“İçimde bir yağmur sonbahardan çalınmış.

Birkaç eylül bir de sen, senelerin ardından.

Tarabya'da bir santur, nihavende gömülmüş.

Ümitlerim küçülür saçlarımın kırında.

Birkaç yağmur bir de sen, senelerin ardında...”

|| Sadri Alışık

Merhametin yitip gitmesiyle modern tolumu bir arada tutan en değerli araç, üzerinde vicdanın ve pişmanlıkların ve en önemlisi benliğin, şefkatin, sadeliğin de ortadan kaybolup gittiği bir yoksunluğu yaşamanın acısını hep birlikte hissediyoruz. Günler yürüyor, ardından yürüyoruz ve yitiğimiz her geçen gün artıyor. Duvarları olmayan konuşmalar, duvarları olmayan görüntüler, sesler arasında elimizde tuttuğumuz cihazların ürettiği küçücük karelerin arasında kaldığımız bu zamanın şifa bulmaz hastaları olarak yaşıyor gibi yapıyoruz. Nasıl da dalıp gidiyoruz, hayat bizden akıp giderken…

PAZARTESİ

“Can, tecrübelerle sabittir ki haberdar olmaktan ibarettir. Kim daha fazla haberdardır, daha fazla canlıdır.” (Mevlâna)

Hepimize her gün aynı kanallardan, aynı seviyede ve aynı ses tonları ile pompalanan yalanlardan dolayı sanki hepimize birden suni bir hafıza takılmış gibi. İdrakten yoksun, aynı kabullenmişlikle ve aynı çaresizlikle bize biçilen belli başlı işlevleri yerine getiriyoruz. Bu noktadan bakınca gelecek pek aydınlık değil… Çoğunluk olarak aynı şeyleri düşünüp, aynı anda aynı reaksiyonları verip aynı anda sessiz soluksuz kalarak müthiş bir uyum içinde, senkronize oluyoruz. Birleşmiş bir şekilde, aynı yoksunluklara razı, bize pompalanan hayat dışında, düşünce dışında her şeye katı ve uygun görülen her şeyi kabullenmiş bir şekilde yaşıyoruz. Evlerimize kurulan televizyonlar, arabalarda çalan radyolar, telefonlarımızda bizi bağlayan sosyal ağlar ve sokaklarda billboardlara asılan her afiş bizi, yani “insanı” öldürüyor.

Bir parmağın göze doğru yaklaştığında parmak nasıl bulanıklaşıyorsa her gün gözümüze kulağımıza sokulan haberler(!), görüntüler de öyle bulanıklaşıyor. Emekliye yoksulluğu kutsanıp, katlattırılıyor. Asgari ücretli kendi açlık fermanını mehter marşı ile ilan edilmesini büyük bir gururla kutlayıp, razı oluyor. En büyük felaketler, en büyük başarılar olarak göndere çekiliyor. Herkes aynı senkronize içinde ayağının altına konulan idam sehpasını tekmeleyip mutlu oluyor. Bir cinnet hali baştan aşağı her şeyi sarıp sarmalıyor. En makul görünen insanlar bile bir yerden sonra ama, fakat, lakin diyerek birer neden arıyorlar. Bir ses kulaklarımızda çınlıyor, (“yahu biri sizi büyülüyor mu?” diye) ve bu garabetten silkelenip önümüze bakıyoruz. Ya önünü, ardını, sağını, solunu karıştıranlar? Tam da garabet bu noktada başlıyor. Koşar adım bu cinnetin bir parçası olmaya gidiyorlar. Gideni kim durdurabilmiş ki!

SALI

Çelikleştik mi?

Çelik çok sert bir nesnedir. Sabır da bu manadadır. Sabır da çelik gibidir. Esneme kabiliyetine sahiptir. Sabra, çelikten yapılmış kılıç anlamındadır. Bu İngilizcede de böyledir. Sabra kelimesi, İngilizce’ye yine kılıç anlamında geçmiştir. Muhtemelen Endülüs’ten geçmiştir. Peki, sabra kelimesi ile kullandığımız çelik ile demir arasında ne fark vardır? Demirde esneme kabiliyeti yoktur ama çelikte esneme kabiliyeti vardır ve çoktur. Yani çelikten yapılmış olan bir kılıç, esner eski haline geri döner. Demir ise bir defa eridiği zaman bir daha eski haline gelmez, hangi kalıba dökülmüşse öyle sabit kalmıştır. Sabırlı olmak demek de çelik gibi bir iradeye sahip olmak demektir. Bu da esneme payına sahip olmak demek ise esneme payının bulunduğu çelik gibi bir iradeye sahip olmak demektir. Kolay kolay sarsılmadan. Temel esaslarını muhafaza ederek, esneyerek.

Ayrıca ‘Sabredenler ve Hakkı tavsiye edenler ziyanda olmayanlardır.’ Sabır uzun soluklu bir bilinç, şuur halidir. Erbakan hoca bizlere ‘şuurlu ve çelikleşmiş olmak’ noktasında bir irade emanet etmiştir. Bu irade vesilesi ile ‘içimizde hastalık ve arıza olmaması’ gerektiğini bizlere hatırlatıyordu. Çelikleşme ile yapacağımız hizmetlerin ne kadar büyük önem taşıdığını ve seçimlerde iktidara gelmek için yapacağımız çalışmalarda nasıl sağlam bir irade ve gayret ortaya koymamız gerektiğini bizlere hatırlatıp; önümüzdeki seçimlerin, “bütün insanlık için hayat memat meselesi” olduğunu vurguluyordu. Unutmamızı istediği bir diğer husus ise; “İnsanlık ya ırkçı emperyalizmin zulüm dünyasında köle olacak veya ecdadımızın asırlar boyunca kurduğu saadet dünyası yeniden kurulacaktır.” Bunun ancak ve anacak “Millî Görüş ve Saadet Partisi’nin iktidara gelmesiyle gerçekleşebilecek bir husustur. Bunun için bu seçimlerde, gece gündüz çalışmak zorundayız” diyerek bizlere bir irade bir izlek veriyordu.

Şuurlanmanın önemini anlatan Erbakan Hocamız, “Bütün camiamızdaki her bir mensubumuz, bugün bir kez daha biz neyiz, kimiz, ne yapıyoruz, nasıl yapmalıyız, suallerin cevabını doğru olarak vermelidir. Bu yapmış olduğumuz görev, insanlık için en büyük ibadettir bunu bilmeliyiz. Şuurlanma vazifesini yapacağız ki, ırkçı emperyalizmin aldatması boşa gitsin" diye konuştuğu toplantıyı hepimiz hatırlıyoruz. O günü hatırlamayanlar, o güne yetişememiş gençler internetten videolara ulaşıp bunu dinleyebilirler. Çelikleşme hamlesine dikkat çeken Erbakan Hocamız, Çelikleşme hamlesini, 5 aşamada yapacağız. Teşkilatlarımızı tamamlayacağız. Programlı şekilde çalışacağız. Bu çalışmaları takip edeceğiz. Hedeflerimizi geçekleştireceğiz. Ve bütün teşkilatımızın hepsini eğiteceğiz. Böylece çelik bir teşkilat haline geleceğiz, bu sebeple, çelikleşme ve şuurlanma, bütün insanlığa karşı vazifelerimizi yaparak önümüzdeki seçimden en büyük zaferle çıkacağız.”

Şimdi önümüzde bir seçim var, hepimiz bütün gücümüzle çalışıyor muyuz? Çelikleştik mi yoksa demir gibi kırılgan mıyız? Az bir zorlamada, üzerimize uygulanan az bir tazyikte dağılıyor muyuz? Sabredenlerden ve hakikatı tavsiye edenlerden miyiz? Kararın ne?

ÇARŞAMBA

Gerçekler Acıtıyor!

Dolmuştayım. Karşıdan gelen dolmuşa eliyle daha yavaş gitmesini işaret ediyor. Şoförlerin birer zaman katili olduğunu düşünüyorum. Bir ara o kadar ağır gidiyor ki montunu alıp yakasını kolunu çitiliyor, tozunu el yordamıyla alıyor. Sonra radyonun kapalı olduğunu fark ediyor. Radyoyu açıyor birkaç frekans dolaşıyor belki müzikleri sevmiyor sonra birkaç kez daha aşağı yukarı oynuyor frekanslarla sonunda tok sesli bir sunucunun gündem hakkında konuştuğu bir kanalda bırakıyor. Fark etmedim belki o an para üstü filan verdiği için de o istasyon da kalmış olabilir.

Radyo programcısı İliç’deki ihmali anlatıyor. Dersine iyi çalışmış okkalı bir anlatısı var. Hakikat acı ama böyle diyor adeta. Göz göre göre gelen bu felaketin detaylarına girdikçe bam tellerine dokunuyor. Şoför uzanıp istasyonu değiştiriyor. Bir türlü hem hal olamıyoruz. Kulaklarımızı en çok acı tırmalıyor. Nerede vicdanımıza dokunan bir şey varsa onu hemen görünmez hale getiriyoruz. Gazze’yi, her gün paçalarımızdan dökülen yoksulluğu, haksızlığı, hukuksuzluğu görmezden, işitmezden geldiğimiz gibi… Radyoda şimdi Orhan çalıyor. Ardından Sezen’e geçiyor. Alıp başımızı gidemiyoruz efeler gibi. Vicdanımız şarkıya eşlik ediyor, ‘ben senin hayatından gittim hadi ol olabilirsen eskisi’ gibi. Aradığımız (arıyor muyuz bilmiyorum) insana, merhamete, şefkate ulaşılamıyor. Sanki birisi beddua etmiş “insanlığın kurusun” diye. Ve kuruyup kalmışız bu çağın dişlileri arasında. Acı da acıtmıyor.

Hoşça bakın zatınıza…

QOSHE - Kararın ne? - Mehmet Biten
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Kararın ne?

17 0
25.02.2024

“İçimde bir yağmur sonbahardan çalınmış.

Birkaç eylül bir de sen, senelerin ardından.

Tarabya'da bir santur, nihavende gömülmüş.

Ümitlerim küçülür saçlarımın kırında.

Birkaç yağmur bir de sen, senelerin ardında...”

|| Sadri Alışık

Merhametin yitip gitmesiyle modern tolumu bir arada tutan en değerli araç, üzerinde vicdanın ve pişmanlıkların ve en önemlisi benliğin, şefkatin, sadeliğin de ortadan kaybolup gittiği bir yoksunluğu yaşamanın acısını hep birlikte hissediyoruz. Günler yürüyor, ardından yürüyoruz ve yitiğimiz her geçen gün artıyor. Duvarları olmayan konuşmalar, duvarları olmayan görüntüler, sesler arasında elimizde tuttuğumuz cihazların ürettiği küçücük karelerin arasında kaldığımız bu zamanın şifa bulmaz hastaları olarak yaşıyor gibi yapıyoruz. Nasıl da dalıp gidiyoruz, hayat bizden akıp giderken…

PAZARTESİ

“Can, tecrübelerle sabittir ki haberdar olmaktan ibarettir. Kim daha fazla haberdardır, daha fazla canlıdır.” (Mevlâna)

Hepimize her gün aynı kanallardan, aynı seviyede ve aynı ses tonları ile pompalanan yalanlardan dolayı sanki hepimize birden suni bir hafıza takılmış gibi. İdrakten yoksun, aynı kabullenmişlikle ve aynı çaresizlikle bize biçilen belli başlı işlevleri yerine getiriyoruz. Bu noktadan bakınca gelecek pek aydınlık değil… Çoğunluk olarak aynı şeyleri düşünüp, aynı anda aynı reaksiyonları verip aynı anda sessiz soluksuz kalarak müthiş bir uyum içinde, senkronize oluyoruz. Birleşmiş bir şekilde, aynı yoksunluklara razı, bize pompalanan hayat dışında, düşünce dışında her şeye katı ve uygun görülen her şeyi kabullenmiş bir şekilde yaşıyoruz. Evlerimize kurulan televizyonlar, arabalarda çalan radyolar, telefonlarımızda bizi bağlayan sosyal ağlar ve sokaklarda billboardlara asılan her afiş bizi, yani “insanı” öldürüyor.

Bir parmağın göze doğru yaklaştığında parmak nasıl bulanıklaşıyorsa her gün gözümüze kulağımıza sokulan haberler(!), görüntüler de öyle bulanıklaşıyor. Emekliye yoksulluğu kutsanıp, katlattırılıyor. Asgari ücretli kendi açlık fermanını mehter marşı ile ilan edilmesini büyük bir gururla kutlayıp, razı oluyor. En büyük felaketler, en büyük başarılar olarak göndere çekiliyor. Herkes aynı senkronize içinde ayağının altına konulan idam sehpasını tekmeleyip mutlu oluyor. Bir cinnet hali baştan aşağı her şeyi sarıp sarmalıyor. En makul görünen insanlar bile bir yerden sonra ama, fakat, lakin diyerek birer neden arıyorlar. Bir ses........

© Milli Gazete


Get it on Google Play