“Dünyaya geldim gitmeye, ilm ile hilme yetmeye
Aşk ile ân seyretmeye, ben în ü ânı n’eylerem.”
(Erzurumlu İbrahim Hakkı)

Cumartesi

Sayılı gün bitiyor. Er ya da geç bitiyor. Adı üstünde sayılabiliyor. Bir bakıma rüyam bitti. Döndüm. Gerçeğin acı yüzü ile temas edince uyandım. Önce biraz şaşkınlık ardından biraz hüzün ve sonrasında giderek derinleşen bir keder sardı ruhumu. Sokağa adımını attığın andan itibaren yoğunlaşan kaygılar, endişeler, neşesi kaçmış bir gökyüzü ve anlamları bozulmuş kelimeler, kavramlar… Daha önce görmediğim ne varsa ya değişmiş ya da çekilmiş…

Günler bitti. Yenileri başlıyor. Her gidiş bir hüzün, heyecan ve biraz da kaygı barındırdığı gibi her dönüş her varış da biraz vuslat, özlem, merak ve çokça da muştu barındırıyor. Ama öyle olmadı. Tesellileri topladığında bile bir buruk kavuşma. Yol boyu yürüdüm, yolun sonundaki yüksek kaldırımda oturdum. Kimseye bir şey demedim. Denilmesi gereken ne varsa zaten denmiş. İçime doğru sustum. Bu suskunluğu perde perde dağıtan bir bozlak yükseliyor. Yıkık evler arasından bir ah, ona eşlik ediyor. Uzaktan gelen ağıt, hangi ağıt bilmiyorum. Giderek her yeri kaplıyor.

Küçük bir kız çocuğu katillerin elinde ve bütün bağlamından koparılıyor. Her gün her saat bombalar yağıyor. Her gün artık sayıdan ibaretmiş gibi görülen can kayıpları artıyor. Ama her gün insanlık daha çok azalıyor. İnsanlık paramparça, dört bir yana dağılıyor. Bir büyük yalancı, bir elinde mikrofon umutları tüketiyor diğer eliyle katillere yol veriyor. Devam diyor. O an insanlığın sesi biraz daha kesiliyor.

Reel olan her şeye günah bulaşıyor. İnsanların duru güzellikleri açılan sandıklarda kayboluyor. Sıralanan her şey, biraz daha saf olanı tüketiyor. Sıra sıra sıralanarak bir kötülüğün ardına her şeyi normalleştirerek, bayağılaştırarak kayboluyorlar. Kaybolmadan, içimde sızıyı en derinde duyarak döndüm. İşte buradayım. Yeniden başlamak için…

Pazar

Otobüs yolculuğu yapıyorum. Önümde arabayı kullanan şoför, diğerine emekli maaşlarının açıklanıp açıklanmadığını soruyor. Diğer şoför elindeki telefonla meşgul, bir şey demiyor. Belki bir mimik ya da başını sallıyor ben görmüyorum. Otobüsü kullanan devamla “keşke iyi bir rakam açıklasalar da az biraz nefes alsak” diyor. Sağ tarafta üç numarada oturan yolcu elindeki telefonu kapatıp, söze giriyor. “On bin lira olarak açıkladılar” diyor. Şoför yan tarafında oturan daha yaşlıca olan şoförden onay almak istercesine ona doğru bakıyor, o da haberinin olmadığını ifade ediyor. Yolcu devamla, “gerçi bir ton zam geldi, eridi gitti. Hem seçimden sonra zamlar yaldır yaldır gelir yine kuşa döner” diyor. Şoför, “keşke on iki bin lira açıklasalar, bin lira bin liradır, bir eksiği giderir” diye içindeki temenniyi dışa vuruyor. Yolcu hararetli bir şekilde iktidarın uygulamalarını yanlışlığını, ekonomik krizin açtığı sosyal krizleri vb. ifade ediyor.

Değme uzmanlara taş çıkartacak analizler ardı ardına geliyor. O da emekliymiş. Yanda muavin koltuğunda oturan yaşlı şoför elindeki telefonla işini bitirmiş olacak ki söze giriyor. Emekli maaşının eskiden en yüksek baremde olduğunu ama maaşlara gelen zamlar sonunda herkesin kendi maaşının hiç değişmediği diğerlerinin onu geçtiği ve kendi maaşının en düşük baremde kaldığını anlatıyor. Diğerleri de bu tür adaletsizliklerden örnekler vererek konuyu devam ettiriyorlar. Dışarıdan bakınca içimden gündeme ne kadar vakıflar ve hayat pahalılığını yoksulluğu nasıl da ifade ediyorlar.

Muhtemelen muhalif seçmen olduklarına dair bir kanaat oluşuyor ya da en azından iktidardan bu kadar hoşnutsuzluğun bir muhalif olma sonucu çıkarmak gerekir diye düşünürken yanda oturan hararetli yolcunun telefon sesi bütün düşüncelerimi alt üst etti. Telefonunda çalan “ırmağının akışına” müziğine ve üç hilalli ekranı da eklenince bir kez daha bütün sosyal çıkarımlar tuzla buz olup dağıldı, gitti. Şoförün telefonundaki “dombra” ise her şeyi ifade ediyordu. Radyodan gelen müzik ise “ben yoruldum hayat” haleti ruhiyeyi resmediyordu.

Pazartesi

Sadece kendisi için yaşayan, kendi gerçeklerini tek hakikatmiş gibi görme hastalığına yakalanmaları içten bile değil. Yanılma paylarını aradan kaldıran bu bakış açısı ister ben merkezci bir yaşam biçiminin yansıması ister ise güncel muhafazakârlığa bulanmış bir insanın kendi varlığını dayandırdığı argümanlar ile olsun aynı bağnazlığa kapı aralıyor. Bu nedenle değişmeyen bir kısır döngünün içerisinde her şey tıkanıp kalıyor. Ya konuşmalar çok üst perdeden ama iş icraat’e gelince bir hiçlik ortaya çıkıyor ya da hiçbir üretim ya da fayda hasıl etmeden her şeyi ağzıyla kirleten insanların varlığına kapı aralıyor. Böylesi durumlarla karşılaştığımda Gazali’nin bilgi ve amel arasındaki ilişkiye dair sarfettiği şu sözü hep hatırlarım: “Amelsiz bilgi deliliktir, bilgisiz amel ise zaten yok hükmündedir.”

‘İşleyen demir ışıldar’ sözü bugünkü sosyal yapımız için en önemli reçetelerden biri olarak duruyor. İhtiyaç duyduğumuz yegâne şey kirlenmeye, paslanmaya fırsat vermeden ışıldamanın ama işleyerek ışıldamanın bir yolunu bulmaktan geçiyor. Kimin ne hasleti varsa onu en güzel, en faideli şekilde ortaya çıkarması ile bu atalet, bu kir, pas ve boş kuyularda sürekli yankılanan ve hasta eden kendi kendini kutsama hastalığından kurtulmanın yolunu açacağına inanıyorum. Onun için akışın önünü açıp kirden pastan uzaklaşmak gerekiyor. Şu kısacık hayatı, bir geliş gidişlik ömrü anlamlı kılmanın bir yolunu bulmak, açmak ve de bir yol olmak güzel olmaz mı? Hoşça bakın zatınıza…

QOSHE - Geldik gitmeye - Mehmet Biten
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Geldik gitmeye

13 0
14.01.2024

“Dünyaya geldim gitmeye, ilm ile hilme yetmeye
Aşk ile ân seyretmeye, ben în ü ânı n’eylerem.”
(Erzurumlu İbrahim Hakkı)

Cumartesi

Sayılı gün bitiyor. Er ya da geç bitiyor. Adı üstünde sayılabiliyor. Bir bakıma rüyam bitti. Döndüm. Gerçeğin acı yüzü ile temas edince uyandım. Önce biraz şaşkınlık ardından biraz hüzün ve sonrasında giderek derinleşen bir keder sardı ruhumu. Sokağa adımını attığın andan itibaren yoğunlaşan kaygılar, endişeler, neşesi kaçmış bir gökyüzü ve anlamları bozulmuş kelimeler, kavramlar… Daha önce görmediğim ne varsa ya değişmiş ya da çekilmiş…

Günler bitti. Yenileri başlıyor. Her gidiş bir hüzün, heyecan ve biraz da kaygı barındırdığı gibi her dönüş her varış da biraz vuslat, özlem, merak ve çokça da muştu barındırıyor. Ama öyle olmadı. Tesellileri topladığında bile bir buruk kavuşma. Yol boyu yürüdüm, yolun sonundaki yüksek kaldırımda oturdum. Kimseye bir şey demedim. Denilmesi gereken ne varsa zaten denmiş. İçime doğru sustum. Bu suskunluğu perde perde dağıtan bir bozlak yükseliyor. Yıkık evler arasından bir ah, ona eşlik ediyor. Uzaktan gelen ağıt, hangi ağıt bilmiyorum. Giderek her yeri kaplıyor.

Küçük bir kız çocuğu katillerin elinde ve bütün bağlamından koparılıyor. Her gün her saat bombalar yağıyor. Her gün artık sayıdan ibaretmiş gibi görülen can kayıpları artıyor. Ama her gün insanlık daha çok azalıyor. İnsanlık paramparça, dört bir yana dağılıyor. Bir büyük yalancı, bir elinde mikrofon umutları tüketiyor diğer eliyle katillere yol veriyor. Devam diyor. O an insanlığın sesi biraz daha kesiliyor.

Reel olan her şeye günah bulaşıyor. İnsanların duru güzellikleri açılan sandıklarda kayboluyor. Sıralanan her şey, biraz daha saf olanı tüketiyor. Sıra sıra sıralanarak bir kötülüğün ardına her şeyi normalleştirerek, bayağılaştırarak kayboluyorlar.........

© Milli Gazete


Get it on Google Play