Beden halen yaşarken, hücrelerin azar azar ölmeye başlaması çağımızın illeti oldu… Adeta parça parça ölüyoruz… Nereden ölmeye başlayacağımız da belli olmuyor. Bedende en zayıf nereyi bıraktıysak, oradan mantar gibi ölüm doğuyor.
Nereden başlayacağı değil ama neden başladığı çok belli!
Doğa ile barışık, onu anlayan ve onu bilen tavır içine giremiyoruz. Anlayamayınca da garip savaşlar çıkıveriyor. Toplumun kendi içinde bile ayrışmalar, savaşlar başlatılınca, güçlü kalma, soyu devam ettirme içgüdüsü ile başlanıyor üremeye… Fazlaca üreme, eğitimsizliği, organize olamamayı getiriyor. Bilginin yayılamaması hatta yokluğu doğallığı, doğal gıdayı, hava kirliliğini, yaşamın kaynağı olan oksijen ve deposu ağaçların azalışını sağlıyor.
Oldu da bir hafta aç kalsanız iyi kötü yaşarsınız… İki gün su içmesen yaşayabilirsiniz… Ama beş dakika oksijensin kalamazsınız… Ve ne yazık ki bizler, bilinçsizliğimizin zirve yapması ile olsa gerek… Bize en çok lazım olanı, oksijen üreten o tek varlığın kesilmesini, yanmasını sorun etmeyiz. Hatta bazıları; bilinçli, ağaca duyarlı davrananlar ile dalga geçer, onu tiye alır. Hatta ona güler.
Havada ki karbon oranını yükselttik. Kaynaklarımız zaten kısıtlıydı. Yetersiz kaynak iklim değişikliği ile daha da kısıtlandı. Ve genetiği oynanmış gıdalar ile tanışıverdik. Şifrelerini henüz layıkıyla çözemediğimiz genler ile oynamayı hak gördük. Sebze, meyvenin genetiği ile oynadık. Genetik yetersizliğimiz ile üretilmiş gıdaların insan hücrelerini parça parça hasta etmesi kadar normal bir durum olamazdı. Öyle de oldu. Bilinçsizce verdiğimiz genetik kodlarla hücreleri yaradılış amacından uzaklaştırıp, işlevini değiştirmesine sebep olduk…
Öte yandan bununla birlikte bir şey daha öğrendik. Genetik zehirlenmeye maruz kalmasına rağmen, güçlü, canlı kalabilen hücrelerin, hastalanmış hücreleri olabildiğince gözetim altında tutmaya çabaladığını gördük. Onları iyileştirmeye çabalıyorlardı. O küçücük ama bilge hücreler, insanın hatalarını kapatma gayretindeydi. Çünkü biliyordu ki! Yaradılış amacından uzaklaştırılmış hücreler, yayılmaya başlarsa sağlıklı hücrelerde yaşayamaz. Ve bunlar olduğunda ışık, canlılık, kıymet kalmaz, kıyamet gelir…
Beden çok iyi bilir. Ancak birlikte, dirlikte, güçlü, diri kalınabilir. ‘Marifet birlikte kalkınabilmektir’ demekte pek doğru olmaz… Çünkü bu bir marifet değil zorunluluktur. Aksi ise sadece ölümdür. Mahir olup marifet gösteremezsen yok olursun… Kâr amacı ile maliyeti düşürüp, olması gerekeni, genetiği bozduğun her şeyde yok oluş başlar. Az emek ile çok üretmek için sebzelere hormon katıyorsan yok oluş işte oradadır. Maliyet kaçırıp, olması gerektiği gibi bina yapmıyorsan yok oluş oradadır. Bireysel çıkarlara, finansal, rantsal yatırımlara, hızla çok zengin olmaya düştüysen yok oluş oradadır. O toplumda fakirlik en alttan başlar, en üste kadar kısa sürede tırmanıverir. Bundan kaçışın olamaz… Tek kurtuluş; bir kesimin değil toplumun tamamının güzelliği, çalışabilmesi, ışıldayabilmesi için üretim adımı atmaktır.
Bunu bize yaşanmış hastalıklar ile hücrelerimiz tek tek anlattı…
Bunu kurtuluş mücadelemizde de gördük… 1850 sonrası bireysel çıkarlar öne çıkmış, bazıları çok çok zenginleşmiş ama halkın büyük kısmı da zayıflamıştı. Toplum olarak kalkınmayı başaramamıştık. Zayıflık hızla vatana dağıldı. Avrupa bu halsiz tavrımızı görüp bize hasta adam dedi. Ve üzerimize yürüdü. Bağımsızlığımıza, hürriyetlerimize, zürriyetlerimize göz koydu.
Zayıf bırakılmış dedelerimiz, o zayıf hallerine aldırış etmeden gelecekleri için, soyları için, bizler için mücadeleye başladı. Dokuz bin yıldır, diğer milletler karşısında güçlü olmuş, onları yönetmiş atalarına mahcup olmamak için mücadele etti. Bir gün ahir dünyaya göç ettiğinde atalarının, Mete’nin, Atilla’nın, Timur’un, Tomris’in yüzüne bakabilmeliydiler. Kafası toprağa bakarak yaşamaya alışmamış bir toplumun ferdiydi o… Kafasını yere bastırmaya, yermeye kalkanlara karşı koydu. Kaldırdı kafasını göğe, silahı kat be kat güçlü, soykırımcı düşmanı attı bu topraklardan…
Tekrar bağımsızlığını eline aldı. Hemen ardından da aynı hatalara düşmemek için yaptıklarını bir bir gözden geçirdi. Hataları tespit etti ve o bölgeye kemoterapi, reform uyguladı.
Dört yıl aradan sonra hürriyetleri nihayet kendi ellerindeydi. Ve tek tek değil, hep birlikte kalkınmaları gerektiğini sancılı, acılı, tecavüz, işkence, kahır dolu günlerde öğrenmişlerdi. Kişisel çıkar peşine düşecekler olursa, onlarla da savaşılacaktı. Topluma dönmeyecek, tamamıyla istihdam yaratmayacak parasal birikimlere müsaade etmediler. Adil bir toplum düzeni kurmuşlardı. Güven her şeydi. Herkes eşit haklara sahipti. Biri kötüleşse onu ayağa kaldırmak ilk görevdi. Onun kötüleştiğini görmezden gelerek, ona çorba, makarna, çay, cebine üç kuruş vererek durumu geçiştirmenin… Yok, yoksul, yokuncul bıraktığını ve bitikliği yaydığını daha önce görmüşlerdi. Ve bu yanlışın bedelini canlarıyla ödemişlerdi.
Mustafa Kemal Atatürk’ün de ifade ettiği gibi “Bu zaferin değerli sonucunu toplamak, birçok kan, can karşılığında elde edilen milli istiklali, hakimiyeti her türlü saldırıdan korumak için aynı kararlı davranış ile çok, pek çok çalışmaya ihtiyaç vardır.”
Evet pek çok çalışmaya ihtiyacımız var.
Yardımlarla yaşatılıp, yardım edene esarete girmemizi isteyenler olabilir. Bazen devlet kurumları da bunu görmeyebilir, yetemeyebilir. Ama bu tembel bırakılmanın bedelini ödeyecek olan toplum, bunu görmek zorundadır. Çünkü göremezse acıları o ve çocukları yaşayacaktır.
Bizler binlerce yıldır toplumları yönlendirmiş, yönetmişiz. Binlerce yıldır yönetilmiş, sömürülmüş toplumlara asla benzetilemeyiz.
Tarihten bu dersi alabilmiş el, yabancı anladı ki! Ne kadar hastalansa da Türk kültürü, güçlü altyapısı, inşası ile çok hızlı bir şekilde kendini toparlıyor, iyileştiriyor. Ve bu kültür, geçmiş, saygı, milletine verdiği kıymet işlemeye başladığında önünde hiçbir şey duramıyor. “Türkler kendi kültürlerine döndüğünde çok hızlı ayağa kalkabiliyor.” İşte bunu anlamış ve yüz yıldır için için yanan düşman, işgal isteyen… Önce kültürümüzü asimile etme derdine düştü. Ve derhal boyun eğmiş, binlerce yıldır sömürülmüş, kula kul olmuş, gelişim sağlanması engellenmiş, yönetilmiş toplumlarla asimile etme derdine düştüler. Olası evlilik, genetik oynama ile hücre karalama derdine düştüler.
Bize de düşen; babalarımız, dedelerimiz yolu… Bizi biz yapan güçlü yanlarımızın zayıflatılmasına göz yumamayız. Kadim kültürümüze zeval getirtmemek, karıştırtmamak görevimizdir. Karıştırılıp, sömürülmüş toplumlar seviyesine gelmeyeceğiz.

QOSHE - İçin İçin Yanan… - Tayfun Kaya
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

İçin İçin Yanan…

10 1
28.03.2024

Beden halen yaşarken, hücrelerin azar azar ölmeye başlaması çağımızın illeti oldu… Adeta parça parça ölüyoruz… Nereden ölmeye başlayacağımız da belli olmuyor. Bedende en zayıf nereyi bıraktıysak, oradan mantar gibi ölüm doğuyor.
Nereden başlayacağı değil ama neden başladığı çok belli!
Doğa ile barışık, onu anlayan ve onu bilen tavır içine giremiyoruz. Anlayamayınca da garip savaşlar çıkıveriyor. Toplumun kendi içinde bile ayrışmalar, savaşlar başlatılınca, güçlü kalma, soyu devam ettirme içgüdüsü ile başlanıyor üremeye… Fazlaca üreme, eğitimsizliği, organize olamamayı getiriyor. Bilginin yayılamaması hatta yokluğu doğallığı, doğal gıdayı, hava kirliliğini, yaşamın kaynağı olan oksijen ve deposu ağaçların azalışını sağlıyor.
Oldu da bir hafta aç kalsanız iyi kötü yaşarsınız… İki gün su içmesen yaşayabilirsiniz… Ama beş dakika oksijensin kalamazsınız… Ve ne yazık ki bizler, bilinçsizliğimizin zirve yapması ile olsa gerek… Bize en çok lazım olanı, oksijen üreten o tek varlığın kesilmesini, yanmasını sorun etmeyiz. Hatta bazıları; bilinçli, ağaca duyarlı davrananlar ile dalga geçer, onu tiye alır. Hatta ona güler.
Havada ki karbon oranını yükselttik. Kaynaklarımız zaten kısıtlıydı. Yetersiz kaynak iklim değişikliği ile daha da kısıtlandı. Ve genetiği oynanmış gıdalar ile tanışıverdik. Şifrelerini henüz layıkıyla çözemediğimiz genler ile oynamayı hak gördük. Sebze, meyvenin genetiği ile oynadık. Genetik yetersizliğimiz ile üretilmiş gıdaların insan hücrelerini parça parça hasta etmesi kadar normal bir durum olamazdı. Öyle de oldu. Bilinçsizce verdiğimiz genetik kodlarla hücreleri yaradılış amacından uzaklaştırıp, işlevini değiştirmesine sebep olduk…
Öte yandan bununla birlikte bir şey daha öğrendik. Genetik zehirlenmeye maruz kalmasına rağmen, güçlü, canlı kalabilen hücrelerin, hastalanmış hücreleri olabildiğince gözetim altında tutmaya çabaladığını gördük. Onları iyileştirmeye çabalıyorlardı. O küçücük ama bilge hücreler, insanın hatalarını kapatma gayretindeydi. Çünkü biliyordu ki! Yaradılış amacından uzaklaştırılmış hücreler, yayılmaya başlarsa sağlıklı hücrelerde yaşayamaz. Ve bunlar olduğunda ışık, canlılık, kıymet kalmaz, kıyamet gelir…
........

© Önce Vatan


Get it on Google Play