“Ey iman cevherini bir ekmeğe değişen kişi!

Ey gönül madenini bir arpaya satan kişi!

Nemrut, İbrahim’e gönül vermedi de

Sonunda canını bir sivrisineğe verip gitti.” (Mevlâna)

SALI/Ağustos 2004

Bir kişi bile değilim yalnızlıktan

Gözlerim ormanlara asılı

Ağaçlar, kırlar ve şehirler geçiyor kaputumdan

O kadar geçiyorlar ki, sadece duruyorum

Bir an bir yerde ölümü tanımazlığımdan.

Ben bu kadar değilim

Kışlada ölü bir zaman.

(Edip Cansever)

Teker teker geldiler, gürültüleri çoğaldı ve kulaklarda yankılandı. Kahkahaları, küfürleri, dövdü kulak duvarlarını… Hızlı adımlarla çekildiler gövdeleri yoktu. Çeşit çeşit pabuçları, tüm zemini renk renk boyalar sardı. Geldiler bir anı boyayıp gittiler. Rol ve gerçek arası siluetler, uykusuz gözler ve şehvetle soyundular, soyundurdular insanları hakikatin bedeninden… Bol bol sigara içtiler, duman içeresinde kayboldular. Ciğerlerine öksürük yüklendi. Nefesleri tıkandı. Akılları tutuldu. Ahlak diye diye ahlaktan da soyundular. Zaten yürekleri de yetmiyordu. Yürek dediğin dillerde pelesenk olan üç beş kelime ile yalama olmuş.

Ellerini tuttular, içlerinden kahramanlarını kovdular. Bir tutam sakalı, çeşitli şekillerde yonttular. Hayatın gerçeğini kil içinde kaybettiler. Hayat burada ukdelerin içinden çekilen derin nefesler berhava edildi ve tüketildi. Tükenmiş adamlar var, Don Kişotluktan da soyunmuşlar. Hayal denen bereketli vadiden kovulmuşlar.

Çağın girdapları arasında kaybolup giden insan, hakikati nerede bulacak ki? Hevesi kaçmış bir zamanın içerisinde yon bulmak ne kadar da zor. Gerçeği görmek ile gerçeği yasamak arasındaki makas her gecen gün daha da açılıyor. Ümit var, üzüntü yok, dertlenmek var.

ÇARŞAMBA

“Yıkılıncaya dek tağutlara,

Kırılıncaya dek şer putlara,

Vuralım Allah için Müslüman.

Tağutlara tağutlara

Kahrolası tağutlara

Onca müstazafın ağıtları

Ayyuka yükselmiş feryatları

için vuralım gel ey Müslüman

tağutlara tağutlara

kahrolası tağutlara

Allahu ekber Allahu ekber,

İslam’da zafer Allahu ekber,

Yıkılıncaya dek tağutlara,

Kırılıncaya dek şer putlara,

Vuralım Allah için Müslüman.”

Otobüste hep bir ağızdan söylüyoruz marşı. Tüylerimiz diken diken… Bir çağrı yapıyoruz ‘gel ey Müslüman’ diyoruz. Hep bir ağızdan çağrıyı önce kendimize yapıyoruz. Hepimiz zıpkın gibiyiz. Bazılarımızın sakalları daha terlememiş bile. Marşlar birbirini takip ediyor. Yol uzun, arada soluklanıyoruz. Ama gençlik işte, hareket istiyor. Kan deli akıyor. Müstazafın ağıtları hiç bitmiyor. Yine yollardayız, öfkeliyiz. Ümitlerimiz var, heyecanımız var ve değiştirecek gücümüz var. Tekbirler getiriyoruz.

Aradan kaç yıl geçmiş. Yirmi yıla yakın bir zaman. Eyüp, hasbelkader açmasa belki de hiç hatırlamayacağım. Uzun zamandır Selçuk Küpçük’ten başka kimseyi dinleyemiyorum. Bazılarına tahammül bile edemiyorum. Artık hiçbir ortamda bu marşlar, kavramlar kullanılmıyor. Dertlerimiz arasında tağutlara yer yok. Kırılıncaya kadar şer putları vuracaktık da unuttuk. Yolda çok yel aldık baksanıza. Siyonist İsrail’le ticareti savunacak kadar dağıldık. O kadar kendimizi kaptırdık ki sivil olmanın, muhalefet olmanın, haksızlığa dur demenin erdemini yitirdik. Adalet getirmek için yola çıktığını söyleyenler yolda önce iç adaletlerini dağıttılar. Darmadağın bir zihin ile saçma sapan bir deli gömleği biçtiler ülkenin üzerine… Mücahitler müteahhit oldu belki, bazıları trol, bazıları ise meşruiyet zeminini kaybedip, helal dairesini bile kirlettiler. Fetvalar uçuşurken havalarda, kimin umurunda olur ki müstazaflar? Kimin?

İslam’da zafer diyorduk da galiba zafer diye düşündüğümüz şeyler farklıymış. ‘Dünyanın rengine kanmak’mış meğer zafer. Bir mevziiye bütün hikâyeyi heba etmekmiş. Bir makama, bir mevkiye, fayda vermeyecek bir ticarete her şeyi berhava etmekmiş. Ayyuka çıkmış feryatları duymamak için reel politiğin koridorlarında hevesler büyütmekmiş. Büyüttükçe hevesleri küçülmekmiş. Eyüp’e baktığımda otobüsteki bizleri görüyorum. Sonra aklar düşmeyi bırakmış yerleşik hayata geçmiş yüzümde inceden beliren damarı ve utancı… Ne çok kaybolduk ve hâlâ kaybolup eksiliyoruz. Eksildikçe keskinleşiyor hayat çizgilerimiz.

PERŞEMBE/Mart 2004

Kitabın sayfaları arasında kendime yer açmaya çalışıyorum. Bir müddet sonra kitabin içeresindeyim. Artık etrafımdaki konuşmalardan ve müzikten soyutlanıyorum. 1975’i yaşıyorum. O trendeki, camın buğusunu çözen sanki benim. Bir maziye, bir geleceğe yolculuk yapıyorum. Geçmiş de yaşanmışlıkların izlerini takip ediyorum, anlamaya çalışıyorum. Gelecek, yapacağım yolculukların heyecanını, umutlarını, hayallerini taşıyor. Geçmişin anlatısını tahlil ediyorum, geleceğe perspektifler oluşturmaya çalışıyorum.

Kafamı kaldırdığımda, kantin ağzına kadar dolmuş. Yandaki masada hararetle konuşuluyor, konuşmalar giderek belirginleşiyor, arada müzik sesi yükseliyor ve konuşmaları bastırıyor. Tam da kolonun altında oturmuşum, nasıl da soyutlanabilmişim bu gürültüden… Kitaba başladığımda etrafımdaki siluetlerle şimdikiler arasında çok büyük değişimler olmuş. İçimden ne kadar da ciddi adam dediğim kişi, şimdi şuh kahkahalar atıyor. Kahkahalar gökyüzüne savrulurken, duvarlarda yankıları parçalanıyor. Neşesine ne demeli, yüzüne yayılan gevşekliğe bir mana veremedim. Çok görmedim ama bir anlam da veremedim. Bir diğer simada ise dünyanın yangınını, yükünü taşıyor. Belki mutsuzluk izleri.

Kitabın içine tekrar dönüyorum. Dante’nin sözünün altını çiziyorum. “Bir şeyi resmetmek için evvela o şeyin kendisi olmak gerekir” diyor, Dante. Trenin camına kafamı dayıyorum. Soğuk. Gerçekten de ürperiyorum. Buharlanmış bir bölüme bir şeyler çiziktiriyorum. Bir müddet sonra bütün çizgiler birbirine karışıyor. Sanki hayatlarımız gibi. Masanın üzerindeki malzemelerimi alıp kantinden çıkıyorum. Koridor boyunca bir gerçek bir hayal arasında yürüyorum. Arkamda zaman giderek çoğalıyor. Bu bazen korkutuyor. Hoşça bakın zatınıza…

QOSHE - 2004-2024 git geller - Mehmet Biten
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

2004-2024 git geller

11 0
07.04.2024

“Ey iman cevherini bir ekmeğe değişen kişi!

Ey gönül madenini bir arpaya satan kişi!

Nemrut, İbrahim’e gönül vermedi de

Sonunda canını bir sivrisineğe verip gitti.” (Mevlâna)

SALI/Ağustos 2004

Bir kişi bile değilim yalnızlıktan

Gözlerim ormanlara asılı

Ağaçlar, kırlar ve şehirler geçiyor kaputumdan

O kadar geçiyorlar ki, sadece duruyorum

Bir an bir yerde ölümü tanımazlığımdan.

Ben bu kadar değilim

Kışlada ölü bir zaman.

(Edip Cansever)

Teker teker geldiler, gürültüleri çoğaldı ve kulaklarda yankılandı. Kahkahaları, küfürleri, dövdü kulak duvarlarını… Hızlı adımlarla çekildiler gövdeleri yoktu. Çeşit çeşit pabuçları, tüm zemini renk renk boyalar sardı. Geldiler bir anı boyayıp gittiler. Rol ve gerçek arası siluetler, uykusuz gözler ve şehvetle soyundular, soyundurdular insanları hakikatin bedeninden… Bol bol sigara içtiler, duman içeresinde kayboldular. Ciğerlerine öksürük yüklendi. Nefesleri tıkandı. Akılları tutuldu. Ahlak diye diye ahlaktan da soyundular. Zaten yürekleri de yetmiyordu. Yürek dediğin dillerde pelesenk olan üç beş kelime ile yalama olmuş.

Ellerini tuttular, içlerinden kahramanlarını kovdular. Bir tutam sakalı, çeşitli şekillerde yonttular. Hayatın gerçeğini kil içinde kaybettiler. Hayat burada ukdelerin içinden çekilen derin nefesler berhava edildi ve tüketildi. Tükenmiş adamlar var, Don Kişotluktan da soyunmuşlar. Hayal denen bereketli vadiden kovulmuşlar.

Çağın girdapları arasında kaybolup giden insan, hakikati nerede bulacak ki? Hevesi kaçmış bir zamanın içerisinde yon bulmak ne kadar da zor. Gerçeği görmek ile gerçeği yasamak arasındaki makas her gecen gün daha da açılıyor. Ümit var, üzüntü yok, dertlenmek var.

ÇARŞAMBA

“Yıkılıncaya dek tağutlara,

Kırılıncaya dek şer putlara,

Vuralım Allah için Müslüman.

Tağutlara tağutlara

Kahrolası tağutlara

Onca müstazafın ağıtları

Ayyuka yükselmiş feryatları

için vuralım gel ey........

© Milli Gazete


Get it on Google Play