İslam’ın sadece sözlük anlamlarından biri değil, özü itibarıyla bireyden başlayarak bütün yeryüzünde insanların barış, dostluk, yardımlaşma gibi olumlu nitelikleri de içkin olduğunu söylemek abartı sayılmamalıdır. Nitekim bu bağlamda araştırmacılar, konunun uzmanları, daha başlangıcından itibaren, İslam’ın, kaçınılmaz bir olgu olan “savaş”ı bile belli kurallara bağladığı tespitini yapmışlardır. Sözgelimi Muhammet Hamidullah gibi müdekkik bir araştırmacı da, özellikle, İslam’ın bu yönünü vurgulama gereği duymuş, hatta büyük bir hukuk istemi olan Roma Hukuku’nun bu konuda yetersiz kaldığını örneklerle ortaya koymuştu. Dolayısıyla, Batı Hukukunda ilk olarak Hollandalı Hugo Grotius (1583-1645) tarafından “Savaş ve Barış” (De Iure Belli Ac Pacis, Türkçe çevirisi Prof. Seha L. Meray, Say Yayınları, İstanbul 2011) adlı kitabından ele alınan konunun, yüzyıllar önce İslam Hukuku’nca sistemleştirildiğini ve uygulandığını belirtir. “Devletler Hukuku” ya da “Milletler Hukuku” olarak hukukun önemli bir dalı haline gelecek olan hukuk, ilkeleri, kuralları ve kurumlarıyla “Siyer” şeklinde tanımlanmıştı (bir fikir vermesi bakımından “Düşünce ve Duyarlık” adlı kitabımdaki ‘Pacta Sunt Servanda’dan Siyer’e’ başlıklı bölüme bakılabilir. Risale Yayınları, İstanbul 1986).

Öte yandan, yüzyıllarca Batılı araştırmacılar, yazarlar, siyasetçilerce, bir itham ve suçlama olarak ileri sürülen, İslam’ın “kılıçla yayıldığı” iddiasının, tarihi olgulara uygun düşmediği, aksine İslam’ın, sözgelimi Doğu ve Uzak Doğu, Afrika içlerine yayılmasında savaşın, “kılıcın” değil, büyük ölçüde ticari ilişkilerin belirleyici olduğu genel bir kabule dönüşecektir. Bu bağlamda İslam’ın “saldırı” değil, “savunma” savaşını ilke olarak benimsediği, bunun ilk örneklerinin “Seriyye” olarak nitelenen ticaret kervanlarının korunmasında Peygamber’in uygulamasında görüldüğü söylenmelidir.

“Cihat” ilkesinin içeriğinin, zorunlu şartlarda öngörülen “savaş” niteliğinin genelleştirilmek suretiyle, İslam’ın tebliğinin ve yayılmasının anlamı, bir yönüyle daraltıldığı için, farklı bir olgu ortaya çıkmıştır. Bu anlayış, doğrudan Müslüman toplumlarda “iktidar” olgusuna bağlandığından dolayı, normal şartlarda barışçı yollardan, müzakerelerle, tartışmalarla, irdelemelerle çözümlenebilecek sorunları, “savaş” şekline dönüştürmüştür, hala da dönüştürmektedir. Yakın tarihlerde Mısır-Suriye, Mısır-Libya, Irak-İran, Pakistan-Afganistan, Pakistan-Engladeş vb. savaşlarını sayabiliriz.

Sorunun, dış boyutu, elbette başlı başına ayrı bir konudur ve sadece Müslüman toplumları değil, mazlum konumunda kalan diğer toplumları da kapsamına alır. O da, öncelikle Batı, özellikle Kıta Avrupası, Anglo-Sakson, yani İngiliz ve Amerikan emperyalizmiyle, Çarlık Rusyası’nda biçimlendirilen Rus hegemonyasıdır. Bu emperyalist siyasetin tanımından başlayarak tarihi süreçlerde kazandırılan farklı uygulama biçimleri, temelde din olarak İslam’ı hedefe koymuştur, ama şartlar ve dönemler itibarıyla değişik söylemler ve uygulama tarzlarıyla çeşitlendirilmişlerdir. Sözgelimi, 1789 Fransız Devrimi sürecinde “meşruiyet” ve “temel insan hak ve özgürlükleri”, II. Dünya Savaşı sonrasında demokrasi kavramları, belirleyici ilkeler şeklinde emperyalist siyasetin girişine, mücadelesine, çatışma ve çekişmelerine kaynak olmuştur. Burada, göz önüne alınması gereken husus, bu kavramların içerikleri, anlamları, anlayış biçimleri, uygulanış tarzları ve şartları, öncelikli konu değil, daha çok emperyalist siyasetin hükmünü gerçekleştirme istemi söz konusudur.

Hala bir sorun olarak işleyen, Amerika’nın, İngiltere’nin, “kıyakçı”lık (“kıyakçılık” kelimesinin Trakya’da atların birleşmesinde kullanılan sembolik bir anlamı olduğunu, Marmara İlahiyat’ta hoca olan Necip Taylan anlatmıştı. Bu vesileyle Taylan hocaya acil şifalar diliyorum) konumunda bazı bazı yer alan Fransa’nın Irak, Suriye, Libya işgallerini, Filistin ve son olarak Gazze katliamlarını bu emperyalist siyasetin bir devamı olarak anlamak gerekir. Elbette, kurtarıcı rolü biçilen “kıyakçı”larını da.

Oysa, asıl gözetilmesi, savunulması, korunması gereken, Müslüman toplumlarında, her türden soruna rağmen, “barış” olmalıdır. Zor olan da budur, ama anlamlı, verimli, İslam’ın gereğine uygun olan da budur.

QOSHE - Barışın değeri - İsmail Kıllıoğlu
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Barışın değeri

15 0
24.04.2024

İslam’ın sadece sözlük anlamlarından biri değil, özü itibarıyla bireyden başlayarak bütün yeryüzünde insanların barış, dostluk, yardımlaşma gibi olumlu nitelikleri de içkin olduğunu söylemek abartı sayılmamalıdır. Nitekim bu bağlamda araştırmacılar, konunun uzmanları, daha başlangıcından itibaren, İslam’ın, kaçınılmaz bir olgu olan “savaş”ı bile belli kurallara bağladığı tespitini yapmışlardır. Sözgelimi Muhammet Hamidullah gibi müdekkik bir araştırmacı da, özellikle, İslam’ın bu yönünü vurgulama gereği duymuş, hatta büyük bir hukuk istemi olan Roma Hukuku’nun bu konuda yetersiz kaldığını örneklerle ortaya koymuştu. Dolayısıyla, Batı Hukukunda ilk olarak Hollandalı Hugo Grotius (1583-1645) tarafından “Savaş ve Barış” (De Iure Belli Ac Pacis, Türkçe çevirisi Prof. Seha L. Meray, Say Yayınları, İstanbul 2011) adlı kitabından ele alınan konunun, yüzyıllar önce İslam Hukuku’nca sistemleştirildiğini ve uygulandığını belirtir. “Devletler Hukuku” ya da “Milletler Hukuku” olarak hukukun önemli bir dalı haline gelecek olan hukuk, ilkeleri, kuralları ve kurumlarıyla “Siyer” şeklinde tanımlanmıştı (bir fikir vermesi bakımından “Düşünce ve Duyarlık” adlı kitabımdaki ‘Pacta Sunt Servanda’dan Siyer’e’ başlıklı bölüme bakılabilir. Risale Yayınları, İstanbul 1986).

Öte yandan, yüzyıllarca Batılı araştırmacılar, yazarlar, siyasetçilerce, bir itham ve suçlama olarak ileri sürülen, İslam’ın “kılıçla........

© Milli Gazete


Get it on Google Play