikleri bakacak olursak, insanlar arasında paylaşımda adalet giderek bozulmakta; orta sınıflar zayıflayarak alt sınıflara doğru itilmektedir.

Dünya ölçeğinde varolan küresel sistemin birçok maliyetleri dünyadaki zayıf halklara yani müstazaflara yüklediği buradan rahatlıkla anlaşılmaktadır. Bir yandan teknolojik gelişmelerle insanı robotik bir varlık haline getirmek, diğer yandan onları “güç” yoluyla sömürgeleştirmek belirginleşmektedir. Küresel aktörlerin bu güç ve sömürüyü diğerleri üzerinde uygularken bugünün araç, söylem ve aparatlarını kullanması temel sorunu değiştirmez.

Hasan Hanefi’nin de belirttiği “sana sömürgecilikten soruyorlar” sorusu insanlığın ortak geleceği açısından önem taşımaktadır. Esasen bugün dinin de felsefenin de sosyolojinin de faş etmesi gereken asıl sorun budur.

QOSHE - Sana Sömürgecilikten Soruyorlar - Prof. Dr. Mustafa Tekin
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Sana Sömürgecilikten Soruyorlar

12 2
09.12.2023

Tarihi okurken geçmiş dönemde yaşayan insanların davranışları, tarzları, bakış açılarını bugünden eleştirmek kolaydır. Hatta kimi zaman anakronik bir bakış açısıyla, geçmişteki insanları yargılamak sıklıkla yapılan bir iştir.

Bugün yaşayan insanlar ilerleme mitinin de etkisiyle teknolojiye güvenerek kendilerini insanlığın en ileri safhalarında görmekte, kendilerinden önceki insanları ise açık ve örtük biçimde gelişmemiş primitif varlıklar şeklinde algılamaktadırlar. Bugünün kimi teorileri de bu düşüncelere biraz gaz vermektedirler. Halbuki insana sadeleştirerek baktığımız zaman, geçmişle bugün arasındaki benzerlikler hemen önümüze çıkar. İbn Haldun “toplumlar suyun suya benzediğinden daha çok benzer” derken bu noktaya değinmektedir.

İnsanın doğasının değiştiğini iddia eden argümanlar, bunu sıklıkla dile getirerek insana bir doğa yapıştırmaya çalışmaktadırlar. Halbuki birisi bana bizim ilk insan olan Hz. Adem’den doğa olarak neyimizin farklı olduğunu izah ederse sevineceğim. Elbette insanlığın ilk döneminden itibaren değişen çok şey var. Fakat bunlar insanı kuşatan çevre ve buna bağlı olarak anlayışlardır.

İnsanoğlu eskiden de geliştirdiği teknolojiye ve güze dayanarak meydan okumalar yapmıştır. Fakat fani olan insanın bu meydan........

© Milat


Get it on Google Play