Gazeteciler bir şehit cenazesinde, arkadaşının naaşını taşıdıktan sonra duygulanıp gözyaşı döken bir askerimizin resmini çekmişler. Manidar bir fotoğraftı. Aynı haleti her şehit namazı kıldığımda, her şehitliğe gittiğimde yaşamaktayım. Şehrimizdeki şehitlik, anacığımın mezarı ile komşu vaziyette. Bu bakımdan her Cuma ziyaret etmekteyim. Her ziyarette de hislenmekteyim. Evet, biliyorum ve inanıyorum, Rabbim, şehitler için “Onlara ölü demeyin!” buyuruyor. (Bakara Suresi /154) O mübarekler başka bir hayat safhasında yaşıyorlar ve kendilerini diri biliyorlar. Hem sonra onlar en şerefli bir sonla Rablerinin huzuruna çıkıyorlar. Bu bakımdan onlara üzülmek değil, gıpta etmek gerekir. Ancak, üzüntümüz şundan: Böyle değerli, böyle şerefli insanları, bu dünya hayatının temel taşlarından birini yitirdiğimiz için. Onlardan mahrum kaldığımız için…

Ailemizden pek çok şehit ve gâzimiz var. Onlarla iftihar ediyoruz. En son Çevik Kuvvet polisi, halamın torunu Ufuk’umuzu şehit verdik. Onun için her şehit haberinde yakınlarının haleti ruhiyesini de az çok anlamaktayım. Son iki ayda 21 şehit verdik. Ciğerimiz yandı. Her şehit haberinden sonra klasik resmî açıklamalar yapıldı. Bunlara da alıştık.

Bizde bir tabir var: “Eşeğe gücü yetmiyor, semerini dövüyor” diye. Yıllar yılı semeri döve döve elimiz yorulmadı mı, bıkmadık mı? Peki, eşeğe, hatta eşek oğlu eşeklere sıra ne vakit gelecek?

Dost maskeli düşmanlarımız yarım asırdan fazla zamandır taşeronlar kullanıyor. Onlara muazzam para veriyor. TIR’lar, gemiler, uçaklar dolusu silah, teçhizat ve mühimmat veriyor. “Alın bunları, vurun!” diyorlar. “Vurun!” dedikleri kimler? Bizim canımız, ciğerimiz Mehmetçik. Ya da masum köylüler, öğretmenler, imamlar, şantiyedeki işçiler… Böyle dostluk mu olur, böyle müttefiklik mi olur, böyle ortaklık mı olur? Diyeceksin, ne fayda. Adamlar zaten bile bile yapıyor ve yüzümüze karşı rol kesiyorlar, artistlik yapıyorlar. Bana göre onların memleketlerinin tamamını Mehmetçiğin bir tanesinin bir tırnağına değişmem…

Açın Kur’an-ı Kerim’i okuyun, Kur’anımız bize “kısas hakkı” tanımakta. Bakara Sures’inin 194. Âyet-i Kerimesi’ne mealen bakalım:

“Haram aya karşılık, haram aydır. İşlenen suçlara karşılık da kısas vardır. Kim size saldırırsa siz de ona mukabele bilmisil olacak kadar saldırın (ileri gitmeyin). Allah’tan korkun. Biliniz ki Allah muttakilerle (aşırı gitmeyenlerle) beraberdir.”

Onlar; akbabalar, çakallar, kurtlar, domuzlar gibi dört bir tarafımızı çevirmişler, bizim zaaf anımızı kolluyorlar. Akılları sıra bizi yiyecekler. Biz ise bırakınız onu bunu, şu “kısas hakkını” hayata geçirsek, işleri biter. Bir bakmışsınız elli beş parça olmuşlar. Bir bakmışsınız yerlerinde yeller esiyor.

Şu hilafet müessesesi olaydı, iş kolaydı. Bir Emire’l Mü’mininin bir tek fetvası ile ümmet yekvücut olurdu. Gazze, Doğu Türkistan, Arakan, Irak, Suriye, Libya, Yemen bu halde mi olurdu? Anadolu’ya kem gözle bakanların gözü çıkarılmaz mı idi? Bir tek şehide bedel bin bedel ödettirilmez mi idi…

Şehit haberlerinin ardından, her kesimden gür ses çıkarılmasını beklerdim. Bilhassa aydın kesim gür sesle haykırmalıydı. Bir an için dalıp maziye gittim. Bediüzzaman İstanbul’da. İstanbul ise İngiliz işgali altında. Harp gemilerini Dolmabahçe’ye çevirmiş. Aklı sıra padişahı ve hilafet makamını esir almış. Öte yandan bütün âlemi İslam’da fitne tohumu ekiyor: “Sizin temsilciniz benim. Bana itaat edeceksiniz!” diyor. İşte o zaman, Bediüzzaman’ın gür sesi duyulur. Yazdığı “Hutuvat-ı Sitte” isimli eseri ile İngilizlerin oyunlarını başlarına geçirir. O eseri de kendi parasından bastırıp halka dağıttırır. İşgalci İngilizlere; “Tükürün İngiliz lâininin hayasız yüzüne!”, “Ey ekpekül küpekadan tekepküp etmiş köpek!” diye hitap eder. Bu değerli âlim, TBMM tarafından Ankara’ya davet edildiğinde; “Ben tehlikeli yerde cihad etmek istiyorum” der. Gerçekten o tarihte İstanbul’da bulunmak, hele böyle neşriyat yapmak kolay değildi. Dana ciğeri yemiş olmak gerekti.

Son günlerdeki şehit haberleri yüreğimizi yaktı. İnsan, “Semerini dövmek iyi de eşeklere ne vakit sıra gelecek? Elimiz armut mu topluyor?” diye sormadan edemiyor.

QOSHE - Eşekleri Ne Vakit Döveceğiz? - Burhan Bozgeyik
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Eşekleri Ne Vakit Döveceğiz?

18 0
22.01.2024

Gazeteciler bir şehit cenazesinde, arkadaşının naaşını taşıdıktan sonra duygulanıp gözyaşı döken bir askerimizin resmini çekmişler. Manidar bir fotoğraftı. Aynı haleti her şehit namazı kıldığımda, her şehitliğe gittiğimde yaşamaktayım. Şehrimizdeki şehitlik, anacığımın mezarı ile komşu vaziyette. Bu bakımdan her Cuma ziyaret etmekteyim. Her ziyarette de hislenmekteyim. Evet, biliyorum ve inanıyorum, Rabbim, şehitler için “Onlara ölü demeyin!” buyuruyor. (Bakara Suresi /154) O mübarekler başka bir hayat safhasında yaşıyorlar ve kendilerini diri biliyorlar. Hem sonra onlar en şerefli bir sonla Rablerinin huzuruna çıkıyorlar. Bu bakımdan onlara üzülmek değil, gıpta etmek gerekir. Ancak, üzüntümüz şundan: Böyle değerli, böyle şerefli insanları, bu dünya hayatının temel taşlarından birini yitirdiğimiz için. Onlardan mahrum kaldığımız için…

Ailemizden pek çok şehit ve gâzimiz var. Onlarla iftihar ediyoruz. En son Çevik Kuvvet polisi, halamın torunu Ufuk’umuzu şehit verdik. Onun için her şehit haberinde yakınlarının haleti ruhiyesini de az çok anlamaktayım. Son iki ayda 21 şehit verdik. Ciğerimiz yandı. Her şehit haberinden sonra klasik resmî açıklamalar yapıldı. Bunlara da alıştık.

Bizde bir tabir var: “Eşeğe gücü yetmiyor, semerini dövüyor” diye. Yıllar yılı semeri döve döve elimiz yorulmadı mı, bıkmadık mı? Peki, eşeğe, hatta eşek oğlu eşeklere sıra ne vakit gelecek?

Dost maskeli........

© Milli Gazete


Get it on Google Play