İslam, önce sahih olanı öğrenmek sonra ise bu öğrenilenle ihlas üzere amel etme dinidir. İman ettiğimiz hususların pratik hayatta kendine yer bulmaması, bulsa dahi ihlastan mahrum olması İslam’ı bir teori ve ideoloji olarak görmeye başladığımızın alametidir. Bu ise ziyadesiyle tehlikelidir. Efendimiz’in (s.a.v) hayatına baktığımızda iman-amel-ihlas münasebetinin ne kadar değerli ve vazgeçilemez olduğunu müşahede ederiz. Nitekim sahabe-i kiramın (r.anhum) Kur’ân-ı Hakîm’den on ayet dinleyip, bu ayetlerdeki ilme ve amele dair olan hususları öğrenip bunları pratiğe aktarmadan bir başka on ayete geçmedikleri rivayet edilmiştir.[1] Yine Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: Allah, ancak samimiyetle sadece kendisi için ve rızası gözetilerek yapılan ameli kabul eder.[2] Bizlerin de İslam’a bu şekilde bakması, anlaması ve hayata intikal ettirmesi ziyadesiyle önemlidir. İhlaslı amel, ilmin mahfazasıdır. Şeytanın huzurdan kovulmasının, ilmine rağmen kibirlenmesi, ibadetten yüz çevirmesiyle olduğu hepimizce malumdur.

Allah teala Kur’ân-ı Hakîm’de şöyle buyurur: Kendisine âyetlerimizi verdiğimiz hâlde, onlardan sıyrılıp da şeytanın kendisini peşine taktığı, bu yüzden de azgınlardan olan kimsenin haberini onlara anlat. Dileseydik o âyetlerle onu elbette yüceltirdik. Fakat o, dünyaya saplanıp kaldı da kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu köpeğin durumu gibidir: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi hâline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan toplumun durumudur. Şimdi onlara bu olayları anlat ki düşünsünler.[3] Âyet-i kerîme’ye konu olan şahsın kim olduğu hususu ihtilaflıdır. Bir görüşe göre bu şahıs Hz. Musa (a.s) döneminde yaşamış Bel’am b. Bâurâ isimli bir alimdir.[4] Bir diğer görüşe göre Efendimiz (s.a.v) döneminde yaşayan bir şair olan Ümeyye b. Ebi’s-Salt es-Sekafî’dir.[5] Burada önemli olan şahsın kim olduğundan ziyade onun üzerinden Cenâb-ı Hakk’ın bize iletmeyi murat ettiği mesajdır. Âyet-i kerîme’de bu kimsenin dört özelliğinden bahsedilmektedir:

1) Büyük ilim sahibi olması. Nitekim kendisine ism-i azâmın öğretildiği rivayet edilmiştir.[6]

2) Kendine verilen bu ilmi terk etmesi, ondan sıyrılması.

3) İlme olan bu ihanetiyle azgınlık yolunu tutması.

4) Bütün bunların neticesinde hayvaniyet derekesine duçar olması.

Peki mezkur şahıs niçin ilmi terk edip, azgınlık yoluna girmiştir? Niçin ilminin gerektirdiği ameli kuşanmamıştır? Bunun cevabı da âyet-i kerîmede ‘’ Dünyaya saplanıp kaldı da kendi heva ve hevesine uydu.’’ şeklinde ifade edilmiştir. Yani, sahip olduğu ilmi, ihlaslı surette amel etmek suretiyle yücelere erişme vesilesi kılacağına amelden yüz çevirerek, dünya metaına rağbet ederek alçalmayı tercih etmiştir. Cenâb-ı Hakk da onu hayvaniyet derekesine düşmeye mahkum etmiştir. Mâlik b. Dinar (r.aleyh) şöyle der: Bel’am b. Bâurâ, Medyen kralını İslam’a davet etmek üzere gönderildi. Kral ona kendini sarhoş edecek miktarda mal, kibirlenmesine sebep olacak kadar toprak verdi. O da Musa’nın (a.s), kendisini hangi gaye ile gönderdiğini unuttu. Dinini terk etti ve Medyen Kralı’nın dinine girdi.[7] O halde ilim sahibi kimselerin bu ilimleri ihlaslı amel ile muhafaza altına alması ziyadesiyle önemlidir. Bunun yolu da kalbi zikirle nurlandırmak, nefsi terbiye etmektir. Yoksa kişi şirk ve zulüm düzenlerinde imanını muhafaza edip, layıkıyla bir müslümanlık yaşayamaz. Özetle, her müslümanın gayesi dininden öğrendiği hususları ihlaslı amel ile taçlandırmak olmalıdır. İz bellidir. Amelsiz iman kolu ve ayağı kopan bir kimse gibidir. İhlas olmadan ifa edilecek amel de dışı güzel ama iç çürük meyve gibidir. Kişiye hiçbir faydası olmaz.

İlimle amel etmeyen, nefsine uyan, şehvetlere aldanan, ihlastan ayrılan kimsenin hali haraptır. Buna örnek olarak H. 5’inci asırda önde gelen fıkıh ehlinden olan İbnü’s-Sakka’nın ibretlik bir kıssası vardır. Kıssa şu şekildedir: İbnü’s-Sakka, İbn Asrûn ve Abdülkâdir Geylânî o dönemin büyük rabbani alimlerinden Yusuf el-Hemedânî’yi ziyaret etmek için yola çıkarlar. Yola revân olduktan sonra İbnü’s-Sakka yol arkadaşlarına şöyle der: Benim Şeyh Efendi’yi ziyaret etme sebebim onu şeriat ilimlerinden imtihan etmek ve etrafındaki aldanmış kimselere onun ne kadar cahil biri olduğunu göstermektir. Bunun üzerine İbn Asrûn da şöyle der: Ben kendisinden zenginliğimin artması için dua etmesini isteyeceğim. Abdulkâdir Geylânî ise yola çıkma sebebini şöyle dillendirir: Ben kendisinin salihlerden biri olduğunu ve menkıbelerini işittim. Kendisiyle bereketlenmek için onu ziyaret edeceğim. Bana dua etmesini isteyeceğim. Yolculuk bittikten sonra üçü de Hazretin yanına girerler. Şeyh Efendi İbnü’s-Sakka’ya bakarak ‘’İki gözünün arasında cidal ve küfür görmekteyim. Heralde sen şu şu konularda sorular sormak için bana geldin. Cevapları da şöyledir.’’ der. Ardından İbn Asrûn’a bakar ve göğüs hizasına işaret ederek: ‘’ Öyle malın ve mülkün olacak ki bura kadar ulaşacak.’’ der. Ardından Abdulkâdir Geylânî’ye yönelir ve der ki: ‘’ Senin ayakların zamanının bütün evliyasının boyunları üstünde olacaktır.’’ Zaman geçer her üçü de Şeyh Efendi’nin haber verdiği hallere sahip olurlar. İbn Asrûn kendi döneminin en zengini olur. Kabri de Şam’da el-Asrûniyye isimli mevkidedir. İbnü’s-Sakka’ya gelince dönemin halifesi, kralın talebi üzere Hristiyanlarla münazara yapmak üzere kendisini İstanbul’a (o dönemki Konstantinopolis) gönderir. Zira İbnü’s-Sakka’nın hafız olduğu, akaid ve fıkıh ilimlerinde büyük ilim sahibi olduğu ifade edilir. İbnü’s-Sakka kralın yanına gider. Kral, kızından İbnü’s-Sakka’ya hizmet etmesi ve ikramda bulunması için süslenmesini talep eder. İbnü’s-Sakka kızı görünce fitneye düşer ve onunla evlenmek ister. Hristiyan olmadıkça, onunla evlenemeyeceğini söylerler. O da Hristiyan olur. Ve bu herkese duyurulur. Ardından ne kızı ona verirler ne de yanlarında misafir olarak durdururlar. Kapı dışarı ederler. Olayın bir başka şekilde anlatımında İbnü’s-Sakka’nın Hristiyan alimlerle yaptığı münazaradan galip geldikten sonra Kral’ın böyle bir tuzak kurduğu ifade edilir.[8] İbnü’l-İmâd der ki: İbnü’s-Sakka sonraki süreçte Konstantiniye sokaklarında görüldü. Elinde çaputtan bir yelpazeyle yüzüne konan sinekleri kovalıyordu. Kendisine Kur’ân’dan soruldu. Sadece bir âyet hatırladığını, geri kalanını unuttuğunu söyledi. Ve şu âyeti okudu: İnkâr edenler, “Keşke müslüman olsaydık” diye çok arzu edeceklerdir.[9] İbnü’s-Sakka dışlanmış, kenarı atılmış bir Hristiyan olarak Konstantiniye sokaklarında yaşadı. Ve o hal üzere de öldü.[10] Rabbimiz bizleri hidayetten ve ihlastan ayırmasın.


[1] Müsnedi Ahmed; 38/466.
[2] Nesâî; Cihâd,24.
[3] A’râf Sûresi; 175-176.
[4] Tefsîru’t-Taberî;10/568.
[5] Tefsîru İbn Kesîr;3/457.
[6] Tefsîru’t-Taberî;10/572.
[7] Tefsîru’l-Kurtubî; 9/383.
[8] El-Fetevâ el-Hadîsiyyye; syf.227.
[9] Hicr Sûresi;2.
[10] Şezerâtu’z-Zeheb;4/111.

QOSHE - İhlas olmadan olmaz! - Hamza Korkmaz
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

İhlas olmadan olmaz!

8 1
19.04.2024

İslam, önce sahih olanı öğrenmek sonra ise bu öğrenilenle ihlas üzere amel etme dinidir. İman ettiğimiz hususların pratik hayatta kendine yer bulmaması, bulsa dahi ihlastan mahrum olması İslam’ı bir teori ve ideoloji olarak görmeye başladığımızın alametidir. Bu ise ziyadesiyle tehlikelidir. Efendimiz’in (s.a.v) hayatına baktığımızda iman-amel-ihlas münasebetinin ne kadar değerli ve vazgeçilemez olduğunu müşahede ederiz. Nitekim sahabe-i kiramın (r.anhum) Kur’ân-ı Hakîm’den on ayet dinleyip, bu ayetlerdeki ilme ve amele dair olan hususları öğrenip bunları pratiğe aktarmadan bir başka on ayete geçmedikleri rivayet edilmiştir.[1] Yine Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: Allah, ancak samimiyetle sadece kendisi için ve rızası gözetilerek yapılan ameli kabul eder.[2] Bizlerin de İslam’a bu şekilde bakması, anlaması ve hayata intikal ettirmesi ziyadesiyle önemlidir. İhlaslı amel, ilmin mahfazasıdır. Şeytanın huzurdan kovulmasının, ilmine rağmen kibirlenmesi, ibadetten yüz çevirmesiyle olduğu hepimizce malumdur.

Allah teala Kur’ân-ı Hakîm’de şöyle buyurur: Kendisine âyetlerimizi verdiğimiz hâlde, onlardan sıyrılıp da şeytanın kendisini peşine taktığı, bu yüzden de azgınlardan olan kimsenin haberini onlara anlat. Dileseydik o âyetlerle onu elbette yüceltirdik. Fakat o, dünyaya saplanıp kaldı da kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu köpeğin durumu gibidir: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi hâline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan toplumun durumudur. Şimdi onlara bu olayları anlat ki düşünsünler.[3] Âyet-i kerîme’ye konu olan şahsın kim olduğu hususu ihtilaflıdır. Bir görüşe göre bu şahıs Hz. Musa (a.s) döneminde yaşamış Bel’am b. Bâurâ isimli bir alimdir.[4] Bir diğer görüşe göre Efendimiz (s.a.v) döneminde yaşayan bir şair olan Ümeyye b. Ebi’s-Salt es-Sekafî’dir.[5] Burada önemli olan şahsın kim olduğundan ziyade onun üzerinden Cenâb-ı Hakk’ın bize iletmeyi murat ettiği mesajdır. Âyet-i kerîme’de bu kimsenin dört özelliğinden bahsedilmektedir:

1) Büyük ilim sahibi olması. Nitekim kendisine ism-i azâmın öğretildiği rivayet edilmiştir.[6]

2) Kendine verilen bu ilmi terk etmesi, ondan sıyrılması.

3) İlme olan bu ihanetiyle azgınlık yolunu tutması.

4) Bütün bunların neticesinde hayvaniyet derekesine duçar........

© Milli Gazete


Get it on Google Play