Türkiye’de maden faciaları ilk kez yaşanmıyor ve zehir saçan her madenin altından, mutlaka emperyalist bir şirket karşımıza çıkıveriyor. Bu şirketlerin genellikle ABD, İngiltere ve Kanada menşeli olması da tesadüf değil elbette.

Çarklarında debelendiğimiz kapitalizm, doğası gereği şu gezegende yaşayan her canlıyı kâra çevirme amacı güder. Sistem beslenmeden varlığını sürdüremez: Hayvanlar endüstri tarafından toplu soykırıma uğratılır, denek ve kobay olarak kullanılırken, doğa zaten sermayedarların ve şirketlerin gözünde bir maldan farksızdır. Gezegenin hem altında hem üstünde bulunan her şey, paraya çevrilmek için didiklenir ve nihayetinde kazanımlar, küçük bir azınlığın cebine akıtılır. Bu endüstri büyüdükçe gezegendeki yaşam alanları gitgide küçülür.

Altını çizelim; mevzubahis sömürüyse sömürenin yerli mi, yoksa yabancı mı olduğu sadece teferruattır.

Eskiden sınıf farkı dediğimizde akla lüks tüketim maddeleri gelir, sınıflar arası uçurum bu kriterlere göre de ölçülürdü. Fakat günümüzün dünyasında sistem, iki şeyi daha başardı: Birincisi, muhalifini de manipüle ederek ve farklı hedeflere yönlendirerek yönetmek, ikincisi ise sömürülenleri, sınıf farkının var olması gerektiğine inandırmak ve tüketime tapar hâle getirmek.

Bugün bankalara borçlandırılan her bireye, özendiği lüks tüketim nesnelerine ulaşmanın bir yolu sunuluyor. Bu da olmazsa aslının başarılı taklitlerini üretenlere göz yumuluyor ve bu üretimler, alt sınıflara geçici tatminler sağlayabiliyor.

Peki, bugün lüksü nasıl ölçebiliriz? Çok net belirtelim; günümüzün en önemli lüksü, doğa içinde yaşamak ve organik bir hayat sürebilmektir. Bir tarafta metropollerdeki yoğun karbon salınımının içinde boğulmuş ve küçücük apartman dairelerine sıkışmış çoğunluk var. Öte yanda ise ormanlarda ya da kıyı şeritlerinde, denizle, yeşille iç içe, hava kirliliğinden uzakta yaşayan ve çiftliklerde üretilmiş organik ürünlerle beslenenler, yani sistemin kaymak tabakası.

Yine eskiden çok sık dile getirilen köye, doğal hayata dönüş miti de artık işlevini yitirmiştir zira kapitalizm, mevzubahis kaymak tabakaya ait olmayıp halkın yaşadığı her yere, her an vahşice saldırabilir ve tüm doğal örtüyü zehirleyebilir. Bu saldırı ve aslında halkın olana küçük bir azınlık adına el koyma faaliyeti, bazen bir maden çalışması, bazen bir nükleer santral, bazense kıyı şeritlerine yapılan otel inşatları şeklinde karşımıza çıkacaktır.

Erzincan İliç’teki Çöpler altın madeni faciasını incelediğimizde de bu vahşi tabloyu görüyoruz.

Belirtelim; emperyalist şirketler, yakın geçmişte ülkemizde Bergama Ovacık altın madenine karşı gerçekleştirilen halk direnişinden bu yana, bizim gibi ülkelere dair özel politikalar geliştirdiler.

*Bunlardan biri; raporlara göre emperyalist şirketlere düşmanlığın yoğun olduğu ülkeler arasında olduğumuzdan, maden şirketi adlarının yerli olması gerekliliğiydi. Mesela Bergama halkının direndiği, Almanya, Avustralya ve Kanada ortaklığındaki maden şirketi Eurogold, direniş kırıldıktan sonra tekrar aynı tepkiyi çekmemek için hisselerini Türkiye’den Koza İpek Grubu’na satmış ve adı da Koza Altın olmuştu. Fakat bu “yerlileşme”, Bergama’nın topraklarının zehirlenmesini önlemedi. Koza Altın, Bergama Ovacık’a siyanür saçmaya devam etti. Gerisi malum, darbe girişimi sürecinden sonra şirket TMSF’ye devredildi ve hâlen Bergama’yı zehirlemeyi sürdürüyor.

*İkicisi; yerli bir ortak bularak, bölge halklarının tepkisini engellemek ve aynı zamanda bu yolla resmî prosedürleri daha kolay halledebilmekti.

*Üçüncüsü ise; yerli ortaklar ve mahkemelerle el ele verip faaliyet gösterecekleri bölgelerde yaşayan yerel halkı çaresiz bırakmak, ekonomik olarak önlerine setler çekmek, tarımı riske sokmak ve ardından işsiz, çaresiz insanlara madenlerin kapılarını açarak iş imkânı sunmak, yani onları elimine etmekti.

Anagold açısından da bu formül tıkır tıkır işlemiş. Şirketin yüzde 80’ine sahip Kanada şirketi, yanına yüzde 20 ortaklıkla “yerli ve milli” Çalık Holding’in Lidya Madencilik şirketini almış ve yerli holding de kâr için kendi ülkesinin toraklarını zehirlemeyi bile isteye kabul etmiş. Şirketin yüzde 80’i Kanadalı şirkete ait olmasına rağmen adı, ülkede tepki çekmesin diye, Anagold yapılmış. Ne şirin!

Bu denklemde bir kez daha görüyoruz; sömürünün dini, dili, rengi, milliyeti olmaz ve sömürü sömürüdür.

Şu noktaya da açıklık getirmemiz gerekiyor ki, Türkiye’de siyanürle altın çıkarılmıyor. İçinde 10 milyona 3 veya 6 oranında altın elementi bulunan kayaçlar, önce un hâline getiriliyor, sonra bu elenmiş toprak siyanürle yıkanıyor ve altın elementleri siyanüre yapışarak topraktan ayrılıyor. Altın, bu şekilde elde ediliyor.

10 ton toprağı siyanürle yıkadığınızda elinize sadece 3 gr kadar altın geçerken bedeli, hem siyanürün hem de yıkama sonucunda ortaya çıkan ağır metallerin doğaya karışması oluyor.

Herhangi bir Kanada, İngiltere veya ABD şirketi bu işlemi kendi ülkesinin topraklarında yapmaya kalktığında, topraklarını ve doğasını zehirlemiş olacağını gayet iyi biliyor.

Ve asıl meseleye gelirsek; bu ülkelerde altının ons üzerinden üretim maliyeti 1500-2000 dolar civarıyken, Türkiye’de bu rakam sadece 300 dolar tutuyor. Yani ülkemiz; toprağımızı, doğamızı, hayvanımızı ve insanımızı korumayan yasalarla emperyalist maden şirketlerinin adeta çiftliği hâline getiriliyor.

Devletin yasalara göre bu madenlerden aldığı para ise şirketlerin beyan ettiği altın elde etme oranına göre belirleniyor. Şirket beyanından başka tüm denetim mekanizmaları ortadan kaldırılmış durumda ve bu denetimsiz ortam, elbette ki şirketlerin de iştahını kabartıyor.

Anagold altın madeninin Erzincan’a verdiği zarara karşı mücadele eden isimlerden Erzincanlı çevreci Sedat Cezayirlioğlu ve çevreci avukat İsmail hakkı Atal’ın verdiği bilgilere göre İliç’teki facia adım adım geldi.

Anagold’un önü, bahsettiğim sistemle ve Erzincan yerel mahkemelerinin şirket lehine verdiği kararlar sonucunda otoban gibi açıldı.

16 Nisan 2008’de Çöpler’de kompleks maden işletmesi için ilk ÇED olumlu kararını alan şirket; 10 Nisan 2012’de, 17 Mayıs 2012’de, 24 Aralık 2014’te ve 7 Ekim 2021’de aldığı yeni ÇED olumlu kararlarıyla kapasite artışı sağladı. 16 Ağustos 2023’te ise Çöpler kompleks madeni açık işletme projesi için “ÇED gerekli değildir.” kararı verildi. Sedat Cezayirlioğlu ve avukat İsmail Hakkı Atal, yerel mahkemede hiçbir sonuç alamadılar.

2022 yılının Haziran ayında madende siyanür taşıyan borulardan biri patladı ve atıklar Fırat Nehri’ne karıştı. Anagold, sızıntıyı yalanlasa da gerek çevrecilerin çektiği videolar gerekse jandarma tutanaklarıyla sızıntı kanıtlandı. 20 metreküp solüsyonla birlikte 8 kg siyanür doğaya karışmıştı. Çevrecilerin yaptıkları başvurular üzerine Danıştay kararıyla maden kapatıldı ve şirkete en üst sınır olan 16 milyon 441 bin TL idari para cezası uygulandı. Sonrası bildik hikâye, ruhsatı iptal edilmeyen şirket, gerekli tedbirleri aldığını resmî makamlara onaylatarak, 88 gün sonra tekrar faaliyete başladı.

Süreç boyunca çevreciler, davalar ve bürokratik prosedürlerle boğulmaya çalışıldı, mahkemeler hep şirket lehine karar verdi, iktidarı temsil eden Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, aldığı kararlar ve verdiği izinlerle Anagold’u koruyup kolladı. Ve işte facia, adım adım böyle geldi.

Şimdi, doğaya ve Fırat Nehri’ne karışan siyanür ve ağır metaller söz konusuyken facianın üzeri kapatılıyor, göçük altında kalan dokuz işçi de neredeyse unutturulmaya çalışılıyor. Ağır metaller ve siyanürün, Fırat Nehri’nin geçtiği her yere yayılacağını söylemek için ise müneccim olmaya gerek yok.

Tepkileri yatıştırmak için şirketin çevre izin lisansının iptal edildiği de söyleniyor. Oysa bu lisansın iptali, hiçbir şey ifade etmiyor zira olay unutulduktan sonra çok basit başvuru ve kararlarla lisansın yeniden alınacağına dair hiç şüphemiz yok bu tabloda.

Bergama’dan Erzincan’a uzanan öğretici bir çizgideyiz aslında.

Anagold’a karşı çevrecilerin açtığı dava dosyalarını incelediğimizde görüyoruz ki; gerek Danıştay gerekse de yerel mahkemeler, davacıların şikâyetlerinin geçerli olması için bölgede ikâmet etmeleri ve menfaatlerinin zarar görmesi şartını aramış hep. Bu noktada Erzincanlı Sedat Cezayirlioğlu’nun mücadelesi büyük önem taşıyor.

Bergama’daki direnişin de öznesi Bergamalılardı, nasıl Akbelen’deki direniş, Akbelenlilerinse.

Açıktır ki; yerel halk, kendi torağına, doğasına insanına, hayvanına sahip çıkmadığı sürece, sadece sosyal medyadan yazıp çizmekle, kısa süre sonra unutulacak havalı postlar paylaşmakla hukuki anlamda dahi hiçbir şey değişmeyecek.

Bugün çevre mücadelesi, kapitalizmin en çok korktuğu konulardan biri. Çevrecilerin ilmek ilmek örüp, sabırla verdiği hukuki ve fiili mücadele, ağır baskılara, yıldırma çabalarına ve türlü oyunlara rağmen sürüyor. Erzincan’da da böyle oldu ve ilk gözaltına alınan kişi, çevreci Sedat Cezayirlioğlu’ydu. Fakat yanında başka hiç Erzincanlı yoktu!

İşte bu yüzden; evrensel ve enternasyonal bir mücadele verirken, asıl önemli şeyi, özneyi ve yerel halkı gözden kaçırmamak gerek. Önce öznenin, bugün özelinde Erzincan halkının kendi bölgesine ve hayatına sahip çıkması gerekiyor ki verilen mücadele uzun soluklu olabilsin.

Yerel halk, her türlü haksızlığa karşı elini taşın altına koymadıkça, dışarıdan gelecek hiç kimse tek başına sonuç alamaz. Özne de, kahraman da aslında bilinçli halkın ta kendisidir.

QOSHE - Erzincan faciasından neler öğrendik? - Aslıhan Gençay
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Erzincan faciasından neler öğrendik?

3 0
20.02.2024

Türkiye’de maden faciaları ilk kez yaşanmıyor ve zehir saçan her madenin altından, mutlaka emperyalist bir şirket karşımıza çıkıveriyor. Bu şirketlerin genellikle ABD, İngiltere ve Kanada menşeli olması da tesadüf değil elbette.

Çarklarında debelendiğimiz kapitalizm, doğası gereği şu gezegende yaşayan her canlıyı kâra çevirme amacı güder. Sistem beslenmeden varlığını sürdüremez: Hayvanlar endüstri tarafından toplu soykırıma uğratılır, denek ve kobay olarak kullanılırken, doğa zaten sermayedarların ve şirketlerin gözünde bir maldan farksızdır. Gezegenin hem altında hem üstünde bulunan her şey, paraya çevrilmek için didiklenir ve nihayetinde kazanımlar, küçük bir azınlığın cebine akıtılır. Bu endüstri büyüdükçe gezegendeki yaşam alanları gitgide küçülür.

Altını çizelim; mevzubahis sömürüyse sömürenin yerli mi, yoksa yabancı mı olduğu sadece teferruattır.

Eskiden sınıf farkı dediğimizde akla lüks tüketim maddeleri gelir, sınıflar arası uçurum bu kriterlere göre de ölçülürdü. Fakat günümüzün dünyasında sistem, iki şeyi daha başardı: Birincisi, muhalifini de manipüle ederek ve farklı hedeflere yönlendirerek yönetmek, ikincisi ise sömürülenleri, sınıf farkının var olması gerektiğine inandırmak ve tüketime tapar hâle getirmek.

Bugün bankalara borçlandırılan her bireye, özendiği lüks tüketim nesnelerine ulaşmanın bir yolu sunuluyor. Bu da olmazsa aslının başarılı taklitlerini üretenlere göz yumuluyor ve bu üretimler, alt sınıflara geçici tatminler sağlayabiliyor.

Peki, bugün lüksü nasıl ölçebiliriz? Çok net belirtelim; günümüzün en önemli lüksü, doğa içinde yaşamak ve organik bir hayat sürebilmektir. Bir tarafta metropollerdeki yoğun karbon salınımının içinde boğulmuş ve küçücük apartman dairelerine sıkışmış çoğunluk var. Öte yanda ise ormanlarda ya da kıyı şeritlerinde, denizle, yeşille iç içe, hava kirliliğinden uzakta yaşayan ve çiftliklerde üretilmiş organik ürünlerle beslenenler, yani sistemin kaymak tabakası.

Yine eskiden çok sık dile getirilen köye, doğal hayata dönüş miti de artık işlevini yitirmiştir zira kapitalizm, mevzubahis kaymak tabakaya ait olmayıp halkın yaşadığı her yere, her an vahşice saldırabilir ve tüm doğal örtüyü zehirleyebilir. Bu saldırı ve aslında halkın olana küçük bir azınlık adına el koyma faaliyeti, bazen bir maden çalışması, bazen bir nükleer santral, bazense kıyı şeritlerine yapılan otel inşatları şeklinde karşımıza çıkacaktır.

Erzincan İliç’teki Çöpler altın madeni faciasını incelediğimizde de bu vahşi tabloyu görüyoruz.

Belirtelim; emperyalist şirketler, yakın geçmişte ülkemizde Bergama Ovacık altın madenine karşı gerçekleştirilen halk direnişinden bu yana, bizim gibi ülkelere dair özel politikalar geliştirdiler.

*Bunlardan biri; raporlara göre emperyalist şirketlere düşmanlığın yoğun olduğu ülkeler arasında olduğumuzdan, maden şirketi adlarının yerli olması gerekliliğiydi. Mesela Bergama halkının direndiği, Almanya, Avustralya ve Kanada ortaklığındaki maden şirketi Eurogold, direniş kırıldıktan sonra tekrar aynı tepkiyi çekmemek için hisselerini Türkiye’den Koza İpek Grubu’na satmış ve adı da Koza Altın olmuştu. Fakat........

© P24


Get it on Google Play