“Evlerin çoğunda dirlik düzen,

Kalan bir hatıra oldu geçmişte.

Gönül almak, hatır saymak arama.

Evlatlar aileye asi işte,

Bir çığ ki kopmuş gider üzüntüden.”

(Behçet Necatigil, Evler)

CUMA

İnsanın ömrü uzadı, görece yaşam standartları geçmişe nazaran daha da genişledi. İnsanlar daha kolay maddeye, bilgiye ulaşabiliyorlar. Kendilerini eskilere göre daha gelişmiş ve varlıklı görüyorlar lakin bütün bu görece gelişimin içerisinde daha nakıs, daha çok sorunla yüz yüze kalıyorlar. Birçok bilim dalı insanın hayatı üzerine araştırmalar yapıyor, çıkarımda bulunuyorlar ancak bütün bu çabaya rağmen modern insanın hayatındaki boşluklar bir türlü dolmak bilmiyor.

Nefes kesen hayat mücadelesi, dur durak bilmeyen gündelik kaygılar içerisinde insanın kendini anlayabilmesi, madde ile doğru ilişki kurabilmesi neredeyse imkânsız bir hal alıyor. Mana yerine algılar devreye girerken insan iyi kötü, doğru yanlış, güzel çirkin, faydalı zararlı gibi çıkarımlarda bulunmakta zorluk çekiyor. Menfaatinin izleğinde hayatının rotasını oluşturuyor. Elbette aklını da duygularını da yönetmek gibi bir sorunla da karşı karşıya kalıyor. Muhakkak ki insan bu kadar karmaşanın içerisinde kendini anlayacağı, dinleyeceği, kendini görebileceği tartılardan da mahrum kalıyor.

Zaman bulamamak, başarılı olmak, ekonomik sorunlarla mücadele etmek vb. sorunlar ve bunların oluşturduğu mecburiyetlerin baskıladığı insandan doğru bir kimya beklemek büyük bir hayalperestlik olur. Onun için karşımıza sık sık “sıkıntılı, takıntılı, gerilimli, sinirli, neşesiz, bıkkın, unutkan, huzursuz, karamsar vb.” insan tipleri çıkıyor. Belki zaman zaman bunlardan fazlası ile sokakta, okulda, mahallede, iş ortamlarında kısacası hayatın her alanında karşılaşıyoruz. Adeta insanlık olarak “hastalıklı” bir hal içerisinde yaşamaya çalışıyoruz. Ne kadar acı!

CUMARTESİ

“Bakanlar bana/gövdemi görürler

Ben başka yerdeyim

Gömenler beni/gövdemi gömerler

Ben başka yerdeyim

Aç cübbeni cüneyd

Ne görüyorsun/Görünmeyeni

Cüneyd nerede/cüneyd ne oldu

Sana bana olan/cüneyd yok oldu.”
(Asaf Halet Çelebi, Cüneyd)

Eric Hoffer, ‘gururu’; “zayıf adamın güçlü taklidi yapması’’ olarak tarif ediyor. Bu gerçekle her gün hemen hemen bir kez de olsa yüzleşiyoruz. Ölçüsüzlüğün hâkim olduğu evrende bu da sanki doğal bir şeymiş gibi karşılanıyor. ‘O da öyle’ diyerek geçiştirilecek bir şey değil. Haddizatında insan ilişkilerinde ölçüyü kaybettik kaybedeli hiçbir duygu, düşünce ve eylemde dengeyi bulamıyoruz. Her şeyi uçlarda yaşamak gibi bir sorunun kollarında kıvranıp duruyoruz. Önemli olan insanın ölçülü olabilmesi ve doğruya doğru gayretinin olmasıdır. Bugün her alanda sanki sürekli bir patinaj içerisinde yaşamayı, sızlanmayı bir yaşam biçimi olarak benimsemiş durumdayız. Sıradan durumları, küçük engelleri umutsuzluk içerisinde imkânsız olarak algılayıp, duygusal tepkilerle yol alıyoruz. Düşünme melekemizi devreye sokamadığımız gibi karar verme yeteneğimiz de bu durumlardan olumsuz etkileniyor.

Sağlıklı bir şekilde hayat mücadelemizi, yolculuğumuzu yürütemiyoruz. Ne inanç ne de bizi biz yapan değerlerden bir türlü istifade edemiyoruz. Denge bulmamıza, ölçülü olmamıza yardımcı olamıyorlar. Ama’larla, fakat’larla başlayan sokaklarda kayboluyoruz. Olumsuzluklar haletiruhiyemizi derinden sarsıyor. Bu sarsıntı ile endişeli, korkulu, kaygılı, mutsuz, huzursuz, gergin ve bereketten yoksun yeni mizaçlar ediniyoruz. İçinde yaşadığımız modern hayat da bütün gücüyle bu haletiruhiyeyi besliyor. Açıkçası tabiata hükmetmek, ona galip gelmek düşüncesi içten içe içimize, iliklerimize kadar sirayet etmiş. Bu durum da bizleri tabiata, mahlukata karşı kibirli, gururlu ve merhametsiz kılıyor.

Bu karmaşa ve telaş içerisinde nasıl bir şeye dönüştüğümüzü göremez hale geldik. Haliyle çekilmez, tatsız tuzsuz bir havadayız. Kanadı kırık kuş gibi tek kanatla uçmaya çalışıyor ve sürekli çakılıp komik bir görüntüye dönüşüyoruz. Zaman bizi ince ince elekten geçirirken, ölçüsüzlüğü de adeta genel geçer bir hal olarak günümüz insanının üzerine boca ediyor. Artık kimse yaygınlaşan, giderek kural halini alan saçmalıkları, ölçüsüzlükleri yadırgamıyor. Toplum olarak halimiz hal değil, gidişatımız doğru bir gidişat değil. Bundan kurtulmak için ne bir çaba ne bir ümit kıvılcımı görünüyor.

Oysa insanın özünde mahlukata saygı, halikı tazim vardır. Ölçü içerisinde havf ve reca arasında kalma gibi basit bir ölçü vardır. Şayet insan kendine, fıtratına doğru bir miktar yürüyebilse bu girdaptan çıkıp yeni bir başlangıç yapabilir. Bu kibirli, ölçüsüz düzeni ve onun biçtiği rolleri kabullenmek zorunda değiliz. Yeni bir yol ve yaklaşım geliştirmek ve bu düzeni değiştirmek mecburiyetindeyiz.

PAZAR

“Beton duvarlar arasında bir çiçek açtı

Siz kahramanısınız çelik dişliler arasında direnen insanlığın

Saçlarınız ıstırap denizinde bir tutam başak

Elleriniz kök salmış ağacıdır zamana

O inanmışlar çağının.”

(Erdem Bayazıt, Birazdan gün doğacak)

“Herkes aynasının gösterdiklerine tabidir.”

“Teslimiyet, hayatın çözülemezlik ve manasızlığından insani ve vakarlı tek çıkış yoludur; isyansız, yeissiz, nihilizmsiz, intiharsız tek çare… Teslimiyet, hayatın kaçınılmaz olarak getirdiği sıkıntılarda alelade bir insanın kendini kahraman gibi hissetmesi veya vazifesini yapmış ve kaderine razı olmuş bir şehidin zihniyetidir.

İslam, kanunlarına, emir ve yasaklarına beden ve ruhtan talep ettiği gayrete göre değil; bunun hepsini kapsayan ve aşan bir şeye göre, marifetin bir anına, ruhun zamanla yarışma kuvvetine, var oluşun getirebileceği her şeye tahammül etmeye, rızaya, yani tek kelimeyle Allah’a teslimiyetin hakikatine göre öyle adlandırılmıştır. Ey teslimiyet! Senin adın İslam’dır.” Aliya’nın yukarıdaki satırlarını tekrar okurken bu ifadelerin en canlı örneğinin yaşandığı Gazze’yi hatırlıyor insan.

Bütün mekanik, teknik üstünlüklerine rağmen, zalimlerin karşısında duran bir avuç izzetli Müslüman’ın o güzel duruşu tam da bu ifadelerin ete kemiğe bürünmüş hali değil midir? Bütün Müslümanların kafalarını kuma gömdüğü bir yerde ekranların yalan ve yanlı aktarımlarına rağmen bütün insanlığı hayrete düşüren o vakar, o teslimiyet, o rıza ne güzel. Evlatlarını toprağa veren annelerin babaların o duru halleri alınlarımızdaki lekeyi, ama diyerek hakikati eğip bükmelerimizi ve izzetten yoksunluğumuzu yüzümüze şamar gibi indirmiyor mu?

Yüzde bilmem kaçı kendini milliyetçi muhafazakâr olarak tanımlayan bir şehirde kılınan gıyabi cenaze namazı ardından açıklanan basın açıklamasında kem kümlerle dolu cümleler ve on saflık bir cemaatin izahı ne olabilir ki? Heniye’nın teslimiyeti ve vakarından çay eşliğinde dem vurup, bir insanın aldığı bir ürüne indirilen boykotun gözleri kör etmesinden başka bir malzemesi olmayan insanların teslimiyetten anladığı ile elbette Aliya’nın anladığı aynı olacak değil. Anlıyoruz ki ‘herkes aynasının gösterdiklerine tabidir.’ Ya sizin aynanızda ne var. Ne görünüyor?

PAZARTESİ

“Ölüler beni serinliğe yakıştıramaz

Çünkü hiç kimse çıkmak istemez bu mevsimde dışarı

Çünkü bitkinliklerini günden saklar ekinler

Ekinler çocukların en rahat uykuları”

(İsmet Özel, Yorgun)

Değişme ‘acı’ demektir.

Ne vakit bir analiz ile karşılaşsak hemen karşımıza şu argüman dökülüyor; ‘insanlar kötü de olsa alıştıkları kötülüğü gelecek iyiliğe tercih ediyorlar.’ Baktığın zaman makul bir cevap gibi dursa da aslında tam da Müslüman bireyin süzgecinden geçtiğinde ne kadar yanlış ve anlamsız bir çıkarım olduğu aşikârdır. Dünya hayatının en başından beri devam eden Hak ve Batıl mücadelesini doğru okuyamamış bir zihnin savunusu olabilir. O vakit bütün ilahi mesaja muhatap davetçilerin mücadelesini boşa çıkaracak bu yaklaşım tembelliğin, ataletin ve aslında kendi keyfiyetinden memnun bir kimsenin kaçış cümleleri olabilir. O vakit cahiliye ile mücadele neden yapıldı ki? Herkes konforlu alanında hiçbir şeyi değiştirmeden yaşayıp gidebilirdi. Kazanımlar da elde edebilirdi. Hatta hatiplerin anlatırken kendilerinden geçtikleri ‘güneşi bir elime ayı diğer elime verseniz, ben yolumdan dönmem’ diyen Resulullah’ın bu yaklaşımını da unutalım. Ne de olsa unutmak gibi bir hastalığımız var.

Karanlığı kendine sığınak kabul edenlerin ışığa bakmaya, ona doğru yürümeye mecalleri olamaz. Her işimizde hep başkalarını suçlayıp hiç kendilerine pay çıkarmayan bir iklimi, bir kendinden vazgeçişi bu ülkenin insanlarına ‘istikrar’ diye armağan edenlerin de kaçacak pek bir yerleri kalmadı. Elbette her kötülük, her ihanet bir gün hakikat karşısında tuz ile buz olacaktır. İzzet ancak müminlerindir. Kimse İslam’a şeref katamaz ancak ondan şeref bulur. İnsanlar ona hizmet ettiği müddetçe kıymetlenir. Onun için bütün davetçiler karanlığı dağıtırken, toplumun körleştiği damarları açarken ‘acı’ya muhatap olmuşlardır. Bu bakımdan zamanla sınırlı bir hayatın içerisinde vazifelerini ihmal eden insandan daha acınası ne vardır?

Ülkenin geldiği noktada kolaycılığa, ahlaki üstünlüğünü kaybetmiş bir topluluğa yeniden gelin demek kadar onların kapanmış perdelerini açmak kadar zor bir iş yoktur. Ancak davetin en güzel ve kıymetli bölümü burada gizlidir. Değişme ‘acı’ da olsa hakikate doğru değişmek ve yeniden bir iklim yakalamak bu sınırlı zamanda insanın hanesine yazdıracağı en büyük ameli olacaktır. Uğultulara kulakları kapatıp, yeniden azimle, heyecanla yollara koyulmanın vaktidir. Hayat iman ve cihat değil mi? Gerisi hikâye! Hoşça bakın zatınıza…

QOSHE - Aynanda ne var? - Mehmet Biten
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Aynanda ne var?

14 0
14.04.2024

“Evlerin çoğunda dirlik düzen,

Kalan bir hatıra oldu geçmişte.

Gönül almak, hatır saymak arama.

Evlatlar aileye asi işte,

Bir çığ ki kopmuş gider üzüntüden.”

(Behçet Necatigil, Evler)

CUMA

İnsanın ömrü uzadı, görece yaşam standartları geçmişe nazaran daha da genişledi. İnsanlar daha kolay maddeye, bilgiye ulaşabiliyorlar. Kendilerini eskilere göre daha gelişmiş ve varlıklı görüyorlar lakin bütün bu görece gelişimin içerisinde daha nakıs, daha çok sorunla yüz yüze kalıyorlar. Birçok bilim dalı insanın hayatı üzerine araştırmalar yapıyor, çıkarımda bulunuyorlar ancak bütün bu çabaya rağmen modern insanın hayatındaki boşluklar bir türlü dolmak bilmiyor.

Nefes kesen hayat mücadelesi, dur durak bilmeyen gündelik kaygılar içerisinde insanın kendini anlayabilmesi, madde ile doğru ilişki kurabilmesi neredeyse imkânsız bir hal alıyor. Mana yerine algılar devreye girerken insan iyi kötü, doğru yanlış, güzel çirkin, faydalı zararlı gibi çıkarımlarda bulunmakta zorluk çekiyor. Menfaatinin izleğinde hayatının rotasını oluşturuyor. Elbette aklını da duygularını da yönetmek gibi bir sorunla da karşı karşıya kalıyor. Muhakkak ki insan bu kadar karmaşanın içerisinde kendini anlayacağı, dinleyeceği, kendini görebileceği tartılardan da mahrum kalıyor.

Zaman bulamamak, başarılı olmak, ekonomik sorunlarla mücadele etmek vb. sorunlar ve bunların oluşturduğu mecburiyetlerin baskıladığı insandan doğru bir kimya beklemek büyük bir hayalperestlik olur. Onun için karşımıza sık sık “sıkıntılı, takıntılı, gerilimli, sinirli, neşesiz, bıkkın, unutkan, huzursuz, karamsar vb.” insan tipleri çıkıyor. Belki zaman zaman bunlardan fazlası ile sokakta, okulda, mahallede, iş ortamlarında kısacası hayatın her alanında karşılaşıyoruz. Adeta insanlık olarak “hastalıklı” bir hal içerisinde yaşamaya çalışıyoruz. Ne kadar acı!

CUMARTESİ

“Bakanlar bana/gövdemi görürler

Ben başka yerdeyim

Gömenler beni/gövdemi gömerler

Ben başka yerdeyim

Aç cübbeni cüneyd

Ne görüyorsun/Görünmeyeni

Cüneyd nerede/cüneyd ne oldu

Sana bana olan/cüneyd yok oldu.”
(Asaf Halet Çelebi, Cüneyd)

Eric Hoffer, ‘gururu’; “zayıf adamın güçlü taklidi yapması’’ olarak tarif ediyor. Bu gerçekle her gün hemen hemen bir kez de olsa yüzleşiyoruz. Ölçüsüzlüğün hâkim olduğu evrende bu da sanki doğal bir şeymiş gibi karşılanıyor. ‘O da öyle’ diyerek geçiştirilecek bir şey değil. Haddizatında insan ilişkilerinde ölçüyü kaybettik kaybedeli hiçbir duygu, düşünce ve eylemde dengeyi bulamıyoruz. Her şeyi uçlarda yaşamak gibi bir sorunun kollarında kıvranıp duruyoruz. Önemli olan insanın ölçülü olabilmesi ve doğruya doğru gayretinin olmasıdır. Bugün her alanda sanki sürekli bir patinaj içerisinde yaşamayı, sızlanmayı bir yaşam biçimi olarak benimsemiş durumdayız. Sıradan durumları, küçük engelleri umutsuzluk içerisinde imkânsız olarak algılayıp, duygusal tepkilerle yol alıyoruz. Düşünme melekemizi devreye sokamadığımız gibi karar verme yeteneğimiz de bu durumlardan olumsuz etkileniyor.

Sağlıklı bir şekilde hayat mücadelemizi, yolculuğumuzu yürütemiyoruz. Ne inanç ne de........

© Milli Gazete


Get it on Google Play