Cumartesi

Beyaz Word ekranının üzerinde imleç araba sinyali gibi göz kırpıp duruyor. Sanki bir dört yol ağzında nereye gideceğine karar verememiş bir
şoförün dalgınlığı ile aynı hali paylaşıyorum. Kelimeler, artık cesaretsiz, cümleler kifayetsiz gibi geliyor. Halid’in hüznü ve teslimiyetinin ağırlığı omuzlarımıza çöküp duruyor. Halid’in torunu Reem için söylediği, “Reem, The soul of my soul/Ruhumun ruhu” artık ruhunda az biraz insanlık
kırıntısı kalmış herkes için “Palestine, you are the soul of our soul/ Filistin sen bizim ruhumuzun ruhusun” haline dönüşmüş durumda.

Artık buradan öteye unutmak yok, gaflete düşmek yok demek istiyorum ama söylemlerin hiçbirinin Gazze’deki o bir avuç insanın halinin yanına yaklaşır hali olmadığı için diyemiyorum. Haftalardır şahit olduğumuz şeyden öğrendiğimi kendime şöyle özetliyorum, “Umut bizim kendi yaptığımız eylemlerden doğuyor.” Ali’nin dünyaya geleceğini öğrendiğimiz zaman içime doğan ümidi/umudu sanki o getiriyormuş gibi senin bir adında umut demiştim. Darlık anlarını, insanın içinin sıkıldığı anları bir çocuk nasıl giderirmiş onun telaşesi içerisinde anladığımı zannediyorum. Bir yandan bir çocuğun bir hayatı nasıl anlamlandıracağı bir çocuğun gidişinin ise dünyayı nasıl hüzne boğabileceğini, Ali’nin düştüğü o bir yıl boyunca yaşadığımız tecrübede gördüğümüzü zannediyordum, meğerse daha zoru varmış. Adları bile bilinmeyen sayılarla ifade edilen o çocukların bu dünyadan göçerken bu dünyanın ruhsuzluğunu da açığa çıkarttıkları o gerçeğin zorluğu ile yüzleşmeye çalışırken anladım. Her giden çocukla birlikte saflık, temizlik de çekildi biraz dünyadan. Kirliydi biraz daha kir kalıcı oldu. Hepimiz bir şekilde işgal altında insanlarız o giden özgür ruhları görünce insan daha iyi kavrıyor. Bu yılın ilk karı yağıyor. Her taraf bembeyaz ama biraz kırmızı, biraz soğuk…

Belki her zamankinden daha çok üşüyoruz, çünkü insanlığımızdan epey bir kat her giden bebek ve çocukla birlikte gitti. Mevsimlerin ne önemi
var ki artık, bütün mevsimler hüzün… Reem’in kupesi dedesi Halid’in gömleğinin yakasında, bizim de utanç olarak yakamızda. Ötesi yok hayat devam ediyormuş gibi görünse de sanki her şey durdu. Halid’in hali sanki Peygamberimizin (S.A.S.) şu hadisinin tercüme-i hali gibi; “Göz yaşarır, kalp hüzünlenir. Biz ancak Rabbimiz’in razı olacağı sözleri söyleriz. Ey İbrahim! Seni kaybetmekten dolayı gerçekten üzgünüz.” (Buhârî, Cenâiz 43; Müslim, Fedâil 62.) Onlardaki bu müthiş metaneti, inancın ete kemiğe bürünmüş halini görünce bir kez daha kanaat getiriyorum ki, “Umut bizim kendi yaptığımız eylemlerden doğuyor.”

Pazar

“Dilimde sabah keyfiyle yeni bir umut türküsü / Kar yağmış dağlara, bozulmamış
ütüsü / Rahvan atlar gibi ırgalanan gökyüzü / Gözlerimi kamaştırsa da geleceğim
sana / Şimdilik bağlayıcı bir takvim sorma
bana /- Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.”
Zaman nasıl da hızlı geçiyor. Bir fotoğraf düşüyor her aralık ayında telefonuma,
bir veda fotoğrafı. Öyle orada donmuş
kalmış gibi her şey. Soğuk bir akşamda
bilmediğim bir yolculuğa çıkışımın üzerinden geçen zaman boyunca hep aynı soru
kalıbı ile muhatap oldum ve her defasında Bahaaddin Karakoç’un şiiri gelip durdu dilimin ucunda. “Kavlime sâdıkım, sâdıkım sana / Takvim sorup hudut çizdirme bana.”
Hafızamı telaşe vermek istemiyorum
ve onun için geçmişle bugün arasında gidip geliyorum. Modern zamanların en büyük eksikliği, ‘bizim hafızamızı hep telaşlı’ hale getirmesidir. Onun için zihnimizi bir türlü toplayamıyoruz. Gördüğümüz
her şeye eksik bakıp görmemiz gerekenleri göremiyoruz. Yolculuklarımız yüzeysel
ve derinlikten yoksun bir şekilde ortaya çıkıyor. Zaman kavramı bir şekilde kayboluyor bazen de değişkenlik gösteriyor.
Hafızasızlık insanı tüketiyor. Hatırlamak, yüzleşmek önemlidir. Ayakta durabilmenin ya da ayağa kalkmanın en
önemli meselesi hatırlamaktan, hafızadan
geçiyor. Hafızasızlık insanı, toplumu tüketiyor. Bugün yaşadığımız hüznün sebebi belki de budur. Hatırlıyorum. Hatırlatmamız lazım. Hafızamızı korumamız gerekiyor. Unuttukça işgale uğruyoruz. Yolculuklarımızın bizi yenilemesi gerekiyor o
vakit bir anlamı oluyor. Onun için, “‘Merhaba’ demeden daha / Bu gitmeler gitmek değil.” Hafıza da kalmasın! Hoşça bakın zatınıza…

QOSHE - Aralık - Mehmet Biten
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Aralık

16 0
03.12.2023

Cumartesi

Beyaz Word ekranının üzerinde imleç araba sinyali gibi göz kırpıp duruyor. Sanki bir dört yol ağzında nereye gideceğine karar verememiş bir
şoförün dalgınlığı ile aynı hali paylaşıyorum. Kelimeler, artık cesaretsiz, cümleler kifayetsiz gibi geliyor. Halid’in hüznü ve teslimiyetinin ağırlığı omuzlarımıza çöküp duruyor. Halid’in torunu Reem için söylediği, “Reem, The soul of my soul/Ruhumun ruhu” artık ruhunda az biraz insanlık
kırıntısı kalmış herkes için “Palestine, you are the soul of our soul/ Filistin sen bizim ruhumuzun ruhusun” haline dönüşmüş durumda.

Artık buradan öteye unutmak yok, gaflete düşmek yok demek istiyorum ama söylemlerin hiçbirinin Gazze’deki o bir avuç insanın halinin yanına yaklaşır hali olmadığı için diyemiyorum. Haftalardır şahit olduğumuz şeyden öğrendiğimi kendime şöyle özetliyorum, “Umut bizim kendi yaptığımız eylemlerden doğuyor.” Ali’nin dünyaya geleceğini öğrendiğimiz zaman içime doğan ümidi/umudu sanki o getiriyormuş gibi senin bir adında umut demiştim. Darlık anlarını, insanın içinin sıkıldığı anları bir çocuk nasıl giderirmiş onun telaşesi içerisinde anladığımı zannediyorum. Bir yandan bir çocuğun bir hayatı nasıl anlamlandıracağı bir çocuğun gidişinin ise dünyayı nasıl hüzne boğabileceğini, Ali’nin düştüğü o bir yıl boyunca yaşadığımız tecrübede gördüğümüzü zannediyordum, meğerse daha zoru varmış. Adları bile........

© Milli Gazete


Get it on Google Play